Sosyal medyada bir şey dolanıyor. Arada 10 yaş fark varsa ve evlilik gerçekleşirse “tecavüzcüye af” deniyor... Nedir bu?
15 yaş ve altı “erken yaşta evlilik” yapmış kişiler hakkında -şikâyet olmasa dahi- kamu davası açılıyor biliyorsunuz. TCK’ya göre bu suç çünkü. İşte bu açılan davalarla, tutuklanan erkeklerle ilgili, çocuk istismarı hakkında açılan davanın affı sözü edilen. Bu konuyu içeren bir yasa taslağının TBMM’ye gelecek olan yargı paketinin içinde olacağı konuşuluyor ve üzerinde çalışılıyor TBMM milletvekillerince...
Bu affın şartları ne?
Dini nikâhla evlilik yapmış bu kişilerin arasında yaş farkının 10 yaş üstü olması gerekiyor ve evlilik birlikteliğinin 5 yıl devam etmiş olması isteniyor.
Peki bu ne anlama geliyor?
Çocuklarımıza tecavüz edenlere karşı işlenmiş suç için af kılıfı getirilmeye çalışılıyor... Anlamı bu! 2016’da TBMM’ye 286 kişi için verilen ve o zaman her görüşten vatandaş ve sivil toplum örgütleri tarafından reddedilen bu önergeyle, bugün 10 bin kişinin işlediği “suç”, cezasız bırakmaya çalışıyor. Felaket! Üstelik bu, çocuklar için 23 Nisan bayramını ilan etmiş bir ülkenin meclisinde konuşuluyor...
2015’te Anayasa Mahkemesi’nin “Resmi nikâh olmadan dini nikâh olmaz” diyen TCK maddesi iptal edilmişti değil mi?
Evet. Sonra 2016’da “tecavüz önergesi”yle tecavüzcüler aklanmaya çalışıldı. Şimdi ise aklamayı yasalaştırma çalışmalarına “merhamet adaleti” getirerek, duygusal sömürüyle tecavüzü aklayacak irade devrede...
Yaşasın 29 Ekim! Yaşasın Cumhuriyet! Bugün ülkemizin doğum günü. Ata’mızı bir kez daha saygı ve minnetle anma günü. Birbirinden güzel Cumhuriyet Bayramı ve Atatürk videoları yapılmış sosyal medyada. Bayılıyorum izlemeye. Her yerde bayrağımızı görmeye de bayılıyorum. Dibine kadar, bütün ülkede, her şehirde, her semtte kutlanmalı. Yer gök Atatürk ve Türk bayrağı olmalı. Sadece Türkiye’de değil, biz de burada Londra’da kutlayacağız. Çünkü en büyük bayram, bu bayram. Yaşasın Cumhuriyet!
ANNEMİ BİZ, BİZİ UNUTTUĞU SABAH KAYBETTİK ASLINDA...
HAYATIMIN bu döneminde yaşlanmak, yaşlılık ve çevremizdeki yaşlılara kafayı takmış durumdayım. Ben de İclal Aydın gibi, yaşlılığın bize anlatıldığından farklı olduğuna inanıyorum. Çünkü pek çok şeye tanık oluyorum. Ve hayatın ileri dönemleri beni korkutuyor. O yüzden ne zaman İclal’le bir araya gelsek, romanlar, edebiyat, ilişkiler üzerine konuşuyoruz. Ama kızı kadar, Alzheimer hastası annesini de merak ediyorum. Onun annesiyle ilgilenmesine; annesini yanına, İzmir’e, alt katına almasına, bebekler gibi bakmasına içim titriyor. Biz yeni çıkan ‘Kalbimin Can Mayası’ romanı üzerine buluştuk, pazar başlayan söyleşinin devamı bugüne kaldı.
- Yaşlılık bizim bildiğimiz gibi bir şey mi?
Değil Ayşe.
- Annenin durumu nedir? En son röportajda bebek olmuştu, şimdi nasıl?
Çok zayıfladı, küçücük kaldı. Bir emanet can bize... Annem biliyorsun Alzheimer. Annemi biz, bizi unuttuğu sabah kaybettik aslında... Bazen çok mutsuz oluyorum. Durup dururken ağlamaya başlıyorum. “İnsanın dünya üzerindeki serüveni bu kadar hüzünlü olmamalı!” diyorum. Ne kadar güzel, becerikli, bilgili bir kadındı. Nasıl silindi her şey? Annem ne yaşadığının bilincinde bile olmadan nefes alıp veriyor... Kim neden gidiyor, kim neden kalıyor anlamaya çalışıyorum. Kim kimin öğretmeni, kim ne ile görevli? Zor sorular bunlar. Biz şimdi ondan emanet kalan o cana göz kulak oluyoruz. Bazen onu yıkarken, giydirirken, “Biz ne olacağız, nasıl olacağız?” diye düşünüyorum. Çok acı bütün bunlar..
Yahu senin sırrın nedir? Bir önceki kitap 220 bin mi ne sattı...
- (Gülüyor) Aslında ciltli kapak, özel basımla beraber 230 bine ulaştı!
Oha yani! İnsanlar samimiyetine mi, hikâyenin kurgusuna mı, kalemine mi, sana mı bayılıyor, nedir?
- Belki söylediklerinin hepsinden bir parça vardır, bilmiyorum. Sürükleyici ve sıcak aile hikâyeleri anlattıklarım. Her kitapta, bir sonraki için düğümler atıp bırakıyorum. Sanıyorum o çözülmeleri merak etmeleri de bir etken...
Yeni kitabın, ‘Kalbimin Can Mayası’ da çıktı. Bir yapbozun parçaları misali, büyük bir resmi tamamlayan, diğer üç romanına eklenen yeni bir parça... Güzel olanı, bu dört romanı hangi parçadan okumaya başlarsan başla, eksiklik hissetmiyorsun. Bunu özellikle mi yaptın?
- Kesinlikle! Her kitap bitiminde bir sonrakinin kurgusu, öyküsü hazır oluyor kafamda. Hatta bazen yazdığım kimi bölümleri çıkarıp “Bunu, diğer kitaba saklayayım” diyorum. Kitapların bağımsız okunması benim için çok önemli. Hangisinden başlarsan başla, bir şekilde hikâyeye girersin. Altı kitapta bitecek bu seri inşallah. Geriye iki kitap kaldı...
