Bir Halkbilimcimize Mersiye

Türk kültürünün son dönemdeki en büyük araştırmacılarından Prof. Pertev Naili Boratav'ı geçtiğimiz hafta içinde kaybettik. Böyle bir acının ne anlam taşıdığını benim gibi halkbilimi meraklıları çok iyi bilir. Pertev Bey'i tanımış ve onun bir çalışmasının editörlüğünü yapmış olmayı hâlâ hayatımın en mutlu ve bana en çok onur veren rastlantılarından biri sayarım. Türkiye gibi gerçek bilimadamlarının nedretinin yaşandığı bir ülkede, Prof. Boratav her zaman bilim dünyamızın parlak bir yıldızı olmayı başardı. O yıldız şimdi gökkubbemizde parlamıyor. Sanatçıların ve bilimadamlarının şansı ise, eserlerinde ölümsüzlüğe kavuşmuş olmaları. O nedenle teselli bulduğumu söylersem, ne olur şaşmayın.Yemek yazılarının birçoğunda imparatorluk mutfağımızın kökeninde halk mutfaklarının yattığını söyledim. Bu düşüncemde bugün de ısrarlıyım. Yemek alanındaki gerçek, kültürün her alanında geçerli bir yargının özel bir durumundan başka bir şey değil. Almanların ‘‘hockkultur’’ dediği yüksek zümreye ait -Osmanlıca deyimiyle havassa ait- kültür, dünyanın her köşesinde kaynaklarını hep halktan almış, Romalıların deyimiyle ‘‘deus ew machina’’, yani gökten zembille inmiş bir ‘‘yüksek kültür’’ hiçbir yerde olmamış.Kendi konumuza dönecek olursak, Osmanlı saray mutfağına baktığımızda bunun altında bizim halk mutfağımız başta olmak üzere, imparatorluğun dört bir yanında yaşamış halkların mutfaklarının derin izlerini buluruz. Yaşayanların ötesinde, geçmişte kalmış halkların bize miras bıraktığı mutfak gelenekleri de sözkonusudur. Anadolu'ya bin yıl önce göç etmiş atalarımızın Orta Asya'dan getirdikleri kadar, Frigyalılardan, Hititlerden, İyonyalılardan, Bizanslılardan ödünç aldıkları halk yemeklerini nasıl görmezden gelebiliriz?Halk mutfağının ürünleri bütün yalınlıkları ve sağlam kökleriyle yüzyıllara meydan okumuş geleneksel yemeklerden oluşur. Elbette halk mutfağı deyince, bir saray mutfağı ile karşılaştırılmayacak kadar sade yemeklerden söz etmekteyiz. Ancak bunların neredeyse tümünün binlerce yıllık gelenekten aldıkları güç de insanın gözlerini kamaştırır. Bizim bugün ‘‘Klasik Türk Mutfağı’’ adını taktığımız Osmanlı mirası yemek repertuarımız, halk mutfağına koparılamaz bağlarla raptedilmiş bulunuyor.DEMİR ÇARIKLI ADAMRomantik dönemin en heyecan verici yanı da bu söylediklerimde gizli. Milliyetçiliğin ilk rüzgârları ile kanat takan büyük romantik sanatçıların neredeyse tümünün ilgilerini şaşmaz bir biçimde halk kültürüne çevirmiş olmalarını bir rastlantı saymak imkânsız. Büyük romantik şairlerin hepsi esinlerini halk hikâyelerinden, masallardan, söylencelerden almış. Müzik dünyasının en ünlü romantik sanatçılarının esin perisi de halk şarkıları. Wagner'i dinlerken bugün bile tüyleri ürperen her müziksever, o müzikteki Alman halk şarkılarını fark etmeden geçemez. Chopin'in ‘‘Polonezler’’i kadar Leh halkının ruhunu yansıtabilecek pek az eser vardır.Ancak bütün bunları iyi anlamak ve doğru değerlendirebilmek yalnız şiir ve müzik bilgisiyle mümkün olamaz. Yemek de öyle. Haddeden geçip incelmiş hiçbir saray yemeğinin kökenini yalnız yemek bilgisiyle açıklamak sözkonusu değil. Halk kültürünün ürünlerini oluştukları ortam ve tarihsel şartları içinde değerlendirebilmek ise ancak gerçek bir halkbilimcinin başarabileceği bir iş. Halk mutfağımızdaki yemekler niçin belli biçimler kazanmış, neden belli öğeler taşımış, onları diğer kültürlerdeki yemeklerden farklı kılan nitelikleri nasıl elde etmişler gibi soruların cevapları ancak halkbiliminin yardımıyla bulunabilir.Mesela bizim halk mutfağımız eti az, sebzesi ve/veya hamurişi zengin yemekler içerir. Bizde yemeğin sosu ve garnitürü yoktur. Sos da, garnitür de yemeğin içindedir. Aynı