Bayramları da yılbaşını da rafa kaldırdım, onlar da rahat, ben de

Çocukken de sevmezdim. Şimdi daha da beter. Bayram denmeye görsün içim sıkıntı yumağı.

Belki ballandırıla ballandırıla anlatılan o eski bayramları yaşamadığımdandır, kimbilir? Çocukluğumun bayramlarından aklımda kala kala bayramdaaaan bayrama gidilen ve yarım saat oturulduktan sonra dönülen bir iki uzak akraba ziyareti kalmış.

Mışıl mışıl uyumak, sonra da bahçede oynamak varken, süslenip püslenip gidilmesi zorunlu bir iki ziyaret. Yaşlı annelerine bakmak için kendilerini feda etmiş iki kız kardeş, onların Arap sabunu kokan mutsuz evleri, büyüklere likörlü çikolata, çocuklara akide şekeri, orada karşılaşılan ‘Ne kadar da boy atmış’ nidaları arasında yanağımı okşayan akrabaların akrabaları.

BİR BAKTIM İSTANBUL BOŞALMIŞ

Dediğim gibi yarım saat oturulur sonra kalkılırdı. Bayram ziyaretinin makbulü kısa olanıydı. Bir türlü anlamazdım. Yılda iki kez onlara uğrayarak sevgimizi mi gösteriyorduk, saygımızı mı? Diğerleri ile, yani ailenin sevilen büyükleri ile bayram seyran demeden bir araya gelirdik. Uzun masalarda kalabalık yemekler yenir, büyükler ayrı küçükler ayrı eğlenir, saatler sonra güle oynaya eve dönülürdü. Birine ayağımı sürüye sürüye giden ben, diğerine hoplaya zıplaya giderdim.

Dakikaların uzun, saatlerin kısa olduğunu o yıllarda öğrendim.

Gençken bayram demek tatil demekti. Cümbür cemaat otobüslere binilir, uzak mavi kıyılara gidilirdi. Şimdi olduğu gibi araya sıkışan ve eksik diş gibi sırıtan günler nedense resmi tatil ilan edilmezdi. Her şeye rağmen yola çıkmalı, üç güne üç yıl mı sığdırmalı yoksa sicilinize göre bahtınıza düşecek cezalar göze mi alınmalı? En hafifinden ihtar, ağır vakalarda tart. Hangisine karar verilirse verilsin tatilin tadı kaçardı. Kısası fazla kısaydı. Uzunu fazla acı.

Bir süre sonra yoruldum. Paşa paşa evde oturdum.

Sıkı çalıştığım yıllarda bayram demek işlerin durması demekti. Ramazanla birlikte herkese rehavet çöker, siparişler, ödemeler gizli bir ittifak varmışçasına bayram sonrasına ertelenirdi. Şekerinden kurtulsanız kurbanına yakalanırdınız.

Takvimlerde biri üç, diğeri dört kırmızı gün olarak belirtilse de işin aslı başkaydı. Ha geldi ha gelecek günlerini de kattığınızda, ortaya doğu masallarındaki gibi belirsiz bir süreç çıkardı. Bunun yedi gün yedi gece mi, kırk gün kırk gece mi süreceği birlikte çalıştığınız insanların insafına kalırdı.

Şimdi böyle dertlerim yok. Bayramları da yılbaşı gecelerini de uzun süredir rafa kaldırdım. Geldikleri gibi gidiyorlar. Onlar da benden kurtuldu ben de onlardan.

Geçen hafta gündelik hayatın hay huyuyla uğraşırken birden İstanbul’un boşaldığını fark ettim. Bir sabah o saatte hiç de alışık olmadığım bir sessizliğe uyandım. Tek tük araba, bir iki motor çat patı. O kadar. Uzun süredir mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği söylenen hava sıcaklığı düşmüş, güneş çekilmiş, sisli puslu bir gün. İstanbul’a döndüğümden beri ilk kez sonbahar. Üstelik pazar. Ortalığın sessizliğini havaya ve pazara verdim.

Kapı çaldı. Yanında kendisinin olmadığına emin olduğum üç veletle elinde davulu, boynunda tokmağı, Türk filmlerinin kötü adamları suratlı davulcu mübarek bayramımı kutladı. Bahşiş. Anlaşıldı: Bayram gelmiş! Bir saat geçti geçmedi, ikinci davulcu. Bu seferki tek başına. Biraz önce başka bir davulcunun geldiğini söylememle celallendi. Boynuna astığı etiketi tehdit eder gibi burnuma salladı. Mahallenin resmi davulcusunun kendisi olduğunu, bir avuç şarlatanın bizleri dolandırdığını, gözümüzü açıp dikkat kesilmemiz gerektiğini söyledi. Baktım uzayacak, kısa keseyim dedim ona da bahşişini verdim. Beğenmedi. Küfürden beter teşekkür etti. Fıkra gibi ama, yarım saat sonra üçüncüsü de geldi. Ona patladım. Zaten ya tutturursam diye geldiği belli. Ona da bahşiş. Beklemiyordu ya, çok sevindi. Bir dördüncüsüne dayanamazdım. Sokağa fırladım.

