Ayşe Baysal'a armağan

Kamuoyu tıpkı haşarı çocuklar gibi acımasız. Üstelik, ne kadar önemli olursa olsun, ayrıntılardan da hoşlanmıyor. Derinlemesine araştırmalar yerine kulakta kolay kalan sözcükler, yargılar daha çok hoşa gidiyor. Doğru yanlış, haklı haksız her şöhret insanın üzerine yapışıp kalıyor. Kamuoyunu oluşturan gazetecilerin bu işte payı yok mu derseniz, günahın büyüğü onlara ait deyip çuvaldızı biraz da kendime batırayım.Prof. Dr. Ayşe Baysal'ı Türkiye'de bilmeyen herhalde yoktur. Ayşe Hanım'ı, Türk kamuoyu ‘‘mercimekçi hoca’’ adıyla tanıdı. Aysel Baysal, elde kalan mercimeği nasıl satacağını şaşıran Toprak Mahsulleri Ofisi'nin o zamanki genel müdürünün başlattığı kampanyanın flaş ismiydi. Mercimek için hazırladığı televizyon programları ve yazdığı kitaplarla bu temel gıdayı ilk kez geniş bir ölçekte kamuoyu gündemine getirmişti. El Hak, kampanya başarılı oldu, bütün mercimek stokları tüketildi. Böylece, 1954 yılında Trabzon Beşikdüzü İlköğretim Okulu'nda başlayıp 1997 yılında Hacettepe Üniversitesi'nden emeklilikle noktalanan kırk iki yıllık meslek hayatında yaptığı sayısız iş ve başarılı yayın bir kenara bırakılıp yalnız ‘‘mercimekçi hoca’’ sıfatıyla anıldı. Ne büyük bir haksızlık!Türk Halk Kültürü'nü Araştırma ve Tanıtma Vakfı, son çıkardığı Türk mutfak kültürünü araştırma eserini Prof. Dr. Ayşe Baysal'a armağan olarak yayınlayıp bu haksızlığı bir ölçüde gidermeye çalışmış. Vakfın geçtiğimiz yılın son yayını olarak çıkardığı bu armağan kitapta katkısı olan herkese minnet borcumu dile getirmek için bir şeyler yazmak gereğini hissettim. Aslında bu görevi, armağan kitaba bir makale vererek yapmayı ne kadar çok istiyordum, bilemezsiniz. Üstelik bu yolda birkaç kez talepte de bulunuldu. Üzülerek söylüyorum ki, kısmet değilmiş!MUTFAK KÜLTÜRÜNÜZÜ ARTTIRINTürk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı ile ilgili olarak şimdiye kadar çok yazı kaleme aldım. Daha lise sıralarındayken, şimdi rahmetli olan edebiyat hocamız Tahir Alangu gönlümüze edebiyat sevgisiyle birlikte bir halkbilimi ateşi de düşürmüştü. Üniversite yıllarında edebiyatın yanı sıra, halkbilimine olan ilgim de giderek arttı. Bütün bir üniversite hayatı süresince Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü'nün yayınlarının editörlüğünü yaptım. Bu dönem içindeki halkbilimi çalışmalarım İlhan Başgöz, Pertev Naili Boratav gibi Türkiye'nin kadrini ve kıymetini bilemediği nice değerli insanla tanışmama vesile oldu. Sadece bu tanışıklıkları bile hâlâ hayatımın en büyük kazançlarından biri sayarım. Benzer bir kazancım da, o yıllarda bir folklor gönüllüsü olarak tanımış olduğum Kamil Toygar'la yıllar boyu sürüp giden dostluğumdur.Kamil Toygar, uzun süre daire başkanlığını yürüttüğü Kültür Bakanlığı'ndan emekli olduktan sonra bu ilgi alanını paylaştığı arkadaşlarıyla çalışmalarını Türk Halk Kültürü'nü Araştırma ve Tanıtma Vakfı içinde sürdürdü. Bu gönüllü grup, inanılmaz mütevazı şartlar içinde her yıl sayısız bilimsel yayın yaptı. ‘‘İnanılmaz mütevazı şartlar’’dan söz ederken işi ne abartıyor, ne de dramatize ediyorum. Bir örnek vererek Doğu Karadeniz Bölgesi mutfağı üzerine yapılmış en -ve en belki de tek- büyük mutfak araştırmasını çok değerli bir folklor meraklısı, Ankara'daki bir otomobil tamircisi dostun maddi desteği ile yayınlamış olduklarını hatırlatayım. Prof. Dr. Ayşe Baysal'a armağan edilen ‘‘Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar’’, vakfın yirminci yayını. İşin bu sayfanın meraklılarını ilgilendiren kısmı ise, sözkonusu kuruluşun 1993 yılından bu yana her yıl mutfak kültürümüz ile ilgili çok ciddi ve önemli en az bir yayın gerçekleştirmiş olması.Sıradan ve yasaksavar gibi