Sosyal medyada bir şey dolanıyor. Arada 10 yaş fark varsa ve evlilik gerçekleşirse “tecavüzcüye af” deniyor... Nedir bu?
15 yaş ve altı “erken yaşta evlilik” yapmış kişiler hakkında -şikâyet olmasa dahi- kamu davası açılıyor biliyorsunuz. TCK’ya göre bu suç çünkü. İşte bu açılan davalarla, tutuklanan erkeklerle ilgili, çocuk istismarı hakkında açılan davanın affı sözü edilen. Bu konuyu içeren bir yasa taslağının TBMM’ye gelecek olan yargı paketinin içinde olacağı konuşuluyor ve üzerinde çalışılıyor TBMM milletvekillerince...
Bu affın şartları ne?
Dini nikâhla evlilik yapmış bu kişilerin arasında yaş farkının 10 yaş üstü olması gerekiyor ve evlilik birlikteliğinin 5 yıl devam etmiş olması isteniyor.
Peki bu ne anlama geliyor?
Çocuklarımıza tecavüz edenlere karşı işlenmiş suç için af kılıfı getirilmeye çalışılıyor... Anlamı bu! 2016’da TBMM’ye 286 kişi için verilen ve o zaman her görüşten vatandaş ve sivil toplum örgütleri tarafından reddedilen bu önergeyle, bugün 10 bin kişinin işlediği “suç”, cezasız bırakmaya çalışıyor. Felaket! Üstelik bu, çocuklar için 23 Nisan bayramını ilan etmiş bir ülkenin meclisinde konuşuluyor...
2015’te Anayasa Mahkemesi’nin “Resmi nikâh olmadan dini nikâh olmaz” diyen TCK maddesi iptal edilmişti değil mi?
Evet. Sonra 2016’da “tecavüz önergesi”yle tecavüzcüler aklanmaya çalışıldı. Şimdi ise aklamayı yasalaştırma çalışmalarına “merhamet adaleti” getirerek, duygusal sömürüyle tecavüzü aklayacak irade devrede...
Bu olaylar kaza filan değil, cinayet!
Trafik cinayeti... Sakın “trafik kazası” demeyin yani. Ağzınızı alıştırın. Trafik cinayeti. Trafik cinayeti. Literatüre böyle yerleşsin. İşleyen de “trafik cinayeti işlemiş bir katil” olarak. Ve bu suça insan hayatına kast etmiş, onu hayattan silmiş birine verilecek ceza verilmesi gerekiyor.
Artık yeter ya!
Binlerce insan bu ülkede yollarda öldürüldü; yaya geçitlerinde, karşıdan karşıya geçerken, otobüs duraklarında beklerken...
Günahsız insanlar zamansız bir şekilde can verdiler, hayattan silinip gittiler. Buna sebep olanlarsa özgür. Nasıl oluyor da trafikte can alanlar o ya da bu sebeple yırtabiliyor? Akıllara ziyan bir durum.
‘TAKDİRİ İLAHİ’ YA DA ‘KADER’ DEĞİL BU! CİNAYET
İngiltere’de beni en çok çarpan yayaların üstünlüğü oldu. İnanılır gibi değil. Yaya geçinden geçerken kralsın, bütün araçlar duruyor. Durmak zorunda.
Yaşasın 29 Ekim! Yaşasın Cumhuriyet! Bugün ülkemizin doğum günü. Ata’mızı bir kez daha saygı ve minnetle anma günü. Birbirinden güzel Cumhuriyet Bayramı ve Atatürk videoları yapılmış sosyal medyada. Bayılıyorum izlemeye. Her yerde bayrağımızı görmeye de bayılıyorum. Dibine kadar, bütün ülkede, her şehirde, her semtte kutlanmalı. Yer gök Atatürk ve Türk bayrağı olmalı. Sadece Türkiye’de değil, biz de burada Londra’da kutlayacağız. Çünkü en büyük bayram, bu bayram. Yaşasın Cumhuriyet!
ANNEMİ BİZ, BİZİ UNUTTUĞU SABAH KAYBETTİK ASLINDA...
HAYATIMIN bu döneminde yaşlanmak, yaşlılık ve çevremizdeki yaşlılara kafayı takmış durumdayım. Ben de İclal Aydın gibi, yaşlılığın bize anlatıldığından farklı olduğuna inanıyorum. Çünkü pek çok şeye tanık oluyorum. Ve hayatın ileri dönemleri beni korkutuyor. O yüzden ne zaman İclal’le bir araya gelsek, romanlar, edebiyat, ilişkiler üzerine konuşuyoruz. Ama kızı kadar, Alzheimer hastası annesini de merak ediyorum. Onun annesiyle ilgilenmesine; annesini yanına, İzmir’e, alt katına almasına, bebekler gibi bakmasına içim titriyor. Biz yeni çıkan ‘Kalbimin Can Mayası’ romanı üzerine buluştuk, pazar başlayan söyleşinin devamı bugüne kaldı.
- Yaşlılık bizim bildiğimiz gibi bir şey mi?
Değil Ayşe.
- Annenin durumu nedir? En son röportajda bebek olmuştu, şimdi nasıl?
Çok zayıfladı, küçücük kaldı. Bir emanet can bize... Annem biliyorsun Alzheimer. Annemi biz, bizi unuttuğu sabah kaybettik aslında... Bazen çok mutsuz oluyorum. Durup dururken ağlamaya başlıyorum. “İnsanın dünya üzerindeki serüveni bu kadar hüzünlü olmamalı!” diyorum. Ne kadar güzel, becerikli, bilgili bir kadındı. Nasıl silindi her şey? Annem ne yaşadığının bilincinde bile olmadan nefes alıp veriyor... Kim neden gidiyor, kim neden kalıyor anlamaya çalışıyorum. Kim kimin öğretmeni, kim ne ile görevli? Zor sorular bunlar. Biz şimdi ondan emanet kalan o cana göz kulak oluyoruz. Bazen onu yıkarken, giydirirken, “Biz ne olacağız, nasıl olacağız?” diye düşünüyorum. Çok acı bütün bunlar..
Yahu senin sırrın nedir? Bir önceki kitap 220 bin mi ne sattı...
- (Gülüyor) Aslında ciltli kapak, özel basımla beraber 230 bine ulaştı!
Oha yani! İnsanlar samimiyetine mi, hikâyenin kurgusuna mı, kalemine mi, sana mı bayılıyor, nedir?
- Belki söylediklerinin hepsinden bir parça vardır, bilmiyorum. Sürükleyici ve sıcak aile hikâyeleri anlattıklarım. Her kitapta, bir sonraki için düğümler atıp bırakıyorum. Sanıyorum o çözülmeleri merak etmeleri de bir etken...
Yeni kitabın, ‘Kalbimin Can Mayası’ da çıktı. Bir yapbozun parçaları misali, büyük bir resmi tamamlayan, diğer üç romanına eklenen yeni bir parça... Güzel olanı, bu dört romanı hangi parçadan okumaya başlarsan başla, eksiklik hissetmiyorsun. Bunu özellikle mi yaptın?