BİR SÜREDİR KORE DİZİLERİNE SARDIRDIM
Seni tanıyalım...
Ben Bahar. İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Çocukken televizyon reklamlarına bayılır, reklamcı olmak isterdim. İşletme okudum, sonra kendimi bir şekilde medya dünyasında buldum. Ve tüm profesyonel kariyerim boyunca, Türkiye’nin en büyük medya gruplarından birinde reklam ve pazarlamadan sorumlu genel müdür ve icra kurulu üyesi olarak çalıştım.
Şimdi peki?
Şimdi artık girişimciyim! İlikli kemik suyu ve sakatat çorbaları üretiyorum. Aslında sağlık veren sular da diyebiliriz. Müthiş bir tutkuyla yapıyorum. 50 yaşımda kendimi hiç aklımda yokken, girişimci olarak buldum. Şunu da öğrendim: İnsan “Ben girişimci olayım” diyerek girişimci olmuyormuş. Mutlaka bir derdine, ihtiyacına bulduğu çözümü hayata geçirmesiyle girişimci oluyormuş.
Senin derdin neydi?
Dört yıl önce erken yaşta kemik erimesi teşhisi konuldu bana. Doktorlarım ilaç tedavisinin yanında kemik ve bağ dokuyu güçlendirmek için kolajen, jelatin ve aminoasit zengini kemik suyu ve sakatat çorbalarını mutlaka tüketmemi önerdiler. Sürekli olarak kullandım ve inanılmaz faydasını gördüm. Gerçekten de bağışıklık sistemim kuvvetlendi. Dayanıklılığım arttı. Kendimi çok daha enerjik hissettim. Bunun yanında sağlıklı kilo verdim. Cildimde gözle görülür bir fark oluştu. Ama bir sorun vardı.
Nedir o?
Yılın ‘Bodrum zamanı’ budur!
Bu mevsimde Bodrum’u ve Bodrum ruhunu yaşamayan ne demek istediğimi anlayamaz, hissedemez.
İki gündür buradayım, o kadar sevdim ki gidesim yok.
Burada kalasım, kök salasım var.
Tek kelimeyle şa-ha-neee...
*
Yazın farklı bir Bodrum yaşıyoruz biz.
Hep derlerdi de anlamazdım.
İşte budur!!!
Kararı alkışlıyoruz.
Bu kararı verenleri de bütün yüreğimizle kutluyoruz. Hatta yanımızda olsalar, yemin ederim, boyunların atlayıp yanaklarından öpeceğim! Öyle mutlu oldum. Aslında olması gereken oldu, ama genellikle olması gereken olmadığı için bu kararla çok mutlu olduk.
TCK madde 82/1-a ve b bendinden ‘tasarlama ve canavarca hisle öldürme’den ceza verilmedi. Sadece 81. maddeye göre ceza kuruldu. Yani ‘haksız tahrik’ ve ‘takdiri indirim’ uygulanmadı.
Cani MÜEBBET hapis aldı!
Evet, o bir can aldı, günahsız bir kadının canını aldı, onu feci bir şekilde öldürdü.
Ama KENDİSİ DE YAŞARKEN ÖLECEK!
Son nefesini verinceye karar yaptığı şeyin bedelini çekecek, çeksin. Tabii ki hiçbir şey
İbrahim’in başarısında abi-kardeş inanılmaz emeğiniz var. Kaç sene oldu İbrahim Çolak’la bu yolculuğa çıkalı?
19! 2000’de tanıştık ve bu uzun ve zorlu yolculuğa çıktık. Müthiş bir sporcu ve yolculuk arkadaşıdır İbrahim. Antrenörü olmak ikimize de gurur veriyor...
Gerçekten onun ilkokula bile gitmeden önceki kısa pantolonlu halini hatırlıyor musunuz?
(Gülüyor) Elbette! Bize geldiğinde henüz 5 yaşında bir çocuktu. Ama yaşıtlarına göre inanılmaz güçlü bir çocuktu. Biz bütün minikleri bir testten geçiririz, cimnastiğin hangi dalına daha uygun olduklarını anlamak için. İbrahim’den şınav çekmesini istedik. Ve abimle ağzımız açık kaldı...
Gerçekten o bücür haliyle 40 şınav mı çekti?
Evet! Makine gibiydi, sürekli şınav çekiyordu. O yaşta bir çocuğun yapması gereken şınav, en fazla 10 olmalıydı. Oysa İbrahim 40 tane çekti, durdurmasak devam edecekti...
Onun gelecek vaat eden bir sporcu olacağını nasıl anladınız? Sadece çok güçlü olması mı?
Cimnastiğe gelen bütün çocuklar sağlık için spora başlarlar, sonrasında kontrol antrenmanlarımızda onları kuvvet ve esneklik testine sokarız. İbrahim geldiğinin ilk haftasında dikkatimizi çekti. Hızlı, kuvvetli, kararlı ve çok istekli bir çocuktu. Abim Yılmaz’la onu ilk gördüğümüzde, “Yaşasın! Gelecek vaat eden bir sporcu adayı” dedik, yanılmamışız...
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
◊ Müthiş bir başarı elde ettin! Dünya Şampiyonu oldun. Gururumuzsun, genç sporculara rol modelsin. Neler hissediyorsun?
- Çok mutluyum. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar. Biraz şaşkınım da. Rüyada gibiyim sanki. Sporculuk kariyerimdeki üç hedef madalyadan biriydi, gerçekleşti.
◊ Öbür ikisi ne peki?
- Biri Avrupa Şampiyonası’nda madalyaydı, 2018’de kazandım. Geriye Olimpiyatlar kaldı. İnşallah orada da madalya alacağım.
Fizik kurallarına aykırı hareketler yapıyoruz
◊ İnsan Dünya Şampiyonu olduğunda nasıl bir duygu seline kapılıyor? Dans etmek mi istedin? Koşup antrenörüne sarılmak mı? Kız arkadaşını aramak mı? Sosyal medyaya post atmak mı?
