Paylaş
Keşke biri cesaret edip de Başbakan Tayyip Erdoğan’a, Filistin katliamında İsrail Cumhurbaşkanı’na ayar vermesinin, beklenti çıtasını hayli yükselttiğini, bu nedenle kendisinden Çin Cumhurbaşkanı’na da ayar vermesinin beklendiğini hatırlatsa...
Keşke biri cesaret edip de Başbakan Tayyip Erdoğan’a, partisinin il kongrelerinin “aile içi özel toplantılar” olmadığını, gazetecilerin kongrelere burunlarını sokmalarının doğal olduğunu, bu nedenle “Sana ne benim kongremden” demenin biraz komik kaçtığını söylese...
Keşke biri cesaret edip de Başbakan Tayyip Erdoğan’a, Berlusconi’nin özel hayatı karşısında gösterdiği toleransın bir kısmını da, ülkesindeki insanların farklı hayat tarzları karşısında göstermesi gerektiğini hatırlatsa...
Keşke biri cesaret edip de Başbakan Tayyip Erdoğan’a, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” gibi cümleleri sarf ederken, bir değil en az bin kez düşünmesi gerektiğini söylese...
Keşke biri cesaret edip de Başbakan Tayyip Erdoğan’a, “askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açtınız... Bu durumda milletvekili dokunulmazlığı meselesine de el atılmazsa ayıp olur” deme yürekliliğini gösterebilse...
Yaz mevsiminin insana yaptığı altı fenalık
BİR: Sokakların kızgın sıcaklarından, klimatize salonların serin ortamlarına geçerek kahrolası bir yaz nezlesinin pençesine düşmek... Sonra gelsin aksırık, tıksırık ve hapşırık üçlemesi...
İKİ: Adamı okumaktan ziyade seyretmeye yönelten bezginlik verici bir yapış yapış olma hali... Sonra gelsin okuduğun makaleden hiçbir şey anlamayıp fotoğrafların seyrine dalma olayı...
ÜÇ: Evinin hinterlandından çıkmak istememene rağmen her taraftan gelen “Bir yerlere kaçalım” çağrılarına maruz kalma durumu... Sonra gelsin akla hayale gelmeyecek gerekçeler uydurma zorunluluğu...
DÖRT: İnsanın her an kendisini 28 Şubat’ın öfkeli ve muktedir generallerinin hışmına maruz kalmış bir Erbakan gibi hissetmesi... Yani sürekli bir terleme durumu...
BEŞ: Gazetelerin en az iki tam sayfalarını Bodrum ve Çeşme plajlarına ayırmalarından kaynaklanan küçümseme ile asabiyet arasında gidip gelme durumu...
ALTI: Benzin yakıyor diye aracındaki klimayı açmayan Türk taksi şoförleriyle dalaşmaktan iflahın kesilmesi durumu...
2009: Benim barış yılım
Başkasından duymayın benden duyun:
Yüz bin kere tövbe etmeme karşın tövbemi bozdum ve Hıncal Uluç’a şöyle ağız dolusu “abi” demenin keyfini sürmeye başladım...
Beraber konserlere gidip huysuzluk yapıyoruz, daha ne olsun...
Olağanüstü sert polemiklerin, “İclal, git başımdan” türü laf çakmaların ardından İclal’le de barıştım...
Kendisi epey bir zamandır dünya ahiret dostum olur...
Durun, bitmedi!
Ayşe Özyılmazel’le de barıştım...
Arada bir onun alınganlık denizine olta atsam da barıştık işte...
Ercan Saatçi’ye “faşist” demişim, bu yüzden beni dava etmiş... Ondan da özür dileyip helallik aldım... Ne güzel...
Bir parça yavşamayı bile göze alarak Reha’ya selam sarkıttım, “Seni Che’nin selamıyla selamlıyorum” diye... Yanıtını bekliyorum...
Hatta ve hatta artık Can Dündar’ın belgesel metinlerini genizden gelen ses tonuyla okumasından bile eskisi kadar nefret etmiyorum...
Kısacası...
Yakında ölecek miyim, nedir?
Ben bugün bunları gördüm
Bindiğim bir takside, sallandıkça kafasını sağa sola çeviren köpek aksesuvarını görüp derin bir nostalji hissine gark oldum...
İki genç İslamcının, bir “Nurcu iyimserliği ve iyi niyetliliği” ile, Ayşe Arman’ın türbanlı fotoğraflarına bakıp birbirlerine, “Allah inşallah hidayet nasip eder... Ne de yakışmış” dediklerini işittim...
Bir bakkal dükkânında Ülker’in “daha da bol fıstıklı” çikolatasından alan bir kadın müşterinin yanındakine, “Laik bir insanım ama bu çikolatayı çok seviyorum” dediğini işittim.
Paylaş