- Kesinlikle! Her kitap bitiminde bir sonrakinin kurgusu, öyküsü hazır oluyor kafamda. Hatta bazen yazdığım kimi bölümleri çıkarıp “Bunu, diğer kitaba saklayayım” diyorum. Kitapların bağımsız okunması benim için çok önemli. Hangisinden başlarsan başla, bir şekilde hikâyeye girersin. Altı kitapta bitecek bu seri inşallah. Geriye iki kitap kaldı...
BİR SÜREDİR KORE DİZİLERİNE SARDIRDIM
Seni tanıyalım...
Ben Bahar. İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Çocukken televizyon reklamlarına bayılır, reklamcı olmak isterdim. İşletme okudum, sonra kendimi bir şekilde medya dünyasında buldum. Ve tüm profesyonel kariyerim boyunca, Türkiye’nin en büyük medya gruplarından birinde reklam ve pazarlamadan sorumlu genel müdür ve icra kurulu üyesi olarak çalıştım.
Şimdi peki?
Şimdi artık girişimciyim! İlikli kemik suyu ve sakatat çorbaları üretiyorum. Aslında sağlık veren sular da diyebiliriz. Müthiş bir tutkuyla yapıyorum. 50 yaşımda kendimi hiç aklımda yokken, girişimci olarak buldum. Şunu da öğrendim: İnsan “Ben girişimci olayım” diyerek girişimci olmuyormuş. Mutlaka bir derdine, ihtiyacına bulduğu çözümü hayata geçirmesiyle girişimci oluyormuş.
Senin derdin neydi?
Dört yıl önce erken yaşta kemik erimesi teşhisi konuldu bana. Doktorlarım ilaç tedavisinin yanında kemik ve bağ dokuyu güçlendirmek için kolajen, jelatin ve aminoasit zengini kemik suyu ve sakatat çorbalarını mutlaka tüketmemi önerdiler. Sürekli olarak kullandım ve inanılmaz faydasını gördüm. Gerçekten de bağışıklık sistemim kuvvetlendi. Dayanıklılığım arttı. Kendimi çok daha enerjik hissettim. Bunun yanında sağlıklı kilo verdim. Cildimde gözle görülür bir fark oluştu. Ama bir sorun vardı.
Nedir o?
Yılın ‘Bodrum zamanı’ budur!
Bu mevsimde Bodrum’u ve Bodrum ruhunu yaşamayan ne demek istediğimi anlayamaz, hissedemez.
İki gündür buradayım, o kadar sevdim ki gidesim yok.
Burada kalasım, kök salasım var.
Tek kelimeyle şa-ha-neee...
*
Yazın farklı bir Bodrum yaşıyoruz biz.
Hep derlerdi de anlamazdım.
İşte budur!!!
Kararı alkışlıyoruz.
Bu kararı verenleri de bütün yüreğimizle kutluyoruz. Hatta yanımızda olsalar, yemin ederim, boyunların atlayıp yanaklarından öpeceğim! Öyle mutlu oldum. Aslında olması gereken oldu, ama genellikle olması gereken olmadığı için bu kararla çok mutlu olduk.
TCK madde 82/1-a ve b bendinden ‘tasarlama ve canavarca hisle öldürme’den ceza verilmedi. Sadece 81. maddeye göre ceza kuruldu. Yani ‘haksız tahrik’ ve ‘takdiri indirim’ uygulanmadı.
Cani MÜEBBET hapis aldı!
Evet, o bir can aldı, günahsız bir kadının canını aldı, onu feci bir şekilde öldürdü.
Ama KENDİSİ DE YAŞARKEN ÖLECEK!
Son nefesini verinceye karar yaptığı şeyin bedelini çekecek, çeksin. Tabii ki hiçbir şey
İbrahim’in başarısında abi-kardeş inanılmaz emeğiniz var. Kaç sene oldu İbrahim Çolak’la bu yolculuğa çıkalı?
19! 2000’de tanıştık ve bu uzun ve zorlu yolculuğa çıktık. Müthiş bir sporcu ve yolculuk arkadaşıdır İbrahim. Antrenörü olmak ikimize de gurur veriyor...
Gerçekten onun ilkokula bile gitmeden önceki kısa pantolonlu halini hatırlıyor musunuz?
(Gülüyor) Elbette! Bize geldiğinde henüz 5 yaşında bir çocuktu. Ama yaşıtlarına göre inanılmaz güçlü bir çocuktu. Biz bütün minikleri bir testten geçiririz, cimnastiğin hangi dalına daha uygun olduklarını anlamak için. İbrahim’den şınav çekmesini istedik. Ve abimle ağzımız açık kaldı...
Gerçekten o bücür haliyle 40 şınav mı çekti?
Evet! Makine gibiydi, sürekli şınav çekiyordu. O yaşta bir çocuğun yapması gereken şınav, en fazla 10 olmalıydı. Oysa İbrahim 40 tane çekti, durdurmasak devam edecekti...
Onun gelecek vaat eden bir sporcu olacağını nasıl anladınız? Sadece çok güçlü olması mı?
Cimnastiğe gelen bütün çocuklar sağlık için spora başlarlar, sonrasında kontrol antrenmanlarımızda onları kuvvet ve esneklik testine sokarız. İbrahim geldiğinin ilk haftasında dikkatimizi çekti. Hızlı, kuvvetli, kararlı ve çok istekli bir çocuktu. Abim Yılmaz’la onu ilk gördüğümüzde, “Yaşasın! Gelecek vaat eden bir sporcu adayı” dedik, yanılmamışız...
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
◊ Müthiş bir başarı elde ettin! Dünya Şampiyonu oldun. Gururumuzsun, genç sporculara rol modelsin. Neler hissediyorsun?
- Çok mutluyum. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar. Biraz şaşkınım da. Rüyada gibiyim sanki. Sporculuk kariyerimdeki üç hedef madalyadan biriydi, gerçekleşti.
◊ Öbür ikisi ne peki?
- Biri Avrupa Şampiyonası’nda madalyaydı, 2018’de kazandım. Geriye Olimpiyatlar kaldı. İnşallah orada da madalya alacağım.
Fizik kurallarına aykırı hareketler yapıyoruz
◊ İnsan Dünya Şampiyonu olduğunda nasıl bir duygu seline kapılıyor? Dans etmek mi istedin? Koşup antrenörüne sarılmak mı? Kız arkadaşını aramak mı? Sosyal medyaya post atmak mı?