- (Gülüyor) Ben ağlarım diye düşünüyordum ama ağlamadım. Sadece İstiklal Marşı okunurken biraz gözlerim doldu. İçimden hep “Şükürler olsun, emeğimin karşılığını aldım!” diyordum. Gerçekten çok çalıştım. Zaten başka türlü bu başarı elde edilemiyor. Tam 19 yıl bu 90 saniye için çalıştım! Sonuç açıklandıktan sonra bir fotoğrafım var; kollarım yanda açık, bağırıyorum. İşte orada bir mutluluk patlaması yaşıyorum. Türkiye ekibinden ilk gördüğüm kişiye koşup sarıldım. Aslında antrenörümü arıyordum, meğer tam arkamdaymış, sonra ona sarıldım. Çünkü tek başına elde ettiğim bir başarı değil bu, birlikte yaptık ne yaptıysak. Bende inanılmaz emeği var.
Müthiş bir başarı elde ettin! Dünya Şampiyonu oldun. Gururumuzsun, genç sporculara rol modelsin. Neler hissediyorsun?
- Çok mutluyum. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar. Biraz şaşkınım da. Rüyada gibiyim sanki. Sporculuk kariyerimdeki üç hedef madalyadan biriydi, gerçekleşti.
Öbür ikisi ne peki?
- Biri Avrupa Şampiyonası’nda madalyaydı, 2018’de kazandım. Geriye Olimpiyatlar kaldı. İnşallah orada da madalya alacağım.
FİZİK KURALLARINA AYKIRI HAREKETLER YAPIYORUZ
İnsan Dünya Şampiyonu olduğunda nasıl bir duygu seline kapılıyor? Dans etmek mi istedin? Koşup antrenörüne sarılmak mı? Kız arkadaşını aramak mı? Sosyal medyaya post atmak mı?
- (Gülüyor) Ben ağlarım diye düşünüyordum ama ağlamadım. Sadece İstiklal Marşı okunurken biraz gözlerim doldu. İçimden hep “Şükürler olsun, emeğimin karşılığını aldım!” diyordum. Gerçekten çok çalıştım. Zaten başka türlü bu başarı elde edilemiyor. Tam 19 yıl bu 90 saniye için çalıştım! Sonuç açıklandıktan sonra bir fotoğrafım var; kollarım yanda açık, bağırıyorum. İşte orada bir mutluluk patlaması yaşıyorum. Türkiye ekibinden ilk gördüğüm kişiye koşup sarıldım. Aslında antrenörümü arıyordum, meğer tam arkamdaymış, sonra ona sarıldım. Çünkü tek başına elde ettiğim bir başarı değil bu, birlikte yaptık ne yaptıysak. Bende inanılmaz emeği var.
Fame’i kim getiriyor?
Piu Entertainment olarak biz! Çok da heyecanlıyız. Güzel bir iş. Türk izleyicisi de sevecek diye düşünüyoruz. Gerçekten keyif alacakları bir müzikal. Ana sponsorumuz Yapı Kredi. 75. yıl etkinlikleri kapsamında, 80’lerin ikonu bu müzikali İstanbul’a taşıyoruz.
Kaç kişilik bir ekip geliyor?
46.
Birebir aynı cast mı?
Evet, evet. West End’de şimdi sizin izleyeceğiniz cast’ın aynısı. Sadece Mika Paris yerine Josie Benson İstanbul’da sahneye çıkacak. Tek değişiklik bu.
OSCARLI KÜLT MÜZİKAL AYAĞIMIZA GELİYOR
- Heyyyoooo! Pınar seni tebrik ediyorum. 3 çocuk annesi bir mobilya tasarımcısısın. Veeeee çocuklara ödüllü tasarımlar yapıyorsun. Junior Design Awards’ta daha yeni “en iyi beşik kategorisi”nde ödül aldın! İngiliz firmaları arasında ödül alan tek Türk firmasının. Neler hissediyorsun?
Haber geldiğinde havalara uçtum! “İşte budur!” dedim. En şahanesi de İngiltere’de, dünya markaları arasında Türkiye’yi temsil etmek ve ödüle layık görülmek...
- Onaylanmış gibi hissediyor musun?
Kesinlikle! Doğru yolda olduğumun kanıtı oldu.
- İngiliz kraliyet ailesinin senin tasarımını seçmesi ne anlama geliyor? Senden daha iyi beşik yapan yok mu dünyada?
Tabii ki vardır, olmaz mı? Aynı soruyu ben de onlara sordum, “Neden ben?” diye. Çok araştırdıklarını, ürünlerimi özgün bulduklarını, tasarladığım tüm odaların iyi bir aile yaşantısına örnek teşkil ettiğini söylediler. 30 yıllık kraliyet muhabiri Robert Jobson, her şeyimizi araştırmıştı. Pek gururlandım.
O görüntüler karşısında hepimiz dehşete düştük. Bir baba, kızına resmen girişiyordu, inanılmaz bir şiddet uyguluyordu. O kızın adı Tuğba’ydı. Sizin de müvekkiliniz...
Evet.
Tuğba nerede, ne durumda şu anda?
Haluk Levent’in, Ahbap grubunun ve belediyenin katkılarıyla ona tutulan evde yaşıyor. Yüzde 87 engelli annesiyle birlikte. Tuğba gece gündüz ona bakıyor. Hakkında çıkan yalan yanlış haberlere çok üzüldü tabii. Ama güçlü bir kız.
Nasıl bir hikâye onunki? 19 yaşında gencecik bir kızdan söz ediyoruz değil mi?
Evet, omuzlarında çok ağır bir sorumluluk var. Biz aslında bir çocuktan söz ediyoruz. 19 nedir ki? Annesi 11 ay önce beyin kanaması geçiriyor. Tuğba o sırada çalışıyor, işinden ayrılmak zorunda kalıyor ve önce hastanede annesine bakıyor. Annesinin her türlü ihtiyacını o karşılıyor. Annesini yediriyor, içiriyor, altını temizliyor... Hem hastabakıcısı hem hemşiresi hem de her şeyi. Bizzat tanık olduğum bazı şeyler var. Annesiyle ifadesi alınırken birlikteydim. 25 dakika filan sürdü, bana 25 saat gibi geldi. Normal ağızdan beslenemiyor, aldığı her şeyi geri çıkarıyor. Sürekli birinin yardımına ihtiyaç duyuyor. Otururken, yürürken, konuşurken, beslenirken, hareket ederken... Gece gündüz birinin onunla ilgilenmesi gerekiyor. Bütün o yük, 19 yaşındaki o kızın omuzlarında.
