TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Bu da benim sakıncalı listem
Nobel kazanmış yazar Naipaul’un ülkemize gelmesini engelledik. Avrupa’nın en iyi film ödüllerini almış Emir Kusturica’yı sınır dışı ettik. Reşat Nuri Güntekin’in “Yaprak Dökümü” ve Vedat Türkali’nin “Fatmagül’ün Suçu Ne?” eserlerinden uyarlanan dizileri “ahlaklı” bulmayıp, ekrandan kaldırmaya çalışıyoruz. Madem öyle, “Ahlak komitesine bir iyilik yapayım” dedim ve kendi yasak listemi yayınlamaya karar verdim! Bakın hangi ünlü isimler var listemde?..
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
Bu giriş notundan sonra, bakalım “sakıncalı” listemi beğenecek misiniz?!
William Blake (1757-1827): Şairdi ama aynı zamanda ressam, heykeltıraş ve gravürcüydü. Kurumsallaşmış dine ve devlete karşıydı. Bunları, insanları tutsak eden, masumiyeti ve samimiyeti değil kendi çıkarlarını yücelten karanlık oluşumlar olarak gördü. Devrimci hareketlere katıldı. Allah’tan sadece 6 eseri Türkçeye çevrildi; ki bunlar da hemen toplanıp yakılmalı!
Aynı dönemde yaşayan Thomas de Quincey’in siyasi fikirleri başkaydı; dine saygılı bir muhafazakârdı; ama o da; uyuşturucu bağımlısıydı. Yazdıkları her ne kadar Edgar Allan Poe, Lois Borges, Baudelaire gibi edebiyatçıları etkilese de, “Bir İngiliz Afyonkeşin İtirafları” eseri ne yazık ki çok kişiyi uyuşturucuya özendirdi. Bu nedenle vakit kaybetmeden özellikle bu eseri toplatmak lazım!
Arthur Schopenhauer (1788-1860): Yok Kant’ın öğrencisi, Goethe’nin arkadaşıydı; yok eserleriyle varoşçuluğu etkiledi, Freud psikolojisini yarattı vs. vs. Neler neler yazılıyor hakkında. Halbuki o bir paranoyaktı. Zaten kimbilir belki de bu yüzden 19 yaşındaki aktris karısı Caroline Richter’e hayatı burnundan getirdi; o da bu herifi aldattı. Zaten daha sonraki yıllar çocuğunun babasının bir başkası olduğu öğrenince yıkıldı. Şimdi böyle bir adamın kitapları okunabilir mi? Dolayısıyla yasaklanmalıdır.
Schopenhauer’in tersi de bir başka filozof Althusser karısını boğarak öldürdü.
Eş meselesi dedim de...
Andre Gorz, eşi Dorine kanser olunca onunla birlikte intihar etti.
Yüzünü Fidel Castro’ya benzettiğim Romain Gary ise, eşi güzel akrist Jean Seberg’in intiharının üzerinden bir yıl geçmeden kendisi de intihar etti!
Yani bu adamlar normal değil efendim, hepsi yasaklanmalıdır.
Ludvig Wittgenstein (1889-1951): İster filozof isterse 20’nci yüzyılın en değerli felsefecilerinden biri olarak gösterilsin fark etmez; Mozart ve Beethoven için “İşte Tanrı’nın gerçek oğulları” diyen birinin görüşleri ülkemize sokulabilir mi? Zaten normal biri olsa üç kardeşi de intihar eder miydi? Yok “dilin sınırı düşüncesinin de sınırı”ymış da, falan filan; sanki “sınırın” nerede başlayıp nerede bittiğini biz bilmiyoruz. Eserleri hemen yok edilmelidir.
Gustave Flaubert (1821-1880): Eserlerinin masum gibi göründüğüne aldanmamak lazım; “Madame Bovary” romanı ilk tefrika edildiğinde dine ve halkın ahlakına hakaret ettiği iddiasıyla dava edildi. Mısır ve İstanbul’da hayat kadınlarıyla birlikte olup frengi hastalığına yakalandı. En yakın arkadaşı lezbiyen yazar George Sand olan bu yazarın eserlerinin ülkemize girmesi sakıncalı olmalıdır.
