TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Annesi Tevfika bilinmeden Menderes anlaşılabilir mi
Başbakanların özel hayatları nerede başlar, nerede biter? Kamer Genç’in Meclis kürsüsünden rahmetli Adnan Menderes’in özel hayatıyla ilgili söylediği bir anekdot Genel Kurul’u karıştırdı; hükümetin bütçe konuşmasını etkiledi. Başbakan Erdoğan “CHP gereğini yapsın” dedi. Peki, bir başbakanı sadece siyaset dünyasındaki icraatlarıyla mı anlatmalıyız, yazmalıyız? Öyle düşünüyorsanız bu yazıyı hiç okumayınız...
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.![/images/100/0x0/55ea37c9f018fbb8f872056f]()
![/images/100/0x0/55ea37c9f018fbb8f8720571]()
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
Tevfika babasına kızıp bir gece İbrahim Edhem’e kaçtı.
Ailesini kaybeden bir çocuk
Tevfika ile İbrahim Edhem, İzmir Beyler Sokağı’nda kiraladıkları bir evde yaşamaya başladı.
Bir yıl sonra; lepiska saçlı, sarışın, mavi gözlü bebekleri dünyaya geldi: Melike.
Üç yıl sonra, dedesi Ali Ağa’ya benzeyen çekik gözlü bir bebekleri oldu: Adnan. Yıl: 1899.
Tevfika’nın mutluluğu ne yazık ki uzun sürmedi. Amansız hastalığıyla baş edemedi. Melike beş, Adnan iki yaşında iken vefat etti.
İki çocuğuyla bir başına kalan İbrahim Edhem’in yardımına annesi Fitnat Hanım koştu. Fitnat Hanım yorulduğunda imdada kızı Sacide yetişti.
Ancak talihsizlikler ailenin peşini bırakmadı. İbrahim Edhem verem oldu ve tedavisi için İsviçre’ye giderken İstanbul’da bir otel odasında öldü.
Fitnat Hanım iki torunuyla baş başa kaldı.
Acı bitmedi.
Melike ve Adnan aynı yıl halaları Sacide’yi de kaybettiler.
Ölüm evden gitmiyordu sanki.
Ve sonra henüz altı yaşındaki Melike hayata veda etti.
Annesini, babasını, halasını ve ablasını ardı ardına kaybeden Adnan, babaannesi Fitnat Hanım’la bir başına kaldı. Daha üç yaşındaydı.
Yaşamı boyunca aklına ne zaman ablası gelse, Adnan hep gözyaşı döktü. Ne annesinin, ne de babasının yüzünü hatırlıyordu; ailesinden tek anımsadığı ablasının sarı saçları ve mavi gözleriydi...
Çapkın Başbakan
Geçen hafta...
Kamer Genç TBMM’de Başbakan Adnan Menderes-Suzan Sözen ilişkisinden bahsedince Genel Kurul karıştı. Kürsü mikrofonu kapatıldı, Kamer Genç’e küfürler edildi ve sözünü geri alması istendi. Kamer Genç özür diledi.
Başbakan Erdoğan konuyu bütçe görüşmelerine taşıdı ve CHP’nin Kamer Genç hakkında gereğini yapmasını istedi.
CHP ne yapar bilemem, bildiğim Suzan Sözen’in Adnan Menderes’in sevgilisi olduğudur. Bu bilinmeyen bir sır değildir.
Adnan Menderes’in dahil olduğu Evliyazade ailesi biyografisini “Efendi” kitabımda yazdım. Aileden çok kişiyle görüştüm. Çok mahrem bilgilere sahip oldum. Bir gerçeğin altını çizmek tarihi bir borçtur:
Başbakan Adnan Menderes çapkındı.
Bu gerçeği yazdım diye hemen, ne Ayhan Aydan konusuna girmek ne de Berin Menderes’in yaşadığı acılara değinmek istiyorum.
Örtülü ödenek hesaplarında ya da mahkeme zabıtlarında neler yazdığını hatırlatacak değilim.
Benim üzerinde durmak istediğim konu başka:
Ben küçük Adnan’ın hayat hikâyesiyle ilgiliyim...
Daha doğrusu...
Adnan Menderes soruları
Adnan Menderes’in, bireysel gelişim sürecini, psikolojisini/iç dünyasını bilmeden, kişilik yapısı üzerinde durmadan bir portre ortaya çıkarabilir miyiz?
Çapkınlığının nedeni çocukluğunda yaşadığı travmada saklı değil midir? Böylesine ağır kayıplar kişiliği nasıl etkiler?
Yalnızlığın etkisi de yok mudur çapkınlığın temelinde?
Çapkınlık onaylanmak değil midir aslında?
Ailesini kaybetmiş biri ilişkisinde ne derece bağımlı olabilir?
Sadece çapkınlık değildir mesele.