‘SATANİST O... UYUŞTURUCU KULLANIYOR’ DİYE İĞRENÇ İFTİRALAR ATTILAR!
Bir sürü işin altından kalkıyor. Bu arada Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu üyesi. Dünyanın çeşitli coğrafyalarında tecrübelerini paylaşıyor. Yeni çıkan kitabı ‘Çürük Elmalar ve Masum Mahkûmlar’ vesilesiyle buluştuk.
Pazar başlayan röportaj bugün de devam ediyor...
- Suçu aydınlatma konusunda biz ülke olarak ne vaziyetteyiz?
Her ülkenin polis teşkilatının yıldızlaşan soruşturmaları var. Ama herkes her suçu aydınlatamaz. Türkiye’nin de yıldızlaşan soruşturmaları var. Mucizeler kimi zaman otopsi salonunda, kimi zaman olay yerinde, kimi zaman da laboratuvarda yaşanır. Ayakkabıya takılıp kalmış bir cam parçası, kurbanın saçları arasındaki bir yaprak bile soruşturmayı başarıya götürebilir. İntihar süsü verilen cinayetleri, kaza sanılan intiharları, hatta cinayet sanılan intiharları... Kısacası, bazen fail tarafından sahnelenen, bazen olay yerini inceleyenlerin düştüğü tuzaklar ya da onaylama önyargısıyla hareket ettiği durumlarla karşılaşılabilir. Burada mesele, “olay yeri incelemesi”nin iyi yapılması...
- Bir türlü sonuçlanamayan Şule Çet davasında sizce sorun ne?
Bence soruşturmada eksikler var.
- Filmlerin, romanların ya da sosyal medyanın suç oranını arttırdığı, suça teşvik ettiğini iddiası için ne diyeceksiniz?
Suçu arttırdığını kesin olarak kanıtlayan bilimsel bir araştırma bulunmuyor. Ama bunların intiharı özendirdiği muhakkak! Romalı din bilgini Tertullianus, “Şu oyunları izlemeyin, toplumu şiddete ve kan dökmeye yöneltiyor!” demişti. Sözünü ettiği gladyatör dövüşleriydi. Demek ki 1800 yıldır aynı şey söyleniyor.
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
Sizdeki enerji kimsede yok! Bir taraftan dünyanın dört bir yanına yaptığınız mesleki seyahatler, bir taraftan üniversitede hocalık, bir taraftan yeni kitap, bir taraftan da TLC’deki yeni program... Pek çok program yaptınız bugüne kadar, yakında başlayacak bu programın diğerlerinden farkı ne?
- ABD’de çözümü yıllar, hatta on yıllar almış, gazetelerde defalarca manşet olmuş, TV programlarında tartışılmış, kimi yakın zamanda sonuca ulaşmış, kimi hâlâ tartışılan vakalarla ilgili bir program bu. Cinayetler, intiharlar, kazalar... Her bir bölümün içine girerek yorum yapmamı istediler.
Delil avcısı, haksız mahkûmiyetleri önler
◊Sizi nasıl buldular?
- Sanırım dünyada, Türkiye’de olduğumdan daha meşhurum! Hele Amerikan ve Avrupa kriminalcileri arasında... Birçoğunu şahsen tanırım. 1980’lerden başlayarak profesyonel derneklere de üyeyim.
◊Siz, bir ‘delil avcısı’sınız. Bu tam olarak ne demek?
- ‘Delil Avcısı’, “Ben yaptım!”, “Ben gördüm” ya da “O yaptı” diyenlere itibar etmeyen, yani gördüğüne, duyduğuna inanmayan; bir suçu mutlaka delillendirmeye çalışan, haksız mahkûmiyetlerin ancak böyle önlenebileceğine inananları tanımlayan bir kavram. 2005-2010 arasındaki Hürriyet Pazar ekinde yazdığım sayfanın da adıydı bu. Kanat Atkaya’yla Ertuğrul Özkök’ün birlikte buldukları bir isim.
Sosyal medyaya yansımasaydı, kimsenin ruhu bile duymayacaktı...
Babası tarafından şiddete uğrayan Tuğba...
“Yardım edin!” çığlıkları hâlâ hepimizin kulağında.
Bu babası kızın ya... Öz babası!
Var mı dünya üzerinde böyle bir adilik!
Resmen işkence ediyor kıza...
Ve biz bu görüntülere tesadüfen ulaşabildik. Engelli -belki de engelli dememek gerekiyor, yüzde 87- ve özel durumda olan annesi tarafından çekilen bu görüntülere...
Bunun üzerine Aile ve Sosyal Çalışma Bakanlığı,
O şahane bir seksolog, danışman ve eğitmen. İnsan “seksolog” lafını duyunca önce bir “Bu ne ya!” oluyor di mi? Ben olmuştum. Karşımda inanılmaz donanımlı birini görünce de şaşırmıştım. Sıkı bir eğitimi var. Önce The University of British Columbia’da sosyoloji ve cinsellik bilimlerinde lisans eğitimi, ardından Curtin Üniversitesi’nde seksoloji yüksek lisansı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde pazarlama iletişimi yüksek lisansı. tabukamu.com ve reglhikayeleri.com web sitelerinin de kurucusu. Dünyayı takip eden, açık beyinli biri. Avrupa Seksoloji Federasyonu Genç Komitesi üyesi ve araştırmacısı, Dünya Cinsel Sağlık Derneği, Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği ve Amerikan Cinsel Eğitmenler, Danışmanlar ve Terapistler derneklerinin de üyesi.
Çok faydalı bir kitaba imza attı. Çocukları olduğu kadar yetişkinleri de aydınlatacak bir kitap: ‘Hoş Geldim’. Sadece bilgilendirici değil, eğlenceli de...