Olur da bir gün sizin için bayram ne demek gibi anlamlı bir soruyla karşılaşırsam artık cevabım hazır. Şeker Bayramı için ‘Her yıl çoğalan ve Allah için her biri diğerinden sevimli davulcu ziyaretleri’ Kurban Bayramı için de ‘İnsanı tutan kan kokusu’ diyeceğim.

İkinci gün bu haftanın yazısı için telefon başına oturdum. Kimi aradıysam ya telefon cevap vermiyor ya uzaktalar ya da evden çıkamayacak kadar yorgunlar. Bir gün önce köprüde, E-5’te, Darıca yollarında mahsur kalmışlar. Hepsi ağız birliği etmiş, ‘Dile benden ne dilersen ama bir yere gelmemi isteme’ diyor.

Cevval gazeteci başına bunların geleceğini bilir, bir hafta önceden yazısını yedekler.

Üşenmez bir yerlere gider. Gözlemler. Şeker fiyatlarını alır, çikolata çeşitlerini inceler, Osmanlı’dan günümüze bayram yemekleri, keşkek tarifleri, yazacak yığınla konu bulur. Pandelli, Hacı Salih, Asitane gibi geleneksel Türk yemeği yapan bir lokantaya, bayramın hakkını veren tercihen de yaylı tambur çalan bir İstanbul efendisiyle gider sizli bizli sohbet eder. Benim gibi ortada kalmaz. Ne yazacağım diye kıvranmaz. ‘Behruz! Kurban Bayramı’nda burada mısın? Burada olacaksan bir gününü bana ayırır mısın?’

Yazı yerine tatlı tarifi

İşte böyle... Ya yazmamak ve ‘Yazarımız yurtdışında olduğundan yazısı elimize ulaşamamıştır’ yalanına sığınmak vardı, ya da yayımlandığında ‘Eniştem beni niye öptü’ gibi duracağı kesin bu yazıyı yazmak. Gördüğünüz gibi ikinci yolu seçtim. Ama yazının bitmesi için daha iki bin vuruş ve konumuz Şeker Bayramı olduğuna göre tatlı bir son lazım. Girişe benzemeyen girişi, gelişme göstermeyen gelişmeyi kıvırdıktan sonra bir biçimde sonuca da varılır ama işin zoru lafı balla bağlamak.

Nedeni on beş gündür ağzıma bırakın balı, tatlı herhangi bir şey girmemesi. Varsa yoksa katresi hesaplanmış yağla yapılan sası salatalar, brokoli, kabak, lahana... Kısaca insanı çim görmeye bile dayanamayacak hale getiren bilumum yeşillik. Az buçuk balık. Malum miktarda peynir. Bütün yediğim bu.

Peki nasıl olacak? Laf nasıl getirilip tatlıya bağlanacak? Belli ki defterleri karıştırıp ilginç bir tarif bulamazsam bağlanamayacak. Karıştırdım. Bir zamanlar sık yaptığım ve herkesin övgüsüne mazhar olmuş Calafouti tarifini buldum. Ve lafı tatlıya bağlamanın huzuruyla son noktayı koydum.

CALAFOUTİ

İki iri elma, iki sert armut, bir salkım siyah üzüm ayıklanıp yağlanmış fırın kabına doğranır. Bir avuç iri kıyılmış ceviz ve biraz kuru üzüm eklenir. Yarım litre süt kaynatılır ve ocaktan indirildikten sonra içine 100 gram tereyağı atılıp erimesi beklenir. Dört yumurta, 100 gram un ve 100 gram pudra şekeriyle kıvama gelecek şekilde çırpılır, yağlı süt eklenir. Karışım, meyvelerin üstüne dökülür. 35 dakika, önceden ısıtılmış fırında 160 derecede pişirilir. Tarçın sevenler üzerine tarçın ekebilir. Hazırlanması 10 dakika, pişmesi yarım saat süren bu tatlı ılık yenir ve uzun uğraşlarla kotarılmış izlenimi verir. Ve meraklısı için; beher porsiyonu 320 kalori içerir.
Yazarın Tüm Yazıları