TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Behice Boran 100 yaşında
Uğur Mumcu, “Ne ilginç rastlantı” der, “siyasal kişiliğiniz doğum tarihinizle başlamış.” Mayısın “ilk günü” doğdu. Amerikan Koleji’ni birincilikle bitiren “ilk” Türk kızı oldu. Cumhuriyet’in “ilk” öğretmenlerindendi. “İlk” kadın sosyologdu. Üniversiteden kovulan “ilk” kadın öğretim üyesiydi. Parti genel başkanlığı yapan “ilk” kadındı. TBMM ve Avrupa Parlamentosu’ndaki “ilk” sosyalist Türk kadın milletvekiliydi. Sürgünde ölen “ilk” kadın Marksist kuramcıydı. İşte bir devrimcinin hikâyesi...
TARİH: 1 Mayıs 1979.![/images/100/0x0/55eab112f018fbb8f890952c]()
Hükümet, İstanbul’da 30 saat süreyle sokağa çıkma yasağı ilan etti.
Behice Boran 69 yaşındaydı.
Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı’ydı.
Yasağın, işçi sınıfının hak ve özgürlükleri uğruna yıllardır verdiği mücadelenin kırılması anlamına geldiğini açıkladı. Bir yurttaş olarak Taksim’de olacaktı.
Partili arkadaşlarıyla DİSK önünde buluşup Taksim’e yürüyüşe başladıklarında, ilk polis dipçiğini o yedi. Yere düştü. Beyaz saçlarından kan sızıyordu yüzüne. Zorlukla ayağa kalktı.
Polisler evine götürmek istedi. Reddetti. Arkadaşlarını yalnız bırakmayacaktı.
Tutuklandı. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’ndaki duruşmada hâkim karşısına çıkarıldı.
Hâkim sordu: Çıktınız mı?
- Çıktık.
- Ne yapacaktınız?
- Taksim’e doğru yürüyecektik.
- Peki neden çıktınız?
- 1 Mayıs emeğin bayramı, mücadele günüdür. Biz de o sınıfın partisiyiz, çıktık.
- Nereden çıktınız?
- Merter’den çıktık.
- Nereye gidecektiniz?
- Taksim’e.
- Merter neresi Taksim neresi, uzun yol, siz yaşlısınız, nasıl gideceksiniz?
- Dinlene dinlene...
Behice Boran, bir uzun yürüyüşün en soluklu devrimcilerinden oldu.
Göçmen kızı
Ailesi Kazan Tatarıydı.
1890’larda Bursa’ya göç etmişlerdi.
Tahıl ticareti yapan Sadık Bey ile Mahire Hanım’ın kızı olarak 1910’da doğdu.
Üç kardeşin en küçüğüydü.
Behice Boran ilkokula Bursa’da başladı.
Kurtuluş Savaşı döneminde Yunanlılar Bursa’ya girince, ailesiyle İstanbul’a göç etti.
Babası okuryazar, aydın bir adamdı. Çocuklarının yabancı dil eğitimine çok önem veriyordu. Fransız okuluna yazdırıldı. Bu okul kapatılınca Arnavutköy’deki Amerikan Kız Koleji’nde okumaya başladı.
1927’de orta, 1931’de lise kısmını birincilikle bitiren ilk Türk kız öğrenci oldu.
İdealistti. Yurtseverdi. Yoksul Anadolu çocuklarını yetiştirmek için öğretmen olmak istedi. Manisa Orta Mektebi İngilizce muallimeliğine atandı.
Bir yıl sonra hiç beklemediği bir yerden mektup aldı. Amerikan Michigan Üniversitesi ona burs verme teklifinde bulundu. Kendini bu üniversiteye öneren kişi, Amerikan Kız Koleji’ndeki tarih öğretmeniydi.
24 yaşında hayatında yeni bir dönem başladı...
Amerika’da Marksizm’le tanıştı
Toplumsal gerçekliğin ne olduğu, toplumların nasıl değiştiğiyle çok ilgiliydi. Kafasının ardında Türkiye’nin “muasır medeniyet” seviyesine nasıl ulaşacağı sorusu vardı. Bu nedenle, o yıllarda “toplumu değiştirme bilimi” olarak kabul edilen sosyolojiyi seçti.