Ben Alya’dan biliyorum, sorduğu milyonlarca soru arasında en üst sıralarda yer alan soru, “Ben dünyaya nasıl geldim?”di. Ben hiç “Yavrum, seni leylekler getirdi!” demedim. Ama zorlandım, çünkü çok ayrıntıya girmek de istemedim. O zaman tabii Rayka’nın kitabı da yoktu. ‘Hoş Geldim’, benim gibi bocalamak istemeyen ebeveynlerin hayatını kolaylaştıracaktır. Rayka’yı yakaladım, sordum...
- Nerden çıktı bu kitap? Hangi amaca hizmet etmek için yazıldı?
Çocukların en sık sorduğu, ebeveynlerde da en çok panik yaratan soru: “Ben nereden geldim?”. Bu sorunun temelinde varoluşçu bir yaklaşım olsa da ebeveynler tamamen cinsellikten ibaret olduğunu ve çocuklarının yaşlarına uygun olmayan bir şey merak ettiğini düşünebiliyor. Yalan söylemekle kafa karıştırıcı bilgi vermek arasında gidip gelebiliyor. İşte bu kitabı, bu süreçte çocukların “Ben nereden geldim?” sorusunu cevaplamak isteyen tüm anne-babalar ve yetişkinler için hazırladık.
- Piyasadakilerden farkı ne?
Hem dili hem de çizimleri farklı. Kitap, “Ben nereden geldim?” sorusunun cevabı arayan, kendine bugüne kadar anlatılan hikâyeleri sorgulayan bir çocuğun ağzından yazıldı.
- N’apıyor bu çocuk?
‘Deliha’ları çok sevdim ben. Sen o seriyle erkek komedi dünyasına kafa mı tuttun?
Deliha’nın ilk filmi çok yadırgandı başta. Afişte tek başına bir kadın karakter o kadar az ki! Türkiye’de de dünyada da. Erkeğin kadın komedisine bilet alması zor. Hâlâ da zor. Bütün dünya kadınları olarak bu önyargıyı kırmaya çalışıyoruz. O yüzden, erkek komedi dünyasına değil de seyircinin önyargısına kafa tuttum diyelim.
Seni Recep İvedik mizahı yapmakla eleştirdiler, buna vereceğin cevap nedir?
Şahan’ın çok üstüne gidiyorlar, gittiler. Komedinin amacı güldürmek. Ve mizahın farklı çeşitleri var. Biri İngiliz komedisi sever, diğeri Amerikan. Biri diyalogdan hoşlanır, diğeri beden komedisinden. Benim o noktada eleştirildiğim için üzüldüğüm şey şuydu: Başka bir filmi taklit etmişim gibi lanse edildi. Oysa kendi küçüklüğümde de olduğu gibi, erkekler tarafından kabul görmek veya kendini savunmak ve korumak amacıyla hafif erkeksi hale girmek zorunda kalmış, sevimli ama kaba saba bir kız çocuğu hikâyesiydi o. Yeri gelmişken kendimi de eleştireyim...
Evet, dinliyorum...
İlk filmde cinsiyetçi birkaç şakam vardı. Uyardılar. O yüzden sonraki filmde hepsini yok ettim! Çünkü haklılardı. Artık Deliha’yı kıyafet alışverişi, kuaför, makyaj ve zayıflama çabaları olan “müzikli bir güzelleştirme fırtınası” içinde göremeyecekler.
‘ELTİLERİN SAVAŞI’ GELİYOR
Sen benim için bu ülkedeki en yetenekli kadınlardan birisin. Yazıyorsun, çiziyorsun, düşünüyorsun, gerçekleştiriyorsun... Hayal ettiğin rol için manyak kilolar alıp sağlığını tehlikeye atıyorsun. Senaryoyu yazıyor, oynuyor, bir de üstüne filmi yönetiyorsun...
- Çok teşekkür ederim. İnsanın hayran olduğu bir kadından övgü duyması çok güzel.
ÜRETMEK TÜM KADINLARA ÇOK YAKIŞIYOR
Şimdi de çok farklı iki çocuk kitabı yazdın. Harbi yaratıcı kitaplar. Bütün bunları niye yapıyorsun?
- Ya ben boş duramıyorum, üretmeyi seviyorum. Denemeyi seviyorum, denemekten de korkmuyorum. Neyi sevip neye dokunmam gerektiğini iyi biliyorum galiba. İlkokulda tahtaya çıkıp kendi yazdığım skeçleri oynayıp bütün sınıfı güldürürdüm. Bayramlarda da evde yapardım. Yani özünde insanları güldürmeyi ve ortamı yumuşatmayı seviyorum. Bu da seçtiğim alanlarda proje üretmemi sağlıyor. Üretmek insana iyi geliyor.
Sence insanlar seni anlıyorlar mı? Çabanı, kendini ne kadar paraladığını...
- Anlayan da oluyor, gıcık olan da! Ben anlayıp ilham alsınlar istiyorum. Özellikle kadınlar. Çünkü durmadan üretmek ve çabalamak hepimize çok yakışıyor.
Seni tanıyalım...
Ben Duygu. 26 yaşındayım. ODTÜ İşletme mezunuyum. Okurken bölüme bir türlü ısınamadım, kendimi çok ait hissetmiyordum. Yaratıcılığıma engel olan, zihnimi baskılayan bir tarafı vardı. Bir şirketin hayallerinin peşinde koşturmak tüm topluma, en çok da kendime haksızlık etmek gibi geliyordu. Ben insana dokunan bir iş yapmak istiyordum. Yan dal olarak ürün tasarımı okumaya karar verdim. Bir ürünün tasarımı süreci insanlığa dair o kadar çok şey söylüyordu ki. Ben de hayatımın direksiyonunu buraya kırdım, yüksek lisansımı da gene bu bölümde, sosyal inovasyon için tasarım alanında geçtiğimiz ay tamamladım. Eşzamanlı olarak da hayatıma Azra ve “Joon” girdi.
‘Joon’ neyin nesidir? Kimin sesidir?
“Joon”, eşitsizlikleri ortadan kaldıran bir dünya yaratmak isteyen ve tüm gücünü kuvvetini buna vakfetmeye hazır iki kadının hayali aslında. Benim ve Azra’nın. Sonra İrem ve Cansu da eklendi bize. Dezavantajlı üreticilerin ekonomik olarak güçlenmelerini sağlayan, bunu da bunu tasarımın sihirli değneğiyle gerçekleştiren bir köprü kurmaya çalışıyoruz...
