Aynı tas aynı hamam

90’lardayken içinde bulunduğumuz dönemin asla bir 60’lar, bir 70’ler, hatta 80’ler gibi karakterli, kendine has olmayacağını hissediyorduk. “Belki şimdi anlamıyoruz, 10 sene sonra farklı gelir” diyorduk. Açıkçası hislerimizde haklıymışız. Teknoloji dışında ne müzikte, ne sanatta, ne modada ne de edebiyatta değişen bir şey var.

Haberin Devamı

30’lu yaşlarının başındakilere soruyorum...
10-15 yıl önce çekilmiş fotoğraflarınıza bakamadığınız oluyor mu?
“Saçımı nasıl böyle yapmışım?”, “O kıyafeti nasıl giymişim?” dediğiniz...
Benim olmuyor.
Yine bu yaş grubundakiler düşünsün...
Küçükken annelerimizin 10-15 yıl önceki fotoğraflarına bakıp o permalı saçlara gülmekten kırılmadık mı?
O vatkaları nasıl takmışlar diye düşünmedik mi?
Gülmesek de görüntülere bakınca bize aradan sanki 20 yıl değil, 100 yıl geçmiş gibi gelmedi mi?
Zamanda yolculuk yapıyor gibi hissetmedik mi?
Onlara da onlardan önceki kuşağın görünümü, alışkanlıkları Nuh Nebi’den yadigâr gibi geliyordu şüphesiz.
Peki ya son 20 yılda ne oldu da geçmişimiz bize “uzak bir ülke” gibi gelmiyor?
Basitçe yanıtlamak gerekirse, hiçbir şey olmadı. Ondan.
Aslında çoğumuzun sıkça tartıştığı, düşündüğü bir mesele bu.
Hani “yeni hiçbir şey yok” deyip duruyoruz ya...
Ne modada, ne müzikte, ne edebiyatta, ne sanatta...
Daha doğrusu yeni şeyler var ama asla eskiden olduğu kadar belirgin ya da belirleyici değil. Onyılları birbirinden kalın beton duvarla ayıracak derecede farklı ya da yenilikçi değil.
Vanity Fair’den Kurt Andersen bu konuyu irdelemiş.
O, daha çok Amerika özelinde ele almış ama mesele tüm dünya için geçerli.
70’lerden İstanbul görüntüleriyle bezeli bir filme bakın. Bir de 90’lardan. 70’lerin İstanbul’u 90’larda bize uzak geçmiş gibi görünse de, şimdi 90’lardan İstanbul görüntüsü çok da yabancı gelmeyecektir.
Film, edebiyat ve müzik herhalde hiçbir zaman son 20 yıldaki kadar az değişmemiştir.
“Madonna’nın yerini Lady Gaga, Mariah Carey’nin yerini Adele aldı; kendilerine has özellikleri olsa da aralarında büyük bir farktan bahsedemeyiz” diyor Andersen, “Jay-Z ve Wilco hâlâ Jay-Z ve Wilco. 20 yıl öncesinin iddialı romanları (Doug Coupland’ın ‘X Kuşağı’, Neal Stephenson’ın ‘Snow Crash’i, Martin Amis’in ‘Time’s Arrow’u) hiç eskimedi.”
Dediği gibi, “Günümüz moda kıyafetlerinden birine ya da bir mimari dergisine bakın, 10 tane yeni pop şarkısı dinleyin; eğer bunların 2010’lardan olduğunu bilmeseniz iddia ediyorum 2000’lerden, 90’lardan veya 80’lerden olup olmadığını ayırt edemezsiniz. Sanki kültürümüz toptan zom, onyıllardır aynı melodiyi çalan bir plağı dinliyor.”
Peki neden?
Akıllara doğrudan gelen cevap teknoloji.
O cephede o kadar çok yenilik oluyor ki, belki yenilik kotamızı orada dolduruyoruz.
Ekonomi de sabit durmuyor. Malumunuz dara girdikçe giriyor. Ve yine malumunuz, insanlar en çok dar zamanlarda geçmişe özlem duyup yeniliğe kendini kapatıyor.
Neden ne olursa olsun, yeniliğe karşı iştahsızlaştığımız kesin. Teknoloji ve ekonomi değiştikçe, stil ve kültür aynı kalıyor.
Andersen değişimin önünde duran önemli bir noktanın daha altını çiziyor: Kapitalizm.
Değişim büyük markalar ve firmaların pek işine gelmez.
Düzeni devam ettirdikleri sürece aynı parayı kazanmaya devam ederler çünkü. Değişim onlar için yeni yatırımlar, hatta bazen işi sıfırlamak demek. Jean’in artık moda olmadığını düşünün. Mavi Jeans ne yapar? Mimari tarzın ciddi anlamda değiştiğini düşünün. Starbucks birkaç yılda bir dükkanlarını mı yenileyecek?
“Kendimizi bir kısır döngünün içine hapsettik gibi görünüyor. Bilgi teknolojileri dışında her alanda durgunluk var. Bu nedenle de geçmişe kucak açıp şimdiki zamanı kâr amaçlı eklektik bir müzeye dönüştürüyoruz. Bu da yenilikçi kültürleri, yeni fikirler ve formlar ortaya çıkaracak yakıttan mahrum bırakıyor, radikal değişimlerden alıkoyuyor, ekonomik ve politik durağanlığa yol açıyor.”

Yazarın Tüm Yazıları