- (Gülüyor) Ben ağlarım diye düşünüyordum ama ağlamadım. Sadece İstiklal Marşı okunurken biraz gözlerim doldu. İçimden hep “Şükürler olsun, emeğimin karşılığını aldım!” diyordum. Gerçekten çok çalıştım. Zaten başka türlü bu başarı elde edilemiyor. Tam 19 yıl bu 90 saniye için çalıştım! Sonuç açıklandıktan sonra bir fotoğrafım var; kollarım yanda açık, bağırıyorum. İşte orada bir mutluluk patlaması yaşıyorum. Türkiye ekibinden ilk gördüğüm kişiye koşup sarıldım. Aslında antrenörümü arıyordum, meğer tam arkamdaymış, sonra ona sarıldım. Çünkü tek başına elde ettiğim bir başarı değil bu, birlikte yaptık ne yaptıysak. Bende inanılmaz emeği var.
Müthiş bir başarı elde ettin! Dünya Şampiyonu oldun. Gururumuzsun, genç sporculara rol modelsin. Neler hissediyorsun?
- Çok mutluyum. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar. Biraz şaşkınım da. Rüyada gibiyim sanki. Sporculuk kariyerimdeki üç hedef madalyadan biriydi, gerçekleşti.
Öbür ikisi ne peki?
- Biri Avrupa Şampiyonası’nda madalyaydı, 2018’de kazandım. Geriye Olimpiyatlar kaldı. İnşallah orada da madalya alacağım.
FİZİK KURALLARINA AYKIRI HAREKETLER YAPIYORUZ
İnsan Dünya Şampiyonu olduğunda nasıl bir duygu seline kapılıyor? Dans etmek mi istedin? Koşup antrenörüne sarılmak mı? Kız arkadaşını aramak mı? Sosyal medyaya post atmak mı?
- (Gülüyor) Ben ağlarım diye düşünüyordum ama ağlamadım. Sadece İstiklal Marşı okunurken biraz gözlerim doldu. İçimden hep “Şükürler olsun, emeğimin karşılığını aldım!” diyordum. Gerçekten çok çalıştım. Zaten başka türlü bu başarı elde edilemiyor. Tam 19 yıl bu 90 saniye için çalıştım! Sonuç açıklandıktan sonra bir fotoğrafım var; kollarım yanda açık, bağırıyorum. İşte orada bir mutluluk patlaması yaşıyorum. Türkiye ekibinden ilk gördüğüm kişiye koşup sarıldım. Aslında antrenörümü arıyordum, meğer tam arkamdaymış, sonra ona sarıldım. Çünkü tek başına elde ettiğim bir başarı değil bu, birlikte yaptık ne yaptıysak. Bende inanılmaz emeği var.
Fame’i kim getiriyor?
Piu Entertainment olarak biz! Çok da heyecanlıyız. Güzel bir iş. Türk izleyicisi de sevecek diye düşünüyoruz. Gerçekten keyif alacakları bir müzikal. Ana sponsorumuz Yapı Kredi. 75. yıl etkinlikleri kapsamında, 80’lerin ikonu bu müzikali İstanbul’a taşıyoruz.
Kaç kişilik bir ekip geliyor?
46.
Birebir aynı cast mı?
Evet, evet. West End’de şimdi sizin izleyeceğiniz cast’ın aynısı. Sadece Mika Paris yerine Josie Benson İstanbul’da sahneye çıkacak. Tek değişiklik bu.
OSCARLI KÜLT MÜZİKAL AYAĞIMIZA GELİYOR
- Heyyyoooo! Pınar seni tebrik ediyorum. 3 çocuk annesi bir mobilya tasarımcısısın. Veeeee çocuklara ödüllü tasarımlar yapıyorsun. Junior Design Awards’ta daha yeni “en iyi beşik kategorisi”nde ödül aldın! İngiliz firmaları arasında ödül alan tek Türk firmasının. Neler hissediyorsun?
Haber geldiğinde havalara uçtum! “İşte budur!” dedim. En şahanesi de İngiltere’de, dünya markaları arasında Türkiye’yi temsil etmek ve ödüle layık görülmek...
- Onaylanmış gibi hissediyor musun?
Kesinlikle! Doğru yolda olduğumun kanıtı oldu.
- İngiliz kraliyet ailesinin senin tasarımını seçmesi ne anlama geliyor? Senden daha iyi beşik yapan yok mu dünyada?
Tabii ki vardır, olmaz mı? Aynı soruyu ben de onlara sordum, “Neden ben?” diye. Çok araştırdıklarını, ürünlerimi özgün bulduklarını, tasarladığım tüm odaların iyi bir aile yaşantısına örnek teşkil ettiğini söylediler. 30 yıllık kraliyet muhabiri Robert Jobson, her şeyimizi araştırmıştı. Pek gururlandım.
O görüntüler karşısında hepimiz dehşete düştük. Bir baba, kızına resmen girişiyordu, inanılmaz bir şiddet uyguluyordu. O kızın adı Tuğba’ydı. Sizin de müvekkiliniz...
Evet.
Tuğba nerede, ne durumda şu anda?
Haluk Levent’in, Ahbap grubunun ve belediyenin katkılarıyla ona tutulan evde yaşıyor. Yüzde 87 engelli annesiyle birlikte. Tuğba gece gündüz ona bakıyor. Hakkında çıkan yalan yanlış haberlere çok üzüldü tabii. Ama güçlü bir kız.
Nasıl bir hikâye onunki? 19 yaşında gencecik bir kızdan söz ediyoruz değil mi?
Evet, omuzlarında çok ağır bir sorumluluk var. Biz aslında bir çocuktan söz ediyoruz. 19 nedir ki? Annesi 11 ay önce beyin kanaması geçiriyor. Tuğba o sırada çalışıyor, işinden ayrılmak zorunda kalıyor ve önce hastanede annesine bakıyor. Annesinin her türlü ihtiyacını o karşılıyor. Annesini yediriyor, içiriyor, altını temizliyor... Hem hastabakıcısı hem hemşiresi hem de her şeyi. Bizzat tanık olduğum bazı şeyler var. Annesiyle ifadesi alınırken birlikteydim. 25 dakika filan sürdü, bana 25 saat gibi geldi. Normal ağızdan beslenemiyor, aldığı her şeyi geri çıkarıyor. Sürekli birinin yardımına ihtiyaç duyuyor. Otururken, yürürken, konuşurken, beslenirken, hareket ederken... Gece gündüz birinin onunla ilgilenmesi gerekiyor. Bütün o yük, 19 yaşındaki o kızın omuzlarında.
‘SATANİST O... UYUŞTURUCU KULLANIYOR’ DİYE İĞRENÇ İFTİRALAR ATTILAR!
Bir sürü işin altından kalkıyor. Bu arada Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu üyesi. Dünyanın çeşitli coğrafyalarında tecrübelerini paylaşıyor. Yeni çıkan kitabı ‘Çürük Elmalar ve Masum Mahkûmlar’ vesilesiyle buluştuk.
Pazar başlayan röportaj bugün de devam ediyor...
- Suçu aydınlatma konusunda biz ülke olarak ne vaziyetteyiz?