‘Joon’un anlamı ne? Uydurduğunuz bir kelime mi, bir anlamı var mı?
Farsça “Can, yaşam” demek.
Yanlış anlamıyorum dimi? Siz dezavantajlı grupların -kadınlar, engelliler ve mülteciler gibi- üretmesi için çabalıyorsunuz... Neden?
Artık vefa yok Ne çalışan şirkete vefalı ne de şirket çalışana
O Şerif Kaynar. İlginç biri, renkli biri, esprili biri, zeki biri. Bir headhunter. Şirketlere aradıkları yöneticileri buluyor. Korn/Ferry şirketinin Türkiye başkanı ve yönetici ortağı. Son derece başarılı. Ve tecrübeli. Üstelik sosyal biri.
Headhunter’lık nedir? Ne işe yarar?
- Uygun talepleri ve ihtiyaçları yan yana getirmektir... Bir tür çöpçatanlık yani... Eskiden teknolojik anlamda gelişmiş
Yöneticilerimiz ve CEO’larımız dünya ile kıyaslandığında ne durumda...
- Çok iyi durumda...
Ama sadece Türk oldukları için yükselemediklerini iddia eden insanlar biliyorum...
- Tamamen palavra...
Muhtar Kent dışında kaç tane Türk tepe yönetici var ki dünyada?
- Çok iyi yerlere gelenler var... Önümüzdeki yıllarda daha da çok olacak... Bence Türk yöneticilerin bir avantajı var. Bir sır bu, ben keşfettim... Genetik olarak, hepimiz Bizans ekolünden geliyoruz... Tek bir konuya odaklanmış değiliz, aynı anda 40 tilki dolaşıyor hepimizin kafasında... Bu yüzünden "multi task" (çok odaklı) yöneticiler yetişiyor... Göreceksiniz ileride bir sürü Muhtar Kent çıkacak...
Yönetici adaylarında en çok neye bakıyorsunuz?
- Bizim için en önemlisi tekrar eden başarısı... Tek bir pozisyonda değil de, birkaç pozisyonda başarı göstermesi gerekiyor. İki yerde başarı gösteren biri, üçüncü yerde de başarılı olabilir...
Halihazırda devam eden işleri varken, size başvuranlar çıkıyor mu?
- Evet ve bu başvurular yüzde 100 gizlilik içinde yürüyor. Ama işimiz insanlara iş bulmak değil. İş ve işçi bulma kurumu değiliz. İşimiz bize başvuran şirketlere en doğru insanı bulmak. Biri bize kişisel olarak müracaat etti diyelim. Onunla gayet nazik ilgileniyoruz, CV’sini koyuyoruz bir tarafa. Ama o kişiye doğru bir iş, elimize belki bir yıl sonra gelecek, belki iki yıl... Yani bizim işimiz şirketlerle, bireylerle değil...
Peki bu işlerden emlakçı gibi komisyon mu alıyorsunuz?
- Adaydan hayır... Ama şirketten evet komisyon alınıyor...
Turkcell’e CEO’yu nasıl buldunuz?
- O zor bir prosesti... Çünkü Turkcell’in bir Rus, bir de İskandinav ortağı var. Üçünün de kabul edeceği bir adayı bulmak, zaman aldı. Hatta bir ara dedikodular çıktı, "Bunlar beceremiyor!" diye. Bütün dünyayı taradık, yabancı yöneticilere de baktık. Polonya’da çalışan bir Fransız adaylarımız arasındaydı, Türkiye’de çalışan çok önemli bir yönetici de. Sonunda üç yabancı ortağın ortak üzerinde anlaştığı aday Süreyya Ciliv oldu. Onu da ABD’de buldum...
Ne yapıyordu onu aradığınızda...
- "Yumurta kırmak üzereyim, ailemle kahvaltı yapıyorum." dedi. "Sizi İstanbul’da bir iş ilgilendirir mi?" dedim. "Hayır" dedi. Microsoft’ta çok önemli bir pozisyondaydı. İşi biraz daha anlatınca, görüşleri değişti...
Diyelim ki bir yere uygun birini buldunuz ama bir süre sonra iki taraf da memnun kalmadı...
- Bu işte yüzde 100 garanti diye bir şey yok. Dünyadaki en zor şey, insan idare etmek. Üstelik bu insanlar yönetici...
Neresi heyecan verici bu işin?
- Bu işin sonucunda herkes kazanıyor. İşe alan, işe giren ve bizim şirket... Üstelik o kişi işi büyüttüğü zaman bize yeni işler geliyor. Saadet zinciri gibi...
İNSANLARIN YÜZDE 70’İ PATRONLARINI
SEVMEDİĞİ İÇİN İŞ DEĞİŞTİRİYOR
İnsanların neden iş değiştirdiğini biliyor musunuz? İşlerini sevmediklerinden değil, az para kazandıklarından değil, işini değiştirenlerin yüzde 70’i, patronunu sevmediği için iş değiştiriyormuş... Şirket sahibi iseniz, tepeye, sevilmeyen bir insan koymayın... İş arıyorsanız da, patronunuzu seçin... Patron dediğim, işin sahibi değil, rapor verdiğiniz kişi... O iyiyse, sizi de mutlaka bir yerlere sürüklüyor... Muhtar Kent’in birlikte çalıştığı insanların hepsi şu anda bir yerleri yönetiyor...
NASIL HEADHUNTER OLDUM?
Hadi bir headhunter olarak söyleyin, gençler ne okumalı?
- Mühendislik... 200 yıl önce de en geçerli meslekti, 200 yıl sonra da öyle olacak... Dünyada en iyi parayı da, mühendisler kazanıyor... Mühendislik okuyup tamamen başka şeylere de yönelebilirler, hiçbir sakıncası yok. Mühendislik, analitik düşünce ve başarıyı öğretiyor...
Siz de mühendislik eğitimi aldınız değil mi?