özellikler, gelip dayanıp saray mutfağındaki yemeklerimizde de görülür. Peki, bütün bunların antropolojik bir açıklaması, bu açıklamanın da kültür tarihi açısından bir değeri yok mu?Soruyu ters yüz etmek de olası. Halk mutfağımızın bu ürünleri bize ortaya çıktıkları tarihsel dönemler hakkında bir şeyler söylemez mi sanırsınız? Anlayana o kadar çok şey söylerler ki, duysanız şaşarsınız! Onları bilmek, insanın geçmişine tuttuğu inanılması güç parlaklıkta bir ışıktır aslında.Bütün bir kültür tarihini yalnız yemeklerle açıklamak iddiasında asla bulunamam. Müzik ve şiiri de işin içine katmak yetmez. Ama bilmecesinden tekerlemesine, masalından türküsüne, atasözlerinden deyimlerine kadar halk kültürünün bütün öğeleri yanyana konduğunda ortaya müthiş bir mozayik çıkar ve bunu çözmek insanı çoğu zaman derin bir esrikliğin içine yuvarlayan müthiş bir keyif verir. Halkbilimciyi neredeyse karşılıksız, ayağında demir çarıklı yollara revan eden işte bu çözümün verdiği büyük keyiften başka bir şey değildir.Pertev Naili Boratav, hayatının tamamını ayağında demir çarıkla geçirmeye zaten gençliğinden başlayarak gönüllüydü. Benim pek de gastronomik olarak tanınmış bir bölge sayılmadığını söyleyip bazı okuyucularımı kızdırdığım Malatya'nın yemeklerini keşfederken duyduğum heyecanın çok daha derinlerini onun araştırmalarında yaşadığına hiç şüphe yok. Yemek gibi ideolojik açıdan zararsız sayılan bir alanda çalıştığım için galiba kendimi şanslı saymalıyım. Şanssız olanlar, halkla ilgili bütün gönül bağlarının siyasal hesaplara kurban edildiği Prof. Boratav misali bilimadamlarımız oldu.TEMİZLİK HAREKÁTI!Her eğitimli Türk gibi tabuları yıkmaktan ve askerleri kızdırmaktan çok korkmama rağmen, hikâyeyi -bilmeyenler de mutlaka öğrensin diye- özetleyeceğim. 1948 yılında Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanı Milli Şef'imiz, ‘‘komünistlik’’ ve ‘‘bozgunculuk’’ iddiasıyla, üçü de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde öğretim üyesi olan Pertev Naili Boratav'ı, Niyazi Berkes'i ve Behice Boran'ı kürsülerini lağvetmek gibi zarif bir yöntemle kapı dışarı etti. O kadarla da yetinilmedi. Aynı yıllarda ırkçılık ve Turancılık aleyhine yazılar yazan bir başka ‘‘bozguncu komünist’’, sosyal psikoloji bilim dalının kurucularından ve yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük otoritelerinden Muzafer Sherif'i hapse tıktı. Sürüm sürüm süründürdü. Türkiye'yi bu ‘‘bozguncu-komünistler’’den temizledi. Saf ve bakir Türk gençlerini korudu. İyi etti! ‘‘İlerici’’ İsmet Paşa'mız o kadar kararlı bir milliyetçi tutum içindeydi ki, bu ‘‘komünist’’ ve ‘‘bozguncu’’lar için kendisine yalvar yakar olan Amerikalı devlet adamlarının şefaat dileklerini bile elinin tersiyle geri çevirdi. Türkiye'yi kurtardı!Hikâyenin sonunu merak edenler için söylemeden geçemeyeceğim. Prof. Boratav'a hemen Amerika'nın en prestijli üniversitelerinden Stanford'da bir görev verildi. Sonra Fransızlar, balmumlu davetiye ile kendisini Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi'ne çağırdılar. Niyazi Berkes aldığı bir davet üzerine Kanada'da McGill Üniversitesi'nde öğretim üyesi oldu ve 1975'te emekli oluncaya kadar burada çalıştı. Emekli olunca İngiltere'ye yerleşti. Muzafer Sherif -adını ve soyadını asla önce olduğu gibi ‘‘Muzaffer Şerif Başoğlu’’ diye kullanmadığından öyle anmayı uygun gördüm- yine Amerika'da Princeton, Yale gibi üniversitelerde bilimsel çalışmalarını yürüttü. Behice Boran'ın hikâyesinin sonunu ise zaten bilmeyen yok.Prof. Boratav ömrünün en verimli yıllarını Amerika'da ve Fransa'da Türk kültürüne hizmet ederek geçirdi ve Paris'te toprağa verildi. Rahman ve rahim olan Rab bütün ölmüşlerin günahlarını affetsin. Amin!
Yazarın Tüm Yazıları