Her ülkenin polis teşkilatının yıldızlaşan soruşturmaları var. Ama herkes her suçu aydınlatamaz. Türkiye’nin de yıldızlaşan soruşturmaları var. Mucizeler kimi zaman otopsi salonunda, kimi zaman olay yerinde, kimi zaman da laboratuvarda yaşanır. Ayakkabıya takılıp kalmış bir cam parçası, kurbanın saçları arasındaki bir yaprak bile soruşturmayı başarıya götürebilir. İntihar süsü verilen cinayetleri, kaza sanılan intiharları, hatta cinayet sanılan intiharları... Kısacası, bazen fail tarafından sahnelenen, bazen olay yerini inceleyenlerin düştüğü tuzaklar ya da onaylama önyargısıyla hareket ettiği durumlarla karşılaşılabilir. Burada mesele, “olay yeri incelemesi”nin iyi yapılması...
- Bir türlü sonuçlanamayan Şule Çet davasında sizce sorun ne?
Bence soruşturmada eksikler var.
- Filmlerin, romanların ya da sosyal medyanın suç oranını arttırdığı, suça teşvik ettiğini iddiası için ne diyeceksiniz?
Suçu arttırdığını kesin olarak kanıtlayan bilimsel bir araştırma bulunmuyor. Ama bunların intiharı özendirdiği muhakkak! Romalı din bilgini Tertullianus, “Şu oyunları izlemeyin, toplumu şiddete ve kan dökmeye yöneltiyor!” demişti. Sözünü ettiği gladyatör dövüşleriydi. Demek ki 1800 yıldır aynı şey söyleniyor.
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
Sizdeki enerji kimsede yok! Bir taraftan dünyanın dört bir yanına yaptığınız mesleki seyahatler, bir taraftan üniversitede hocalık, bir taraftan yeni kitap, bir taraftan da TLC’deki yeni program... Pek çok program yaptınız bugüne kadar, yakında başlayacak bu programın diğerlerinden farkı ne?
- ABD’de çözümü yıllar, hatta on yıllar almış, gazetelerde defalarca manşet olmuş, TV programlarında tartışılmış, kimi yakın zamanda sonuca ulaşmış, kimi hâlâ tartışılan vakalarla ilgili bir program bu. Cinayetler, intiharlar, kazalar... Her bir bölümün içine girerek yorum yapmamı istediler.
Delil avcısı, haksız mahkûmiyetleri önler
◊Sizi nasıl buldular?
- Sanırım dünyada, Türkiye’de olduğumdan daha meşhurum! Hele Amerikan ve Avrupa kriminalcileri arasında... Birçoğunu şahsen tanırım. 1980’lerden başlayarak profesyonel derneklere de üyeyim.
◊Siz, bir ‘delil avcısı’sınız. Bu tam olarak ne demek?
- ‘Delil Avcısı’, “Ben yaptım!”, “Ben gördüm” ya da “O yaptı” diyenlere itibar etmeyen, yani gördüğüne, duyduğuna inanmayan; bir suçu mutlaka delillendirmeye çalışan, haksız mahkûmiyetlerin ancak böyle önlenebileceğine inananları tanımlayan bir kavram. 2005-2010 arasındaki Hürriyet Pazar ekinde yazdığım sayfanın da adıydı bu. Kanat Atkaya’yla Ertuğrul Özkök’ün birlikte buldukları bir isim.
Sosyal medyaya yansımasaydı, kimsenin ruhu bile duymayacaktı...
Babası tarafından şiddete uğrayan Tuğba...
“Yardım edin!” çığlıkları hâlâ hepimizin kulağında.
Bu babası kızın ya... Öz babası!
Var mı dünya üzerinde böyle bir adilik!
Resmen işkence ediyor kıza...
Ve biz bu görüntülere tesadüfen ulaşabildik. Engelli -belki de engelli dememek gerekiyor, yüzde 87- ve özel durumda olan annesi tarafından çekilen bu görüntülere...
Bunun üzerine Aile ve Sosyal Çalışma Bakanlığı,
O şahane bir seksolog, danışman ve eğitmen. İnsan “seksolog” lafını duyunca önce bir “Bu ne ya!” oluyor di mi? Ben olmuştum. Karşımda inanılmaz donanımlı birini görünce de şaşırmıştım. Sıkı bir eğitimi var. Önce The University of British Columbia’da sosyoloji ve cinsellik bilimlerinde lisans eğitimi, ardından Curtin Üniversitesi’nde seksoloji yüksek lisansı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde pazarlama iletişimi yüksek lisansı. tabukamu.com ve reglhikayeleri.com web sitelerinin de kurucusu. Dünyayı takip eden, açık beyinli biri. Avrupa Seksoloji Federasyonu Genç Komitesi üyesi ve araştırmacısı, Dünya Cinsel Sağlık Derneği, Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği ve Amerikan Cinsel Eğitmenler, Danışmanlar ve Terapistler derneklerinin de üyesi.
Çok faydalı bir kitaba imza attı. Çocukları olduğu kadar yetişkinleri de aydınlatacak bir kitap: ‘Hoş Geldim’. Sadece bilgilendirici değil, eğlenceli de...
Ben Alya’dan biliyorum, sorduğu milyonlarca soru arasında en üst sıralarda yer alan soru, “Ben dünyaya nasıl geldim?”di. Ben hiç “Yavrum, seni leylekler getirdi!” demedim. Ama zorlandım, çünkü çok ayrıntıya girmek de istemedim. O zaman tabii Rayka’nın kitabı da yoktu. ‘Hoş Geldim’, benim gibi bocalamak istemeyen ebeveynlerin hayatını kolaylaştıracaktır. Rayka’yı yakaladım, sordum...
- Nerden çıktı bu kitap? Hangi amaca hizmet etmek için yazıldı?
Çocukların en sık sorduğu, ebeveynlerde da en çok panik yaratan soru: “Ben nereden geldim?”. Bu sorunun temelinde varoluşçu bir yaklaşım olsa da ebeveynler tamamen cinsellikten ibaret olduğunu ve çocuklarının yaşlarına uygun olmayan bir şey merak ettiğini düşünebiliyor. Yalan söylemekle kafa karıştırıcı bilgi vermek arasında gidip gelebiliyor. İşte bu kitabı, bu süreçte çocukların “Ben nereden geldim?” sorusunu cevaplamak isteyen tüm anne-babalar ve yetişkinler için hazırladık.
- Piyasadakilerden farkı ne?
Hem dili hem de çizimleri farklı. Kitap, “Ben nereden geldim?” sorusunun cevabı arayan, kendine bugüne kadar anlatılan hikâyeleri sorgulayan bir çocuğun ağzından yazıldı.
- N’apıyor bu çocuk?
‘Deliha’ları çok sevdim ben. Sen o seriyle erkek komedi dünyasına kafa mı tuttun?