- Evet. İngiltere’de kimya mühendisliği okudum. Sonra MBA yaptım. Muhtar Kent’le aynı sınıftaydık, Muhtar kuzenim olur... Mezuniyetten sonra bir Amerikan firmasına girdim: Westinghouse. Orada tam 13 yıl çalıştım. 38 ülke gezdim. Kuvvet santralları satıyordum. Kahire Londra ve Atina’da yaşadım. Dört yılım da Afrika’da geçti: Nijerya, Zimbabve ve Fildişi Sahilleri... Müthiş bir tecrübe... Beyaz adamın her zaman geri dönüp öleceği yer Afrika... Sonra bir headhunter beni, Westinghouse’un rakip firması ABB’ye transfer etti. Ankara’ya taşındım, derken Ukrayna’ya gittim ve orada Rusça öğrendim...
Kaç yaşındaydınız Rusça öğrendiğinizde?
- 41. Ukrayna’da çok başarılı oldum. 30 kişilik şirketi 3000 kişilik yaptık... Beni Zürih’e çağırdılar, "Herhalde bir milyon dolar vererek beni ödüllendirecekler!" diye gittim, meğer beni kovmak istiyorlarmış...
Hani işi büyütmüş ve çok başarılı olmuştunuz...
- Evet ama profesyonel hayatta yükselirken, şans faktörü de önemli... ABB’nin o sırada Ukrayna’ya gitmek isteyen adamı, bizim CEO’nun çok yakın arkadaşıydı... Böyle şeyler, dünyanın en büyük şirketlerinde bile oluyor... Gözlerini bile kırpmadan beni harcayıverdiler. Tabii benim de hatalarım vardı...
Ne gibi?
- Kendimi Tanrı gibi hissetmeye başlamıştım. "Ukrayna’da beni kimse yenemez" diyordum. Kendini çok güçlü hissetmek de iyi değildir profesyonel hayatta...
E peki ne yaptınız?
- Ne yapacağım, CV’mi hazırlayıp yeni bir iş aramaya başladım... Dünyanın bir numaralı headhunter firması kim? Korn/Ferry. Onlara CV’mi yolladım. Yaş 43. Her şeye yeniden başlıyorum. Çaktırmıyorum ama Muhammed Ali’den yumruk yemişten beter haldeyim. Hiç unutmuyorum "Zeiss gözlüklerinin Doğu Avrupa başkanlığı için göstereceğimiz üç adaydan birisiniz" dediler. Ben de dedim ki, "Beni o üç adayın arasına koymayın. Türkiye’de ofisiniz yok. Gidip Türkiye ofisinizi açayım..." Bana güvendiler, "Tamam" dediler, işi öğrettiler. Ve başladım... 11 yıl oldu...
Zorlanmadınız mı başta?
- Dalga mı geçiyorsunuz? Hem de nasıl zorlandım! İnsanlara gidip "Ben size 15 bin dolara müthiş adamlar bulabilirim" diyordum, herkes bana gülüyordu. İlk sene kimse bana iş vermedi... Şimdi ise kimseye gitmeme gerek yok, herkes bana geliyor...
50 MİLYON DOLARI YÖNETMEKLE 500 MİLYON DOLARI YÖNETMEK
ARASINDA ÇOK FARK VAR
Profesyonel hayattayken her şeyi bırakanlar var... İktidarı elinin tersiyle itenler, sade hayatı seçenler...
- Ben inanmıyorum. Hikayenin aslı bildiğimiz gibi olmayabilir: Belki de bıraktırılıyorlar ama "Her şeyi bıraktım!" diyorlar. Her anne-baba, çocuğu için üç başarı ister: 1- İyi okusun 2- İyi bir işe girsin 3- İyi bir izdivaç yapsın... Yani işteki başarı, adrenalindir. Hepimiz için. Bazen duyuyorum, her şeyi bırakıp kafe açmaktan söz ediyor insanlar. Hayal etmesi eğlenceli ama küçük bir kafe ile büyük bir şirket arasında herkes büyük bir şirketi tercih eder. Yani 50 milyon doları yönetmekle, 500 milyon doları yönetmek arasında büyük bir fark var. 500 milyon doların verdiği haz başkadır. Herkes "büyüğe" gider. "Bütün iş hayatımı bir kenara ittim. Bir tekne aldım, artık çalışmayacağım..." Ih-ıh, ben gerçeklerin başka türlü olduğunu düşünüyorum. General Electric’in eski CEO’su Jack Welch görevinden ayrıldı ama hálá inanılmaz bir çalışkanlıkla üretmeye devam ediyor. O vakfın başında, bu vakfın başında, Kızılhaç’ı da yönetmek istiyor. Bir sürü ilgi alanı var. Hepimizi de ilgi alanlarımız ayakta tutuyor. Kedi de bir ilgi alanı olabilir, golf de... Ve ne yapıyorsan hayatta, tutkuyla yapacaksın...
BİR KADEME AŞAĞI
İNMEKTEN KORKMAYIN
Mesut Yılmaz, başbakanken istifa etseydi ve deseydi ki "Artık başka bir şey yapacağım..." şu anda Avrupa Birliği’nde Javier Solana’nın yerinde olabilirdi. Solana, İspanya Dışişleri Bakanı’yken görevden ayrılmasını bildi... Kemal Derviş de kariyeriyle ilgili farklı bir şey yaptı... Hep yukarı çıkacağım diye birşey yok. Arada bir, paralel gidebilirsiniz hatta bir aşağıya inebilirsiniz... Korkmaya gerek yok.
BİR KADIN İŞİN
HAVASINI DEĞİŞTİRİR
Keşke bu ülkenin top 10 şirketinde çok daha fazla yabancı çalışsa... İngilizler, Fransızlar... Bunun çok faydası olacaktır... Bir yönetim kurulunda 10 erkek varsa ve bir kadın geldiğinde o yönetim kurulunun havası değişir... Çok daha efektif hale gelir. Bir yabancının dahil olması da böyle bir şey... Almanya’daki tüm yönetim kurulları, toplantılarını İngilizce yapmaya başladı. Bütün genel müdürleriniz 65 yaşındaysa bir tane 35 yaşında müdür koyun. Göreceksiniz, bir sürü şey değişecek...