Mesela, Adnan Menderes iyi bir baba mıdır? Değildir. Çünkü bildiği gördüğü bir baba figürü olmamıştır ne yazık ki.
Sosyal hayatta kibar olan Adnan Menderes, ruhsal beklentilerine uygun davranmayanlara karşı neden çok serttir? Bunun çocukluğundaki mutsuzlukla, içsel dramıyla ilgisi yok mu sanıyorsunuz?
Niye bencildir? Karşıt görüşe niye tahammülsüzdür; niye saldırgandır?
Soruları artırabilirim. Neden şık giyindiğini bile sorabilirim. Her şeyi sormalıyız da.
Demem o ki:
Bunları konuşmayacak mıyız, tartışmayacak mıyız?
Adnan Menderes bir put değildir, eti kemiğiyle insandır.
Biliriz ki...
Takipçileri, karizmatik bir liderin varlığından öylesine etkilenir ki, hiçbir “kötü davranışı” ona mal etmezler, etmek istemezler. Bunlar, yakınlık duydukları lideri, öylesine ülküleştirir, kahramanlaştırır ki aksi sözleri susturup boğarlar.
Ama işte, o zaman da bunun adı “ileri demokrasi” olmaz!
Bırakınız herkes konuşsun, bırakınız herkes yazsın...
CHP KURULTAYI’NI ANLAMA KILAVUZU
Bugün gazetelerde CHP Kurultayı ile ilgili birçok meslektaşın notlarını, analizlerini okuyacaksınız. Bu yazıları daha iyi değerlendirmeniz için size CHP ile ilgili yorum yapmadan bazı anekdotlar vermek istiyorum. Bu bilgiler ışığında son kurultayı daha iyi yorumlayacağınıza inanıyorum.![/images/100/0x0/55ea37c9f018fbb8f8720573]()
16 Ekim 1981... 12 Eylül 1980 darbesi CHP’yi kapattı.
19 Haziran 1992... Eski partilerin yeniden açılabileceğine dair yasa çıktı.
9 Eylül 1992... 1979’dan sonra CHP ilk kez kurultay yaptı. 25’inci kurultayda, SHP’den (Erdal İnönü’ye karşı üç kez aday çıkıp kaybeden) CHP’ye geçen Deniz Baykal genel başkan seçildi. Ertuğrul Günay ise genel sekreter oldu. İsmail Cem, Erol Çevikçe, Hasan Fehmi Güneş, Adnan Keskin, İstemihan Talay, Ali Topuz genel başkan yardımcısı oldu. Partililerin elinde Baykal ve Cem’in birlikte hazırladıkları “Yeni Sol” kitabı vardı.
26 Mart 1994... Yerel seçimlere merkez sol üç partiyle katıldı: SHP, DSP ve CHP. SHP Ankara ve İstanbul belediyelerini kıl payı kaybetti. Ankara’da SHP ile RP arasındaki oy farkı sadece 6 bin 471 idi. CHP’nin İstanbul adayı Ertuğrul Günay, SHP adayı Zülfü Livaneli’nin oylarını bölünce aradan RP’nin adayı Recep Tayyip Erdoğan çıktı. Ecevit’ten sonra Baykal’ın adı “bir bölen”e çıktı.
18 Şubat 1995... “Hikmet (Çetin) Abi” formülünde anlaşan iki parti, CHP ve SHP, CHP çatısı altında birleşti.
9 Eylül 1995... Hikmet Çetin, Baykalcıların ağırlıkta olduğu Parti Meclisi (PM) ile bir türlü anlaşamayınca 27’nci kurultay yapıldı. Baykal, Karayalçın’ı geçerek tekrar genel başkanlık koltuğuna oturdu. Baykal’ın ilk icraatı DYP-CHP koalisyon hükümetinin bir an önce seçime gitmesini istemek oldu.
24 Aralık 1995... Genel seçimde CHP barajı ancak 10.7 oy yüzdesiyle aşabildi. DSP ise 14.6 idi. Solun toplam oyları tarihinde ilk kez yüzde 25’e indi. Birinci parti RP oldu; 21.4. Erbakan 30 yıllık düşünü gerçekleştirdi, başbakanlık koltuğuna oturdu. Baykal DYP-CHP koalisyon hükümetini zamansız seçime götürdüğü için çok eleştiri aldı.
12 Temmuz 1997... 28 Şubat RP-DYP koalisyonunu yıktı, yerine ANAP-DSP-DTP azınlık koalisyonu kurdurdu. CHP bu koalisyonu dışarıdan destekledi. Ama Baykal’ın bu destek karşısında bir şartı vardı, seçime gidilmeliydi.
23 Mayıs 1998... 28’inci kurultayda ilk kez bazı kavramlar dile getirildi: “Değişim”, “Yenileşme”, “Küresel Gelişme”... Baykal özel hazırlanmış platforma, lazer gösterileri, pop müziği eşliğinde, sis ve konfeti yağmuruyla çıktı.