Deliha’nın ilk filmi çok yadırgandı başta. Afişte tek başına bir kadın karakter o kadar az ki! Türkiye’de de dünyada da. Erkeğin kadın komedisine bilet alması zor. Hâlâ da zor. Bütün dünya kadınları olarak bu önyargıyı kırmaya çalışıyoruz. O yüzden, erkek komedi dünyasına değil de seyircinin önyargısına kafa tuttum diyelim.
Seni Recep İvedik mizahı yapmakla eleştirdiler, buna vereceğin cevap nedir?
Şahan’ın çok üstüne gidiyorlar, gittiler. Komedinin amacı güldürmek. Ve mizahın farklı çeşitleri var. Biri İngiliz komedisi sever, diğeri Amerikan. Biri diyalogdan hoşlanır, diğeri beden komedisinden. Benim o noktada eleştirildiğim için üzüldüğüm şey şuydu: Başka bir filmi taklit etmişim gibi lanse edildi. Oysa kendi küçüklüğümde de olduğu gibi, erkekler tarafından kabul görmek veya kendini savunmak ve korumak amacıyla hafif erkeksi hale girmek zorunda kalmış, sevimli ama kaba saba bir kız çocuğu hikâyesiydi o. Yeri gelmişken kendimi de eleştireyim...
Evet, dinliyorum...
İlk filmde cinsiyetçi birkaç şakam vardı. Uyardılar. O yüzden sonraki filmde hepsini yok ettim! Çünkü haklılardı. Artık Deliha’yı kıyafet alışverişi, kuaför, makyaj ve zayıflama çabaları olan “müzikli bir güzelleştirme fırtınası” içinde göremeyecekler.
‘ELTİLERİN SAVAŞI’ GELİYOR
Sen benim için bu ülkedeki en yetenekli kadınlardan birisin. Yazıyorsun, çiziyorsun, düşünüyorsun, gerçekleştiriyorsun... Hayal ettiğin rol için manyak kilolar alıp sağlığını tehlikeye atıyorsun. Senaryoyu yazıyor, oynuyor, bir de üstüne filmi yönetiyorsun...
- Çok teşekkür ederim. İnsanın hayran olduğu bir kadından övgü duyması çok güzel.
ÜRETMEK TÜM KADINLARA ÇOK YAKIŞIYOR
Şimdi de çok farklı iki çocuk kitabı yazdın. Harbi yaratıcı kitaplar. Bütün bunları niye yapıyorsun?
- Ya ben boş duramıyorum, üretmeyi seviyorum. Denemeyi seviyorum, denemekten de korkmuyorum. Neyi sevip neye dokunmam gerektiğini iyi biliyorum galiba. İlkokulda tahtaya çıkıp kendi yazdığım skeçleri oynayıp bütün sınıfı güldürürdüm. Bayramlarda da evde yapardım. Yani özünde insanları güldürmeyi ve ortamı yumuşatmayı seviyorum. Bu da seçtiğim alanlarda proje üretmemi sağlıyor. Üretmek insana iyi geliyor.
Sence insanlar seni anlıyorlar mı? Çabanı, kendini ne kadar paraladığını...
- Anlayan da oluyor, gıcık olan da! Ben anlayıp ilham alsınlar istiyorum. Özellikle kadınlar. Çünkü durmadan üretmek ve çabalamak hepimize çok yakışıyor.
Seni tanıyalım...
Ben Duygu. 26 yaşındayım. ODTÜ İşletme mezunuyum. Okurken bölüme bir türlü ısınamadım, kendimi çok ait hissetmiyordum. Yaratıcılığıma engel olan, zihnimi baskılayan bir tarafı vardı. Bir şirketin hayallerinin peşinde koşturmak tüm topluma, en çok da kendime haksızlık etmek gibi geliyordu. Ben insana dokunan bir iş yapmak istiyordum. Yan dal olarak ürün tasarımı okumaya karar verdim. Bir ürünün tasarımı süreci insanlığa dair o kadar çok şey söylüyordu ki. Ben de hayatımın direksiyonunu buraya kırdım, yüksek lisansımı da gene bu bölümde, sosyal inovasyon için tasarım alanında geçtiğimiz ay tamamladım. Eşzamanlı olarak da hayatıma Azra ve “Joon” girdi.
‘Joon’ neyin nesidir? Kimin sesidir?
“Joon”, eşitsizlikleri ortadan kaldıran bir dünya yaratmak isteyen ve tüm gücünü kuvvetini buna vakfetmeye hazır iki kadının hayali aslında. Benim ve Azra’nın. Sonra İrem ve Cansu da eklendi bize. Dezavantajlı üreticilerin ekonomik olarak güçlenmelerini sağlayan, bunu da bunu tasarımın sihirli değneğiyle gerçekleştiren bir köprü kurmaya çalışıyoruz...
‘Joon’un anlamı ne? Uydurduğunuz bir kelime mi, bir anlamı var mı?
Farsça “Can, yaşam” demek.
Yanlış anlamıyorum dimi? Siz dezavantajlı grupların -kadınlar, engelliler ve mülteciler gibi- üretmesi için çabalıyorsunuz... Neden?
Ben bir dönme annesiyim
Benim dünyadan haberim yoktu.
Mehtap, bir film yolladı.
Zarfı açtım ve izlemeye başladım.
Filmin adı ‘Benim Çocuğum’.
Bir belgesel.
Dünyanın en sade, en yalın belgeseli.
Su damlası gibi.
Ne süsü var ne püsü.
7 kişi konuşuyor.
Koltuğa oturuyorlar, tek tek, gözünüzün içine bakarak çocuklarının hikâyelerini anlatıyor.
Ve onlarla birlikte neler yaşadıklarını.
O su damlası gibi belgesel beni inanılmaz çarptı.
Ağlamaya başladım, böğüre böğüre.
Ne kadar etkilendiğimi, ne kadar sarsıldığımı ifade etmeye kelimeler yetmez.
İNANILMAZ CESURLAR
Onlar, LİSTAG anneleri-babaları.
LİSTAG, lezbiyen, gey, biseksüel ve transseksüel çocukların anne ve babalarından oluşan bir grup.
Birbirlerini bulmaları çaresizlikten, iflah olmaz yalnızlıklarından, çocuklarının acımasızca dışlanmalarından.
Önce iki anne bir araya geliyor, sonra babalar da ekleniyor.
Bu filmde sadece 7’sini izliyorsunuz.
Ama onlardan daha çok var.
Filmde gördükleriniz ‘dile gelenler.’
Cesurlar, inanılmaz cesurlar.
Karşı durduklarını, göze aldıklarını düşündüğünüzde siz de hak vereceksiniz.
Müthişler.
Ezber bozuyorlar.
Onları izleyince, “Ben de anne miyim be!” dedim.
Ben çocuğum için bu kadar mücadele edebilir miydim?
Bu kadar yürekli olabilir miydim, onu olduğu gibi kabullenebilir miydim?