BİR GÜN GELECEK BAKANLARI DA BİZ BULACAĞIZ
Zaman zaman hiç düşündüğünüz oluyor mu: "Siyasiler de bizden yardım isteyebilir... Hatta başbakan da... Kabinenin 8 bakanını biz bulabiliriz..." Dünyada böyle örnekler var mı?
- Var. Vicente Fox, Meksika Cumhurbaşkanı seçildiği zaman 8 bakanını şirketim Korn/Ferry buldu. Yeni Zelanda’da genelkurmay başkanını da bizi bulduk. Çünkü orada diyorlar ki, "Orduyu en iyi yönetecek kişinin asker olmaması gerekir..."
Türkiye’de sizce böyle bir şey mümkün mü?
- O kadar ütopik değilim. Genelkurmay başkanı ya da bakanları bir headhunter firmasının bulması zor. Ama beş yıl içinde İSKİ’nin, elektrik idaresinin, YÖK’ün ve Türk Hava Yolları’nın başına gelecek adamı bizim bulmamız daha uygun olur...
Ya bakanlar?
- Bunun gerçekleşebilmesi için önümüzde uzun yıllar var... Ama partiler kendi kadrolarını oluştururken bizim gibi firmalara gelip önü açık gençleri kendi kadrolarına dahil edebilir...
İşiniz sadece yüksek kademeler için mi? Pırıl pırıl genç mezunlar var... Onların hiç size başvurma imkanı yok mu?
- Dört yıl bir yerde çalışmamış herhangi bir CV, direkt çöpe gider bizde...
BİR KADINI MUTSUZ EDECEĞİME, İKİ KADINI MUTLU EDEYİM
Zeytin ağacı ne ifade ediyor?
- Çok şey... Bir gün kayboldum diyelim, beynim gitti, evden çıktım ve bir daha dönmedim... Kimse beni bulamıyor... Hep yakınlarıma söylerim, beni hiçbir zaman Litvanya’da aramayın, Moskova’da da aramayın... Muhakkak zeytin ağacı olan bir ülkede arayın... Zeytin ağacı, medeniyet ölçüsüdür benim için. Zeytin ağacı da Akdeniz’de yetişir... Dünyanın bütün medeniyetleri de Akdeniz’in etrafından çıkmıştır...
Kendinizi Akdenizli olarak tanımlıyorsunuz o zaman?
- Hayır efendim, kendimi Bizanslı olarak tanımlıyorum! İstanbul, Bizans... Burada doğdum, büyüdüm. Ama Midilli’den gelen köklerim de var...
Son derece sosyalmişsiniz...
- Evet... Sizin yüzünüzden birkaç davet kaçırdım bu akşam!
Ve hálá bekarsınız...
- Evet, çünkü şöyle düşünüyorum... Bir kadını
mutsuz edeceğime iki kadını
mutlu edeyim...
CEO OLMAK YA DA OLMAMAK
Başarılı CEO’ların ortak özellikleri neler? Ya da aslında benzer profiller mi başarılı oluyor?
- Başarılı CEO’ların belirgin ortak özellikleri var. Bir tanesi çalışkanlık. Çalışkansanız başarıyorsunuz. Biri çok akıllı diyelim, öbürü daha az akıllı. Daha az akıllı olan her sabah 8’de işe geliyor, parlak olanı 11’de. Erken gelen çok daha başarılı oluyor. Fakat çalışkanlık da bir yere kadar sizi götürüyor, stratejik bir vizyon gerekiyor...
Bir CEO’nun özel hayatı, iş hayatını ne kadar mahvedebilir? Ne kadar gay olabilir, ne kadar metresi olabilir, ne kadar serseri olabilir... Bir el kitabı var mı bunun?
- Bu konudaki fikrim şu: Tepe profesyonellerin, normal bir vatandaşa göre evet çok daha zor bir hayatları var. Bir sürü şeye dikkat etmeleri gerekiyor. Ama o güç ve imkanla, istedikleri her şeyi yaşayabilirler ve buna zaman da yaratabilirler. Diyorlar ki, "CEO’ların hiçbir özel hayatı yok!" Ben inanmıyorum. İnsan o seviyede de bir sürü şey yapabilir... Ne kadar ölçülü olmaları gerektiğine gelince, e tabii, çok fazla sigara içen, çok fazla alkol alan birinin başarılı olması çok zor... Çok fazla kilolu da olmayacak... Yalnız o değil, aynı zamanda uykusundan da taviz vermeyecek... Uyku, insanı akıllı ve canlı tutuyor. İyi uyumayan bir insanın da başarılı olabileceğini inanmıyorum...
CEO olmanın, en boktan tarafı nedir?
- Belli bir zaman sonra kazandıkları parayı nereye sarf edeceğini bilemiyorlar...
TÜRKİYE’DEKİ CEO ÜCRETLERİ DÜNYAYA ORANLA DÜŞÜK
Türkiye’de CEO’lar kaç para alıyor?
- Bizde ücretler, dünyaya oranla düşük... Dünyadaki trend, zaten maaşların düşmesi, bonus, yani başarı primi kısmının yükselmesi... Bir CEO, diyelim yılda 500 bin dolar kazanıyor, eskiden bonusu 100 bin dolarken, şimdi 500 bin dolar oldu...
Muhtar Kent kaç para alıyordur?
- Geçen yıl açıklandı. Yıllık brüt maaşı 800 bin dolardı. Bu da net 600 bin dolar gibi bir para ediyor.... Ama bütün ekstralarıyla toplam maaşı 6 milyon dolardı...
Muhtar Kent’in Coca Cola’nın CEO’su olmasını, Orhan Pamuk’un Nobel alması ile kıyaslayanlar oldu. Hürriyet Ekonomi Müdürü Vahap Munyar yazdı. Siz ne diyorsunuz?
- Bence birbiriyle karşılaştırılamayacak şeyler... Ama Muhtar’ın başarısı, iş dünyası açısından çok önemli. Çünkü rol model oluyor. Türkiye’de çalışan 4 milyon kişi var. Devleti de sayarsanız, 7 milyon kişi. 70 milyonda 7 milyon. Gerisi, vergi filan vermiyor. İşte o 7 milyon çalışana, Muhtar, rol model. O yüzden çok önemsiyorum bu başarıyı..