Lewis Carroll (1832-1898): “Alis Harikalar Diyarında” adlı kitabın yazarı bu kişi hakkında kararsızım. Tamam dinine bağlıydı, hatta din adamlığı bile yaptı. Ama hiç evlenmedi ve zamanını hep çocuklarla geçirdi. Hatta 11 yaşındaki bir kıza aşık olup evlenme teklif etti. Günlüklerinde kendini hep iğrenç bir günahkar olarak yazdı; niye acaba? Bazı günlükleri de ortadan kaybediliverdi! Hakkında hükmü siz verirsiniz efendim. Bu arada bir istihbarat daha vereyim; Pinokyo’nun yazarı Carlo Collodi de kumarbazdı. Bence hepsi çocuklar için tehlikelidir.
James Joyce (1882-1941): Kaybedenleri anlattığı “Dublinliler”e ahlaksızlıktan dava açıldı. Yayınlanmasın diye prova baskıları yakıldı. Zaten kitabı, edebi değer taşımadığı için 22 yayıncı basmayı kabul etmedi. “Ulysses” ise, dönemin gazetelerine göre eserlerinin en hayasız olanıydı.
Yani hemen toplatılmalıdır.
Bu arada vasiyeti gereği James Joyce’un yanına gömülen Nobel ödüllü Elias Canetti de Hitler tarafından lanetlenen bir yazardı. Bizim ülkemize sokulmamasında da fayda vardır!
Halil Cibran (1883-1931): Tamam Elvis Presley bu şairin hayranıydı. Fakat bilinmelidir ki, başta “Asi Ruhlar” olmak üzere kitapları Beyrut pazaryerinde yakıldı. Lübnan’a girişi yasaklandı. Maruni Kilisesi onu, dine karşı tehlikeli ve baştan çıkarıcı bulup aforoz etti. Zaten kendisi evliliğe de karşıydı. Böyle bir kişinin kitapları serbestçe okutulabilir mi? Zinhar yasaklanmalıdır.
Hele hele bir de Salman Rüşdi var; “Şeytan Ayetleri” adlı romanını Türkiye’ye sokmayarak çok iyi ediyoruz. Aslında tüm kitaplarını toplayıp Taksim’de yakmaya ne dersiniz?
D. Herbert Lawrence (1885-1930): Muhafazakâr çevreleri o kadar kızdırdı ki hiçbir tiyatro oyunu yaşarken oynanmadı. “Lady Charterley’in Sevgilisi” adlı romanı mahkeme kararıyla yakıldı ve 32 yıl boyunca yasaklı kaldı. Kadınların cinsel özgürlüklerini şiddetle savundu. Karısı Freida’nın (başta ünlü yazar Katherine Mansfield’in kocası Murry ile olmak üzere) aldatmasını bile görmezlikten geldi. Böyle bir adamın eserleri Türkiye’ye sokulabilir mi?
Peki ya, kocasına “arkadaşlarım” diye tanıttığı erkeklerle yatıp, her seferinde yakalanan Iris Murdoch’un eserleri serbest bırakılabilir mi?
Listem kabarık, bakın başka kimler kimler var...
LEZBİYEN YAZARLAR
Colette (1873-1954): Aslında ayırt etmezdi; erkeklerle de yatar kalkardı. Travesti Markiz de Belboeuf en büyük aşkıydı. Kocası Willy Villars sevgilisi Meg adında genç kızı, Colette de travesti sevgilisini alıp birlikte tatile çıkarlardı.
Ah ah! Nesini yazayım bunların; ikinci eşi Baron de Jouvenel’in 16 yaşındaki oğlu Bertrand’la ilişki yaşadı. Üstelik frengi hastasıydı.
Böyle bir yazarın kitaplarını dolayısıyla Vatikan yasakladı. Ölünce kilise dini merasim yapmadı. Uyarıyorum: Türkçeye az da olsa çevrilen kitapları hemen zaman geçirilmeden toplanıp yok edilmelidir.
Anais Nin (1903-1977): Aynı anda iki kişiyle evliydi. Yetmezmiş gibi hem Henry Miller ile hem de eşi June Miller’la da ilişki yaşadı. Henry Miller ile Paris genelevlerine gitmişliği bile vardı.