Onlar kadar dirençli, onlar kadar savaşçı olabilir mi?
Onların başa çıktıkları zorlukların üstesinden gelebilir miydim?
Utandım biliyor musunuz…
Onları bu kadar ‘ötekileştirdiğimiz’ için, onları bu kadar yalnız bıraktığımız için utandım.
Ve LİSTAG annelerine-babalarına şapka çıkardım.
Yaşadıklarını belgesel yapmaya karar veren Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Can Candan’a da…
Mehtap’ı aradım, “Buluşmak istiyorum bu insanlarla” dedim.
Gazeteye geldiler.
Huzurlarınızda tek tek hepsine teşekkür ediyorum.
Onlardan çok şey öğrendim.
Bunca yıl eşcinsellerle, transseksüellerle ilgili haber yapmış olmama rağmen bilmediğim ne çok şey varmış.
Önyargım yok zannederken, varmış…
Hepsini teker teker yıktılar.
Ben de zannederdim ki, LGBT çocukların mutlaka ailelerinde bir sorun olması gerekiyor ya da geçmişlerinde bir taciz, tecavüz öyküsü…
Ne kadar yanılmışım.
Bu ne hastalık ne heves…
Ne de dış müdahalelere bağlı bir olgu…
Bu, bir varoluş şekli.
Yaşadıkları acıları, zorlukları ne kadar anlatsam yetmeyecek.
Hele bizimki gibi homofobik bir ülkede…
Ama insana umut veren bir ışık da var:
Bu insanlar, evlatlarını reddetmemişler, dışlamamışlar, öldürmeye kalkmamışlar ya da yurtdışına postalamaya çalışmamışlar, “Senin yüzünden çevreme rezil olurum, iş yapamam!” dememişler.
Çocuklarının yanında yer almışlar.
Onlarla, omuz omuza direnmişler.
Ama bu zannettiğiniz kadar kolay olmamış, çok fazla sorgu sual, çok fazla gözyaşı, çok fazla mücadele…
Şimdi artık aktivistler.
LİSTAG aktivisti olmak için eşcinsel olmak gerekmiyor, heteroseksüeller de LGBT’lerin hakkını savunuyor.
Onların şimdi çocuklarıyla daha huzurlu bir ilişkisi var, amaçları Türkiye’de diğer LGBT’lere ve onların ailelerine yardımcı olabilmek…
Bu olguyu sadece ailelerin değil toplumun da kabullenmesini sağlamak.
Ben hepsinin, kızı lezbiyen olan Zeki’nin hikâyesini, oğlu eşcinsel olan Ömer ile Şule’nin, oğlu gey olan Günseli’nin hikâyesini dinledim.
Hepsini yazmaya kalksam kitap olur.
O yüzden bugün çocuğu transseksüel olan Pınar’ın öyküsünü anlatmayı tercih ettim.
Sizi onunla baş başa bırakıyorum…
HAMİŞ: LİSTAG’cılara şu numaradan ulaşabilirsiniz: 0531 467 77 53.
Bedenim başka, ben başkayım
Sorunlar ne zaman başladı?
- 2006’ydı, 16 yaşındaydı. Karşıma geçti, “Anne anlamıyor musun, benim bedenim başka, ben başkayım!” dedi. Anlamadım. “Anne, ben kızım!” dedi. Anlamadım. Boş boş yüzüne baktım. Ne de olsa, pantolon giyen, kravat takan, kolejde okuyan bir çocuk. Konduramıyorum. Dışı erkek, görüntüsü erkek.
Peki neler geçti aklınızdan “Ben kızım!” deyince?
- “Bu şizofren herhalde!” diye düşündüm. Binlerce soru üşüştü beynime: Ya ruhsal bir bozukluk, ya ergenlik geçişi. Yoksa biri buna tecavüz mü etti? Anlayamıyorsun, “Bu işte bir hata var!” diyorsun, “Ama ne?” Çünkü bize öyle öğretilmiş. Ya kız çocuğu doğuruyorsun ya erkek. Penisi varsa erkek, vajinası varsa kız. Başka seçenek yok. Ben bir ‘trans bebek’ dünyaya getireceğimi bilmiyordum ki. Trans nedir onu bile bilmiyordum. Sadece sokakta gördüğümde, herkes gibi ben de ürküyordum, “Bunlar neden böyle? Aileleri nerede? Niye böyle bir şeye heves etmişler?” diye soruyordum kendime.
Bir çare aramadınız mı?
- Aramaz mıyım? Çocuğumu kaptığım gibi doktor doktor dolaşmaya başladım. İddialıyım, “Değiştireceğim, düzelteceğim!” Ona sarıldım, “Merak etme, çaresine bakacağız evladım!” dedim. Çünkü anneler her şeye bir şekilde çare bulur ya. Epeyce bir psikiyatrist gezdim. Yatırlara gittim. Aya İrini’lere çıktım. Adaklar adadım. Direniyorum ama doktorlara ödediğim paralar beni bitirdi, iflasın eşiğine geldim, dört kredi kartım tükendi, eve hacizler geldi. Ama devam ediyorum, çocuğun beyin elektrosunu çektiriyorum. Ne derlerse yapıyorum, takıntılı bölümü varmış, onu açacaklarmış…
Teşhisleri takıntı mıymış yani?
- Ooo bir sürü şey dediler! Takıntı, ruhsal bozukluk, kişilik bozukluğu, ergenlik geçişi, gizli homoseksüellik… Acaba babası yüzünden mi? Boşanmış aile çocuğu diye mi? Kendimi suçluyordum: “İşe giderken, siz evi derleyin toplayın, bulaşıkları yıkayın derdim. O sebepten mi? Erkek çocuğa öyle dememek mi lazım?” Bir gün o dünyanın parasını harcadığımız doktorlardan birinin yanında çocuğum, “Anne yeter! Bıkmadın mı?” dedi. Adama döndü, “Sen de annemin kafasını karıştırma! Ben gizli homo değilim” dedi.
Psikiyatrislerin bir faydası olmadı mı yani…
- Hepsinin yaklaşımı farklıydı. Önce IQ testi yapıyorlar, o iyi bir şey, anne olarak rahatlıyorsun, “Çocuğumun aklı yerindeymiş” diyorsun. Ama onun dışında herkes başka bir yorum yapıyor. Daha o zaman bilincim açılmamış, kendimle de yüzleşmemişim. 2006-2008 arası inanılmaz debelendim. Üroloğa bile götürdüm…
O niye?
- Tecavüze mi uğradı diye. O yüzden mi böyle diye. Ne bileyim, bize öyle öğrettiler.Böyle bir şeyin altında mutlaka taciz, tecavüz vardır. Aslında o kadar basitmiş ki kendime soracağım sorular ve alacağım yanıtlar.
Nasıl yani?