Ancak kısa süre sonra arkadaşlarına dert yanmaya başladı: “Ben yanlış bölümdeyim, ben yanlış sahadayım...”
Okuldaki bir tartışma sırasında ilk kez bir teorisyenin adını işitti: Karl Marx.
Marksizm’le tanıştığında 27 yaşındaydı.
Okuldaki dersleri, seminerleri, programı çok ağırdı. Yine de kütüphaneye gidip Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in eserlerini okudu.
Bu okuma ona, bildiği konuya yeni bir açıdan bakmayı öğretti.
Genç bir yurtsever olarak ülkesinin gelişmesini, ilerlemesini problem edinmişti, bu nedenle sosyolojiyi seçmişti ve nihayet şimdi “kurtuluş reçetesi”ni bulmuştu.
“Anladım” diyecekti, “çağdaş uygarlık, Batı’nın kapitalist ülkelerinin uygarlığı değildir. Çağdaş uygarlık sosyalist uygarlıktır.”
Tezini üniversite jürisine kabul ettirdikten sonra, sosyoloji doktoru olarak şubat 1939’da Türkiye’ye döndü.
Tezi ne miydi, “Amerika’da her doğan çocuk devlet başkanlığına yükselir önermesi koca bir aldatmacadır!”
Öğretim üyesi oldu
Behice Boran, 31 mayıs 1939’ta AÜ Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde “sosyoloji doçenti” unvanıyla çalışmaya başladı.
Fakat geldiği bu üniversitenin anlayışı liselerden farklı değildi; öğrenciler anlatılanları not tutup ezberleyerek sınav geçiyordu. Bunu yıkmak istedi. Öğrencilerine eleştirel bir bakış açısı öğretmeye çalıştı. Dersleri hayli renkli geçiyordu. Başka üniversitelerden (Sadun Aren, Aydın Yalçın gibi) öğrenciler de derslerini dinlemeye geliyordu.
Sosyoloji sadece teorik bilgiler-yaklaşımlar yığını değildi. Öğrencilerini sahaya götürdü, Ankara-Manisa köylerinde incelemeler yaptırdı.
Ancak bu çabaları tepki almaya başladı.
O yıllarda üniversitede öğrenci olan Prof. Halil İnalcık gözlemlerini şöyle anlattı: “(Üniversitede) Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi ABD’den gelmiş sosyolog grubu vardı. Sosyalisttiler. Yeni bir hava getirdiler. DTCF’de iki karşı grup oluştu; birisi, milliyetçi, ananeci, İslamcı grup, ötekilerse Amerika’dan gelen Behice Boran gibi ılımlı sosyalistler grubu. Ben Behice Boran’ların grubunu takdir eder, severdim.” (“Tarihçilerin Kutbu” E. Çaykara s. 60, 74 İş Bankası Y.)
Behice Boran çok çalışkandı. O yıllarda, “Toplumsal Yapı Araştırmaları: İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tetkiki” kitabını yazdı.
İngilizce ve Fransızcaya çok hâkimdi. Eflatun’un “Devlet Adamı”nı çevirdi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Tercüme Dergisi’ne de çeviriler yaptı.
1941’de Boratav, Berkes ve Adnan Cemgil gibi sosyal bilimci arkadaşlarıyla haftalık “Yurt ve Dünya” dergisini çıkarmaya başladı. Derginin genel yayın yönetmeniydi.
Tek amaçları vardı, “halkı anlamak, tanımak ve ona yararlı olmak”.
Kendilerini siyasi olarak şöyle tanımlıyorlardı: “Sosyalizme, sola, ileriye açık Atatürkçü”.
Behice Boran daha sonra bu dergiden ayrıldı. Mayıs 1943’te Muzaffer Şerif Başoğlu’yla “Adımlar” dergisini çıkardı.
Üniversiteden koparıldı
II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle Türkiye, Sovyetler Birliği’yle Atatürk döneminde kurulan ilişkileri koparmakla kalmadı, bunu ülke içinde sol karşıtı propagandaya dönüştürdü. Muhalif herkes “Moskova ağzıyla konuşuyor” diye itham edilir oldu. Cadı avı başlatıldı. 67 imzalı bir mektup Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderildi. “Kafası kesilecek hocalar”ın başında Behice Boran vardı!