Başta “Henry ve June. Günce” olmak üzere tüm kitapları SEKA’ya gönderilmelidir!
Öte yandan Allah’a inanmayan Henry Miller’ın da, başta “Oğlak Dönencesi” olmak üzere eserleri Türkiye’ye sokulmamalıdır.
Lou Salome (1861-1937): Hiçbir Müslüman’ın evine bu “zilli kadının” yazdığı bir cümle bile girmemelidir. Erkekleri hep baştan çıkardı; cilveleriyle iki arkadaş Nietzsche ile Paul Ree’nin bile arasını açtı. Şair Rilke’yi çıldırttı. Bir ara adı Freud’la çıktı. Aman dikkat!
Bir de Renee Vivien vardı; bu da lezbiyendi. Üstelik sevgililerinden biri Kerime adlı bir Türk idi.
Yazar Jeanette Winterson ise cinsel tercihi nedeniyle kiliseden kovuldu.
Hele hele bunlardan Mercedes de Acosta diye biri vardır ki; kimlerle kimlerle birlikte oldu: Greta Gabro, Marlene Dietrich, İsodora Duncan ve bir iddiaya göre ABD Başkanı Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt!
Evet yazdığım gibi aman dikkat edelim “bu tür” yazarlara!
GAY YAZARLAR
Thomas Mann (1875-1955): Aman Alah’ım! Ailece eşcinsellerdi; altı çocuğundan üçü kendisi gibi eşcinseldi. Nobel ödülü sahibi olabilir ama Hitler iyi yapıp onu Alman vatandaşlığından çıkardı! “Buddenbrooks” romanı başta olmak üzere hemen tüm eserleri vakit geçirilmeden yok edilmelidir.
Arthur Rimbaud (1854-1891): Uyuşturucu bağımlısı bir eşcinseldi. Şair Paul Verlaine ile aşk yaşadı. Çocukluğunda hırsızlık bile yaptı. Şizofrendi. Gelenek düşmanıydı. “Cehennemde Bir Mevsim” şiiri onun tam bir cehennemlik olduğunun ispatıydı. Tüm şiirleri kaybedilmelidir.
Bu eşcinsel yazarların çoğunluğunun sonu, Henry de Montherlant gibi intiharla bitiyor. Bu tür yazarların eserlerini kimseye okutmamak lazım.
En iyisini Eva Peron yaptı; “Örümcek Kadının Öpücüğü” kitabını yasaklayıp, eşcinsel yazarı Manuel Puig’i kapı dışarı etti. İyi etmemişler mi?
Andre Gide (1869-1951): Eşcinsel yazarların önde gideni Oscar Wilde, bunu yoldan çıkardı. “Corydon” adında döneminde çok kınanan, homoseksüelliği yücelten bir kitap yazdı. Kadınlarla da ilişkisi oldu. Hatta kuzeni Madelaine ile evlendi. Ancak tabii hemen ardından 16 yaşındaki Marc Allegret ile flört edince evlilik bitti. İlişkisi hep karışıktı. Nobel ödülü sahibi oldu ama ahlak anlayışı hiç bizim insanımıza uymazdı; zaten eserlerini kilise yasakladı. Biz de buna uymalıyız.
James Baldwin (1924-1987): Babası belli olmayan bir siyahiydi (yani zenciydi!) Ve üstelik yetmezmiş gibi bir de eşcinseldi. Yazdığı “Giovanni’nin Odası” romanı eşcinsellerinin başvuru kitabı oldu. Bu eserini oyunlaştırıp İstanbul’da sahnelemek için çok uğraştı. Bu yazar, ülkemiz sanatçılarından Engin Cezzar’ın arkadaşıydı. Ama yine de buna rağmen yasaklanmalı diye düşünüyorum.
Georg Trakl (1887-1914): Kız kardeşine aşık kokainman bir şairin eseri ülkemize sokulabilir mi? 1. Dünya Savaşı Galiçya Cephesi’nde Mehmetçik’le omuz omuza savaştı ama yine de böyle bir adamın kitaplarını Türkiye’ye sokmamak lazım.