18 Nisan 1999... Baykal’ın dayatması sonucu yapılan genel seçimde CHP barajın altında kaldı. DSP birinci parti oldu. Baykal genel başkanlıktan istifa etti. CHP yeni kurultay hazırlıklarına başladı. Baykal çıkan adayları beğenmedi, “Bu çıkan adaylar CHP’nin tümünü kavrayacak, kucaklayacak düzeyde isimler değildir. CHP’yi iç kargaşaya bırakmam” dedi.
22 Mayıs 1999... CHP genel başkanlığına Altan Öymen seçildi. Ancak Hikmet Çetin’in başına gelen Altan Öymen’in de başına geldi; PM tarafından çalıştırılmadı. Üstelik Baykal meydanlardaydı; il ve ilçeleri ziyaret etti, sürekli mesajlar verdi.
30 Eylül 2000... Baykal yeniden genel başkanlığa aday oldu. Delegeler üç yıl önce seçilen delegelerdi ve onlar yine Baykal’ı genel başkanlık koltuğuna oturttu.
30 Haziran 2001... 29’uncu kurultayda Baykal kürsüden şöyle seslendi: “Sağ partilere sol mücadeleden insanlar geçerken bir şey demiyorsunuz. Sağdan bize geçince ‘Nereden geldi bunlar’ diye tepki gösteriyorsunuz. Bu kültürü aşalım. Bu azınlık psikolojisidir. Artık bize herkes gelmeli, gelsin istiyoruz.” Baykal seçimi tekrar kazandı.
3 Kasım 2002... Kemal Derviş’li CHP barajı aştı: 19.4. Seçimin tek galibi vardı: AKP: 34.3.
23 Ekim 2003... Bu kurultayda ilkler yaşandı. Blok listeyle seçime gidildi; PM sayısı 80’e çıkarıldı. Ve Baykal yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Anadile özgürlük, anadili öğrenme hakkı en kısa zamanda yaşama geçirilmelidir.” Dilinde artık “Anadolu Solu” kavramı vardı.
28 Mart 2004... Yerel seçimlerde CHP’nin oyu geriledi 18.4. Kazanan AKP idi, 41.9 Kemal Derviş CHP’den istifa etti.
3 Temmuz 2004... Seçim başarısızlığı üzerine parti içi muhalefet kurultay istedi. “Güvenoyu gündemi”yle toplanan kurultayda Baykal, “Ben kurultaydan onurla aldığım bu partiyi sokaktaki çapulculara bırakacak değilim. Birilerinin kurguladığı, birtakım medyanın güç ve destek verdiği, birilerinin piyonluğu üstlendiği bu muhalefetle bir arada olmayacağımız anlaşılmıştır” dedi. Baykal güvenoyu aldı.
29 Ocak 2005... 13’üncü olağanüstü kurultayda Baykal’ın karşısına Mustafa Sarıgül aday olarak çıktı. Baykal bir önceki kurultaydaki sözlerini tekrarladı: “Bu kurultay, CHP’yi dışarıdan kuşatma, yönlendirme ve etkileme çabalarının iflas edeceği, CHP’nin üzerine kurulmak istenen ipoteklerden sıyrılacağı bir kurultay olacaktır.” Mustafa Sarıgül ise şöyle konuştu: “On yıldır iktidara gelemiyoruz, niye biliyor musunuz; çünkü genel başkanın en iyi bildiği konu parti içi muhalefettir.” Seçimi Baykal kazandı. PM için blok liste çıkarıldı. 714 delegeden 539’u oy kullanmadı.
19 Kasım 2005... 31’inci kurultayda Baykal’a rakip çıkmadı. PM blok listeyle seçildi.
22 Temmuz 2007... Genel seçimlere merkez solun tek partisi olarak giren CHP yüzde 20.9 oy aldı. AKP oylarını artırdı: 46.6. Seçim sonucu sosyal demokratlar için tam bir şok oldu. Baykal iki gün evinden çıkmadı. CHP MYK topluca istifasını Baykal’a sundu; Baykal kabul etmedi; “1.5 puan da olsa CHP oyunu artırmıştır” dedi.
26 Nisan 2008... 32’nci kurultayda muhaliflerin “çarşaf liste” önerisi kabul görmedi. Haluk Koç, Umut Oran karşısında Baykal yine kazandı.
22 Mayıs 2010... Seks kasedi komplosu sonucu Baykal genel başkanlıktan ayrıldı. 33’üncü genel kurultayda Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan seçildi.
Kılıçdaroğlu, tıpkı bir dönem Hikmet Çetin ve Altan Öymen’e yapıldığı gibi PM tarafından çalıştırılmaması üzerine parti meclisini değiştirmek için kongreye gitti.
18 Aralık 2010... Sonucu biliyorsunuz.
CHP’de halkçılar kazandı; profesyonel politikacılar kaybetti...