Ölüm tehdidini onlar aldı ama onlar soruşturma geçirdi, onlar bakanlık emrine alındı ve onlar üniversiteden kovuldu. Hepsi işsiz kaldı.
Prof. Pertev Naili Boratav, ABD Stanford Üniversitesi ve Fransa Centre National de la Recherce Scientifique ile Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de çalıştı. Prof. Niyasi Berkes Kanada McGill Üniversitesi’nde görev yaptı. Prof. Muzaffer Şerif Başoğlu Princeton Üniversitesi’nin davetiyle ABD’ye gitti. Üçü de dünyanın sayılı bilim adamı oldu ve bir daha Türkiye’ye dönmediler.
Dünyanın en önemli birkaç antropoloğundan biri olan Prof. Leslie Whyte, Behice Boran’ın başına gelenleri Amerika’da öğrenince, Boran’ın öğrencisi Prof. Mübeccel Kıray’a, “Yahu ne isterler kızdan, ben kaç senelik hocayım, karşımda oturan en akıllı insandı, ondan daha iyisi gelmedi bu üniversiteye, keşke hiç göndermeseydik onu” diyecekti. (“Behice Boran”, G. Atılgan, s. 114, Yordam Y.)
Behice Boran arkadaşları gibi Türkiye’den ayrılmadı.
“Bunun başlıca nedeni, Behice Boran’ın tutkulu yurtseverliğiydi. Memleketini sadece soyut bir kavram olarak değil, elle tutulur bir gerçek olarak severdi. Azgelişmişliğiyle, yoksulluğuyla, eşitsizlikleriyle, haksızlıklarıyla, buruk acılarla severdi.” (“Bir Dinozorun Anıları” M. Urgan s. 216 YKY)
Behice Boran 39 yaşında Ankara’dan İstanbul’a taşındı.
Pes etmeye hiç niyeti yoktu.
Çünkü...
İnadın, sabrın ve mücadelenin adıydı Behice Boran.
Bir uzun yürüyüşün en soluklu devrimcisi
BEHİCE Boran, Basın Yayın Umum Müdürlüğü’nde mütercim olarak çalışan Nevzat Hatko’yla evlendi.![/images/100/0x0/55eab112f018fbb8f890952e]()
Ankara’da işlerinden olunca İstanbul’a taşındılar.
Geçimlerini açtıkları Tercüme Bürosu’ndan sağladılar.
Politik faaliyetlere son vermediler.
14 Temmuz 1950’de Behice Boran Türk Barışseverler Cemiyeti’nin kuruluşunda yer aldı; cemiyetin başkanı oldu. Adnan Menderes Hükümeti’nin TBMM kararı olmaksızın Kore’ye 4 bin 500 asker göndermesini protesto etmek için bildiri yayınladı.
Daha düne kadar sınav kâğıtları okuyan Behice Boran, 27 Temmuz’da Eminönü Köprüsü’nde bildiri dağıttı.
O gece gözaltına alındı. Hemen tutuklandı. Sultanahmet Cezaevi’ne konuldu. Yargılama, tahliyeler ve tekrar tutuklamalarla sürdü gitti. Toplam 15 ay hapis yattı.
Bu arada oğlu Dursun dünyaya geldi. İlk bebeği Elif’i 6 günlükken, Ankara’daki o yoğun siyasal baskılar döneminde kaybetmişti. Ancak siyasal baskılar başlarından eksik olmadı. Barış davası tahliyesinden 4 ay sonra bu kez gizli komünist partiye üye olmaktan tutuklandı. İki ayını Harbiye’deki özel hücrelerde geçirmek üzere 5 ay yattı.
Cezaevinde arkadaşlarına (örneğin Kuantum Kuramı üzerine) seminerler verdi.
Behice Boran 1954-60 yılları arasını sakin geçirdi. Eşiyle birlikte tercüme yaparak geçindiler.
Bu arada, Kemal H. Karpat’ın “Türk Demokrasi Tarihi” ve H. Fast’in “Hürriyet Yolu” romanını çevirdi.
1960’lar dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol rüzgârların estiği yıllardı.
Behice Boran bunun dışında duramazdı.
1962’de, 15 yıldır yakından tanıdığı Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığını yaptığı Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katıldı.