Haa! Bu arada aynı savaşa katılan Fransız Jean Cocteau da uyuşturucu bağımlısı bir eşcinseldi. Hem de savaşta karşı cephede olan böyle birinin eserleri insanımıza nasıl okutulur?
Constantino Kavafis (1863-1933): Tamam anne-babası İstanbullu bir Rum idi. Çağdaş Yunan şirinin büyük ustasıydı. Ama eşcinseldi. Şiirlerinde cinsellik ağır basmaktaydı. Böyle bir şairin şiirlerini çocuklarımıza okutabilir miyiz? Bir eşcinselin şiirlerini Türkçeye çeviren başta Cevat Çapan’a yazıklar olsun! Hemen her şiiri bulunup yakılmalıdır.
GOMONİST YAZARLAR
Allen Ginsberg (1926-1997): Uyuşturucu bunda, eşcinsellik bunda; savaş karşıtlığı gibi vatan hainliği bunda, hippilik bunda. Bunun gomonistliği değişikti; Küba’ya gitti, Che’yi çok hoş bulduğu söyleyince hemen bu ülkeden kovuldu! Böyle bir kişinin eserleri Türkiye’ye sokulabilir mi?
İşte size Beat Kuşağı’nın bir diğer yazarı William S. Burroughs! Uyuşturucu bağımlısı olduğu yetmezmiş gibi deneyimlerini bir de yazıya döktü. Böyle birinden ne beklenir; bir gün silahıyla -gerçi kazaydı ama- karısını vurup öldürdü. Burroughs, Corso, Kerouac’ın da bu ikiliden farkı yoktu. Bu “uçukların” hepsi tehlikeliydi. Ve bu nedenle hep dikkat edilmesi gerekiyor.
Jose Saramago (1922-2010): Benzersiz bir kurgu tekniği, anlatım biçimi vardı. Ama komünist bir yazardı. Üstelik “siyasi çizgisini değiştirsin” diye buna Nobel bile verildi ama adam oralı bile olmadı; komünizmi öven demeçler vermeyi sürdürdü.
Bakınız efendim, Neruda, Aragon, Paul Eluard, Bertolt Brecht ve niceleri hep komünistti ve hâlâ tehlikelidir. Hepsi yasaklanmalıdır.
Tıpkı Yunan Ortodoks Kilisesi’nin Tanrı’yı sorguladığı için aforoz ettiği Kazancakis’in romanları gibi.
Tıpkı bizzat Papa tarafından aforoz edilen Umberto Eco’nun romanları gibi.
Gomonist listem kabarıktı ama çoğunu bildiğiniz için başka isimler eklemeyi gerekli görmüyorum efendim.
VE SON YASAKLI
Jeanne Cordelier (1944-): Bu yazarı sona sakladım. Kendisi hâlâ Fransa’da yaşıyor. Ama bu nedenle sona bırakmadım. Gerçek hayat hikayesi Fatmagül’e benziyor! Üstelik belki daha acı: Babası tarafından tecavüze uğradı. Aşık olduğu erkeğin isteğiyle fahişe oldu. Oysa öğretmen olmak istiyordu.
Sonra bir gün hepsini terk etti. Öce kendi hayat hikayesi olan “Hayat Kadını”nı yazdı sonra diğer romanları geldi. Başarmıştı.
İşte bu yazarın Türkiye’de yasaklanıp yasaklanmamasına ve otobiyografik özellikler taşıyan romanının okunup okunmamasına ya da dizi yapılıp yapılmamasına karar veremedim. Siz ne dersiniz; bu tür acı olayları hep evdeki halımızın altına süpürelim mi; yüzleşmeyelim mi? Ya da edebiyatla, sanatla hiç ilgilenmeyelim mi? Bilemedim efendim. Karar sizin...
Ama bir bilgi vereyim: Tüm bu ahlaksız yazarların, eserlerin önüne “Çin Seddi” örülmüş ama bunlar tüm bu engelleri/duvarları yıkıp geçmişler efendim. Ama siz yılmayınız.
Bu arada...
Bende sakıncalı listesi çok kabarık; isterseniz onları da size takdim ederim efendim... Sağ olun efendim... Allah sizi başımızdan eksik etmesin efendim!