- İnsanın aklına ilk önce, “Bu hormonal bir şey mi?” diye geliyor. Bu çocuğun, testosteronu mu az? Sonra okumaya başladım. Hormonu eksik bir adam, kadın mı oluyor? Hayır, sadece çocuğu olmuyor. Peki hormonu eksik bir kadın? Bıyıklanıp, sakallanıp erkeğe mi dönüşüyor? Hayır, sadece âdet göremiyor, yumurtlayamıyor, anne olamıyor. O tezim çökünce kendime sordum: “Ben niye kadınım?” Kadın olmak için bir şey yaptım mı? Hep çok süslüydüm, çok kokoştum, kim böyle olmamı istedi? Anladım ki, ‘kadın’ olmamda benim hiçbir dahlim yok. Dünyaya böyle geldim. ‘Peki bu iş hevesle olur mu?’ diye sordum kendime. Acaba internetten biri benim çocuğumun beynini mi yıkadı? Sonra düşündüm, insan istemediği bir şeye ne kadar heves edebilir? Ben kadınım, kadın olmayı seviyorum, ne kadar bıyık takabilirim? Ancak bir tiyatro oynarım da bir saatliğine bu role girerim. Heves tezim de çöktü…
DOKTORUNU ARADIM, “BUNUN MEMELERİ VAR!” DEDİM
Böylece mi onu kabullendiniz?
- Hayır, hâlâ kendimle savaşıyordum. Son gittiğimiz psikiyatr bize iyi geldi. Doktordan sonra bir alışveriş merkezine gittik, tişört alacağız. Hâlâ inat ediyorum, “Değiştirebilir miyim onu?” acaba diye. Mağazanın erkek bölümünü gitmek istiyorum, o istemiyor. Sürekli bir itiş kakış, kavga. Sonra seçtiklerini denemek için kabine girdi. O da ne! İki tane memesi var! Kadın memesi gibi! Ufak mufak ama meme. “Bunlar ne!” diye bağırmaya başladım.
Nasıl oluyor?
- Oluyor işte! Gizli gizli hormon alıyormuş. “Ada çayı çok içtim” dedi. Östrojen var ya adaçayında. “Olur mu öyle şey!” dedim. Yanıyor içim. Hemen doktorunu aradım, “Bunun memeleri var!” dedim. “Haaa tamam” dedi, “O zaman artık başka bir yere götürmeniz lazım.” Çapa’ya Profesör Şahika Yüksel’e gönderdi.
Şahika Hoca ne dedi?
- Önce çocuğumla konuştu, sonra beni çağırdı. “Ne bekliyorsunuz benden?” dedi. “Çocuğumun yaşadığı sorunun ne olduğunu öğrenmek istiyorum” dedim. “Ruhsal bir bozukluğu mu var? Anne baba ayrı diye öç mü alıyor bizden?” Şahika Hoca dedi ki, “Hiçbiri değil. Ne sizin ne eşinizin suçu var. Çünkü ortada suç yok. Bir çocuk, ailesine kızgınsa evden kaçar, ailesine sert davranır, şiddet gösterir, uyuşturucu kullanır, ama cinsel organlarıyla oynamaz!” Peki ne o zaman?” dedim. “Bazı çocuklar böyle doğar, böyle yaşar ve böyle ölürler” dedi, “Çocuğunuz transseksüel. Yapmanız gereken bu gerçeği kabullenmek, ona destek olmak ve onu sevmek!”
Eeee?
- Duvara toslamış gibi oldum! “Peki hocam” dedim, çıktım. İki çocuğum da yanımdaydı. “Siz gidin” dedim, “Biraz yalnız kalmak istiyorum.” Bahçeye çıktım, böğüre böğüre ağlamaya başladım. Bana bunu öğretmeyenlere, böyle bir şeyin mümkün olabileceğini söylemeyenlere kızdım. Çok kızdım. Bilseydim ki, hamile olduğumda bir transseksüel bebek de dünyaya getirebilirim, bu kadar acı çekmezdim, kabullenmem daha kolay olurdu. O gün, 16 yaşındaki erkek çocuğum ölürken, 16 yaşında çok zor bir kız çocuğu dünyaya gelmek üzeriydi. Dişi vardı, saçı vardı, talepleri vardı. Ve bu, biyolojik hamilelikten daha zordu, ‘dışarıda bir hamilelik’ olacaktı…
1961’de doğdum. Annem öğretmen, babam hâkim. Tipik bir Türk kızı gibi büyütüldüm. Hava kararmadan eve girer, büyüklerinin karşısında bacak bacak üstüne atmaz, olur olmaz gülmez, herkesle konuşmazdım. Elâlemin ne dediği çok önemlidir. “Aman kötü bir şey söylemesinler!” Bakıyorum da, zaten hep elâlem için yaşamışım. 1984’te evlendim. Görücü usulüyle. Kırmızı kuşağımla. Eşim göz doktoruydu. İki oğlumuz oldu. 14 yıl sonra boşandık. Oğullarımla birlikte benim de özgürlük savaşım başladı. Hayatımda ilk defa elâlemin ne dediği umrumda değildi.
Sen erkeksin, erkek gibi davran
İki çocuğumla da çok yakınım. Birincisi Alman Lisesi’nde okudu ve Viyana’ya gitti, üniversiteyi orada okudu, orada yaşıyor. Anlattıklarım ikinci evladımın hikâyesi. İki yaşından beri hep böyle kız gibiydi. Daha narin, daha naif, daha kırılgan, daha edalı bir çocuk. “Yapma!” derdim, “Öyle kız gibi. Sen erkeksin! Erkek gibi davran!” Ben azarladıkça sessiz kalıyordu. Gözlerini gözlerime dikip öylece duruyordu.
‘Elâlem mi çocuğum mu?’ sorusuna vereceğim cevabı seçmiştim: Elbette çocuğum
Gey olsaydı daha mı kolay olurdu?
- Hayır, hepsi aynı. Bildiğimizin dışında karşılaştığımız her şey bizi korkutuyor. Orada o bahçede, “Babam ne diyecek, annem ne diyecek, komşular ne diyecek, okul ne diyecek, çevre ne diyecek?” diye düşünmeye başladım. Sonra birdenbire hatırladım ki, bütün anneler gibi, ben de onu kucağımda emzirirken, “Sana bir şey olmasın diye canımı bile veririm” dememiş miydim? O zaman neyi reddetmeye çalışıyordum? Her şart altında, çocuğum değil miydi? O anda karar verdim, onun için mücadele edecektim. Ona yeniden nefes aldıracaktım, onu hayata hazırlayacaktım. Kendi ayakları üzerinde durması için ne gerekiyorsa yapacaktım. Ne yaptıysam elâlem için yapmıştım ama şimdi “Elâlem mi çocuğum mu?” sorusuna vereceği cevabı seçmiştim: Elbette çocuğum!
Ooooo müthiş bir karar!