Aslında kişiliği akademisyen kuramcı olmaya yetkindi. TİP’e de Marksist bir bilim insanı olarak katkıda bulunmak istiyordu. Gelişmeler onu siyasetçi yaptı.
1965 seçimlerinde Şanlıurfa TİP milletvekili olarak Meclis’e girdi.
Siyasi bir linçle kovulduğu Ankara’ya, milletvekili olarak döndü.
Partisinin dış politika sözcüsü oldu. Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’yi temsil etti.
Seçim sistemi değiştirildiği için 1969 seçimlerinde milletvekili seçilemedi.
Bu sonuç ve dünyadaki siyasi gelişmeler TİP içindeki ideolojik ayrılıkları körükledi. Boran ve Aybar gibi sarsılmaz dostlar bile karşı karşıya geldi. Aybar partiden koptu. 1970’te Behice Boran TİP Genel Başkanı oldu.
Ve hemen bir yıl sonra...
12 Mart 1971 darbesinin ‘Balyoz Operasyonu’yla tutuklandı. Mamak Cezaevi’ne konuldu. Kadınlar Koğuşu’nun en yaşlı mahkûmuydu. Devrimci genç kızlar, dışarıda “revizyonist, oportünist” dedikleri Behice Boran’ın, dik duruşuna hayran kaldılar. Kısa süre sonra kimi kahvesini yaptı, kimi bembeyaz saçlarını taradı, çamaşırlarını yıkadılar. O da onlara öğretmenlik yaptı.
Bu arada Almancasını ilerletmeye çalıştı. Joseph Kessel’ın “Atlılar” romanını çevirdi. Kitaba çevirmen adı olarak ölen kızının ismini koydu: Elif Alova.
1974 affına kadar hapis yattı. Çıktığında 64 yaşındaydı.
Eşi Nevzat Hatko felç geçirmişti. Bir çocuk gibi eşine baktı, altını temizledi.
Hayatı çileli ve acılı geçiyordu. Ama yılmıyordu. Yorgunluk nedir bilmiyordu.
30 Nisan 1975’te TİP’i yeniden kurdu. “Hedefimiz sosyalizmdir. Onu hedef alarak dümen tutuyoruz, bir rota izliyoruz. Bu rotada önümüze kayalıklar çıkar, ters rüzgârlar ve akıntılar olur, ama kayalıkları aşarak ve ters yöndeki rüzgâları, akıntıları göğüsleyerek aynı rotada sosyalizme ilerleyeceğiz” diyordu.
1970’lerde Türkiye’deki sol seçmenlerin oyu yüzde 50’lere yaklaşıyordu. TİP “Sosyalizmin bayrağını Meclis’e dikeceğiz” sloganıyla katıldığı 1977 seçimlerinde umduğunu bulamadı. Yaklaşık 250 bin oy alabildi.
Türkiye hızla kan gölüne çevrilerek 12 Eylül 1980 darbesine doğru sürükleniyordu. TİP ise bu süreci iç tartışmalarla geçirdi.
Darbeden iki gün sonra kalp krizi geçirdi. Asker refakatinde bir ay hastanede yattı. Salıverilince parti kadroları yurtdışına çıkmasını istedi. Karşı çıktı. “Ben mahkemede iyi savunma yaparım” dedi. Dinletemedi. Eski milletvekili olduğu için kırmızı pasaportuyla uçağa binip yurtdışına gitti.
1981’de vatandaşlıktan çıkarıldı. Avrupa’da 7 yıl sürgün olarak yaşadı. Mülteci maaşıyla geçinmeye çalıştı. Ölümünden bir yıl önce Uğur Mumcu’ya şöyle diyecekti: “Her şeyi düşünmüştüm bu işlere girerken, hapis yatmayı, baskıları şunu bunu. Ama yetmiş altı yaşında, bir yabancı ülkede sürgün yaşamak hiç aklıma gelmemişti.”
Behice Boran, 10 Ekim 1987’e Brüksel’de öldü. Vasiyeti gereği cenazesi Türkiye’ye getirildi. TBMM’de tören yapıldı. Zincirlikuyu’da toprağa verildi.
Sanmayınız ki Behice Boran’ın uzun yürüyüşü sona erdi. Taksim’de dün, hayatını halkına adayan yüz binlerce yiğit Behice Boran vardı, görmediniz mi?