yazılan kitap tanıtımlarında genellikle yazar veya editör hakkında övücü sözlerden sonra kitabın arka kapağındaki veya önkapak içindeki tanıtım bölümünden birkaç cümle alınıp ‘‘içindekiler’’ bölümünün aktarılması ile yetinilir. Böyle bir şeyi ne Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı'na, ne kitabın editörü can dostum Kamil Toygar'a, ne kitaba katkıda bulunan yazarlara, ne Prof. Baysal'a, ne de kendime yakıştırırım. Böyle bir şeyi asla yapmayacağım. En iyisi kitabı alıp siz de okuyun. Hem mutfak kültürünüz artsın, hem de bu tür yayınları desteklemiş olun. Eğer bu köşenin mutfak meraklısı okurları da bu katkıda kaçınırsa, Türkiye'de -en azından bu alanda- emek harcayanlar nasıl yüreklenebilir? Maddi katkıyı bir kenara bıraksak bile, -ki, bence çok önemli- araştırmacıların ürünlerini paylaşma keyfini nasıl onlardan esirgemiş oluruz, bir düşünün. Bu yayınlar geniş kitlelere yayılmazsa, böylesine değerli çalışmaları destekleyen kuruluşlar ne kadar hevesli olurlar? Ülker Gıda Sanayi ve Ticaret A.Ş. Vakfın bu son kitabını desteklemekle ciddi bir öncülük yapmış. Eminim, desteğin yeterince yankı bulduğunu görürlerse, bu hayırlı girişimlerini mutlaka sürdürürler. Daha önemlisi, Ülker kadar cesur olmayan ya da böyle bir katkıyı akıllarına getirmeyen başka kuruluşlar da benzer destekleme işlerine soyunur, bütçelerine bu tür çalışmalar için kaynak koyarlar. Bundan da ülkenin kültür hayatı kazançlı çıkar.KADİRBİLMEZ DEĞİLİZKitabın içeriği ile ilgili bir şey söylemeyeceğim dediğime bakmayın. Atalarımız ‘‘aç olandan değil, tokum diyenden kork’’ demiş. Barla, Tirebolu ve Kars gibi mutfak kültürümüzde fazla bilinmeyen yörelerimizin halk mutfağı geleneklerine ilişkin üç mükemmel makale gözümü kamaştırdı. Türk mutfağının asıl zenginliği halk mutfağından gelir. Ama benim sık tekrarladığım bu gerçeği iddia düzeyinde söyleyip geçmek yetmez. Bunu ispat da etmek gerekir. Makalelerin yazarlarının yaptığı da bu yargıyı ispatlayıcı delilleri ortaya koymak olmuş. Bir de ‘‘Yabancı Gözünde Türkler'in Beslenme Alışkanlıkları’’ adlı makaleyi büyük bir ilgiyle okuduğumu söylemeliyim.Bizim kadirbilmez bir toplum olduğumuzu asla söyleyemem. En azından özel hayatımda bunun aksini gösteren birçok olaya tanık oldum. Mütevazı bir devlet memuru olan babamın, görev yaptığı kasabaya katkılarını o yörenin halkı yıllar sonra bir meydanda onun adını vererek takdir ettiğini gösterdi. Aynı dönem içinde çalışan bir kaymakamını, Özer Türk'ü, yine vefatından sonra, adını yapılan bir stadyuma vererek onurlandırdı. Eşimin babasının adını ölümünün hemen ardından, İstanbul Teknik Üniversitesi televizyon stüdyosunu ‘‘Prof. Dr. Adnan Ataman Stüdyosu’’ diyerek ölümsüzleştirdi. Sıradan bir Anadolu kasabasını Türkiye'nin en büyük turizm kentine dönüştüren iki insana, Türkiye'ye ilk kez televizyonu getiren bir bilimadamına yapılmış bu tür örnek davranışları takdirle karşılamamak büyük haksızlık olur. Ama yine de bütün bunları yapmak için insanların niçin ölmesinin beklendiğini asla anlamış değilim. Bence bu tür onurlandırmalar, o insanlar hayatta iken yapılmalı. Onların da bundan gurur duymaları daha güzel olmaz mı? Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı'nın bir armağan kitapla, uzun ve sağlıklı bir ömür dilediğim sevgili hocamız Prof. Dr. Ayşe Baysal'a gerçek bir armağan verdiğini düşünüyorum. Darısı böyle girişimlerin başına.Küçük bir not: Yazı boyunca sözünü ettiğim kitabı, dağıtım zorluklarından ötürü, kitapçılarda bulmanız ne yazık ki mümkün değil. O yüzden mutfak meraklısı dostların kitabı Kamil Toygar'ın ‘‘Reşat Nuri Sokak 69/32 Yukarıayrancı / Ankara’’ adresinden istemeleri gerekiyor.
Yazarın Tüm Yazıları