- Evet öyle. Eve döndüm, çocuğumu sevdim, öptüm. Ve savaş başladı. Kolay değil. Geçiş gerçekten zor. Değişim ve dönüşüm sürecinde onun adımlarına kendinizi uyduracaksınız. Duygularınızla da ona yetişeceksiniz. Bir taraftan da etrafınızın da kabullenmesini sağlayacaksınız.
Peki, okul?
- Almak zorundaydık. Rehberlik hocası, ders ortasında neden sürekli tuvalete gittiğini anlayamamış. Ben çözdüm. Atığını bile erkekler tuvaletine bırakmak istemediği için, herkes dersteyken kızlar tuvaletine gidiyormuş. Bir sürü problem çıktı. Açık liseye verdim.
Ya terapiler? Sürdü mü?
- Çapa’nın uyum terapisine gidiyordu. Her şey yavaş yavaş oluyor, bir cinsiyetten diğerine bir anda geçilemiyor. Müthiş bir patlama yaşıyorlar. Kaşı en incesinden yapıyorlar, tırnakları en uzunundan takıyorlar. Odasında bir gün cımbız, bir gün törpü buluyordum. Gittim makyaj takımı aldım, korkularımın üstüne gittim. “Bak böyle yapılıyor makyaj” diye gösterdim. Hemen “Kızım” da diyemiyorsun. Geçiş döneminde ‘trans bebek’ gibi oluyorlar, saçları oksijenle açılmış, kaşları incelmiş, yürüyüşleri değişmiş. İçindekini yapmaya uğraşıyor, kendiyle savaşıyor ama tam ne yaptığını da bilmiyor. Bir tür bebek yani. Bir de yıllarca onlara baskı yapmışız, “Erkek dediğin şöyle olur, böyle olur!” diye. Nasıl acı çektiklerini anlatamam. Hani o sokakta görünce kafamızı çevirdiğimiz translar var ya, her şeyi abartılı olanlar, işte onlar, o geçişin en ağır dönemini yaşayanlar.
Akşamları sokağa çıkmasından korkuyor muydunuz?
- Çıkartmıyordum ki. Çünkü kimliği mavi, kendi pembe. Ve herkes zannediyor ki hepsi kaldırım üstünde. O yüzden onu hep okuması yönünde teşvik ettim. O ojesini sürerken, ona tarih okuyordum, coğrafya okuyordum. Gittim sutyen aldım. O sutyeni ona takarken hem mutlu oldum hem acı çektim. Ama bir gün baktım ki artık “Kızım” diyebiliyorum. Çarşaflarını, yastıklarını, yatak örtüsünü değiştirmişim, pembeleştirmişim. Onu mutlu etmek için dantelli iç çamaşırları almışım…
İLK AĞDASINI BİLE BEN YAPTIM
Cinsiyet değiştirme operasyonunu ne zaman geçirdi?
- Terapilerini bitirince endokrine girmeleri gerekiyor, hormon almaya başlıyorlar. Sonra lazeriydi, ağdasıydı. İlk ağdasını ben yaptım. Şimdi düşünüyorum da çocuğumu koruyup kollamasaydım, büyük bir ihtimalle kaybedecektim. Onu kaybetmek için doğurmadım ki. Yaşatmak için dünyaya getirdim. Ne olursa olsun, o beni evladım. Ondan ne arlandım, ne utandım, ne sıkıldım. Evimi de değiştirmedim. Yeni bir hayat kurmaya da kalkışmadım. Hâlâ aynı mahallede oturuyoruz.
Peki etraf… Etraf ne dedi?
- Hiçbir şey! Ne diyecekler? O benim çocuğum. Kol kola girip sokaklarda birlikte yürüdük. Onun annesiyim, sağlam ve dik durmam gerekiyordu. Durdum. Önceleri tuhaf tuhaf bakanların karşısında başımı öne eğer gibi oldum, sonra “Niye ya?” dedim, ben onlara dik dik bakmaya başladım. Bu sefer gözlerini kaçıranlar onlar oldu…
Sonra?
- Ameliyat geçirdi iki sene önce. Ben daha heyecanlıydım. Uzun bir süre hamilelik dönemi geçirmiştim ve artık bebeğim, genç kızım dünyaya gelecekti. Şekerler yaptırdım, odasına pembe balonlar astım, birlikte kutladık. Her şeyi hak etti, çünkü çok acı çekti. Geldi yakama, “Anne, ben neyim?”, “Anne, ben neden böyleyim?” dedi. O dedikçe ben çıldırdım. Kapıya paspasın üzerine yığıldı, “Anne bana dönme diyorlar!” dedi. Bu sefer ben başladım, “Ben bir dönme annesiyim” demeye. Evet öyleyim ve bundan utanç değil, gurur duyuyorum. Çocuğuma ve bütün trans çocuklarına ‘dönme’ diyorlar, tıp dilinde de ‘transekssüel’. Bu tanımların gözümde hiçbir değeri yok. O benim çocuğum, prensesim, meleğim. Onu ötekileştirirken, farkında olmadan beni de ötekileştiriyorlar. Benim ne farkım var, ben de bütün anneler gibi dokuz ay onu karnımda taşıdım. İster miyim çocuğumla alay edilsin, çocuğum aşağılansın, ona hakaret edilsin? Niye onu zorlukların içinde yalnız bırakayım? Allah’a şükür ameliyat sorunsuz geçti. “Sana ne alayım, ne istiyorsun?” dedim.
Ne istedi?
- O zaman da çok üzüldüm. O çocukken ne zaman bebekle oynamak istese, önüne kamyon koyuyordum. Ne dedi biliyor musun? “Anne hiç Cindy bebeğim olmadı!” 24 yaşındaki koca kızım, ameliyat olduktan sonra oturdu Cindy bebekle oynadı.
PEK ÇOK TRANS GENCİN ‘MAMİ’SİYİM
Nasıl hissettiniz ameliyat sonrası?
- Yeni doğum yapmış bir anne gibiydim. İnanılmaz aşamalardan geçtik, bir duygudan bir başka duyguya savrulduk. Ama o kendini mutlu hissettiğinde, yaşadığım bütün acıları unutuyordum. O yüzden de diyorum ki, bu süreçleri bizlerden daha iyi bilen yok. Çünkü bizler, anne-babalar, bütün her şeyi onlarla birlikte yaşadık. Bütün isteğimiz, aileler bunu kabullensin, çocuklarını sarıp sarmalasın. Şu anda pek çok trans gencin ‘mami’siyim. Benimle dertleşiyorlar, “Annemle konuşur musun?” diyorlar, “Açılamıyorum ona” diye boynumda ağlıyorlar.
Şimdi nasıl hissediyor kızınız?
- Çok güzel, çok mutlu. Okuyor. Arada erkek arkadaşları, flörtleri oluyor. Trans demezsin ama transseksüel bir kadın olduğunu gizlemiyor. “Beni seven her halinle sever, sevmeyene güle güle” diyor. Bunca acıdan sonra hayat güzel, bize güzel…
Fotoğraf: Emre Yunusoğlu