M. Berk Karaoğlu

Günün karikatürü

27 Ocak 2022
M. Kutlukhan Perker çizdi...

Yazının Devamını Oku

Aile içinde OKB’li bir birey varsa…

1 Nisan 2021
Kişide olan bir kaygı durumu ya da duygu durum problemi şüphesiz ailenin diğer fertlerini de etkilemektedir. Ben de bu yazımda obsesif kompulsif bozukluğun aile bireyleri arasındaki önemine değinmeye çalışacağım.

Öncelikle, Obsesif kompulsif bozukluğun ne olduğundan kısaca bahsetmek istiyorum. Halk arasında takıntı hastalığı olarak bilinmekte ve kişinin günlük yaşamdaki etkinliğini son derece kısıtlayan ve işlevselliğini olumsuz yönde etkileyen bir bozukluktur. Peki burada ne demek istiyorum?

Örneğin; annenizle evden tam çıkacağınız sırada ocağın altını kapalı olduğunu bildiği halde yüzlerce kez kontrol etmesine rağmen yüz birinci kez ayakkabıları ayağında dizleri üzerinde emekleyerek ocağın düğmesini çevirir ve onun bu davranışı sonrasında ne kadar rahatladığına şahit olursunuz. Annenizin bu davranışı yüzünden yarım saat kapıda ağaç olur ve gideceğiniz yere geç kalırsınız. Ve annenizin neden bu şekilde davrandığını bir türlü anlayamazsınız ve rahatsız olursunuz. Annenize bunu neden yaptığını sorduğunuzda ise nedenini bilmediğini ve zihnindeki saplantılı düşüncenin bir türlü önüne geçemediğini kendi cümleleriyle anlatıverir. İşte, bu kişinin zihnine izinsizce giren düşüncelere obsesyon ve bu düşünceden kurtulmak için yaptığı ocağın düğmesini açıp kapama gibi davranışlar ise kompulsiyondur.

Halk arasında en çok bilinen takıntı türleri ise el yıkama, ışığı açıp kapama, simetri ihtiyacından dolayı bir şeyin yerini sürekli değiştirmek, bir eylemi sayı sayarak gerçekleştirme gibi bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Obsesif Kompulsif Bozukluk, bireyin kendisini etkilemesinin yanı sıra aile bireyleri arasında istenmeyen bazı problemlere de yol açmaktadır. OKB’li bireyler ritüellerini yapmak için zamanlarının büyük bir çoğunluğunu evde konfor alanında geçirebilmektedirler. Güvende hissettikleri yerde olmak onlar için daha az kaygı duymalarına olanak tanıyacaktır. Örneğin; temizlik takıntısı olan bir insanı gün içerisinde en çok görebileceğimiz yer şüphesiz lavabo veyahut banyo olacaktır. Kendini bol miktarda kullandığı suyun, sabunun, deterjanın arasında kaybolurken bulacak ve farkında bile olmadan aile bütçesine zarar verecektir. Obsesif Kompulsif Bozukluk, aile içerisinde maddi sıkıntılar yaratabileceği gibi manevi açıdan da aile üyeleri arasındaki ilişkilerin zedelenmesine de sebebiyet verebilmektedir.

OKB’li birey ailesiyle aynı evde yaşamasına rağmen akşam aile fertleri bu kişiyi nadir görebilmektedir. Aile kahvaltılarında, akşam yemeklerinde, aile sohbetlerinde OKB’li birey yoktur çünkü uğraşması gereken ve zamanını oldukça çalan takıntıları ile meşguldür. Bu birey ailesi ile birlikte zaman geçirdiğinde de aile üyeleri kişinin bu takıntılı hal, tutum ve davranışlarından muzdarip olurlar ve neden bu şekilde davrandığını anlamakta güçlük çekerler. Bu noktada her bir aile üyesinin OKB’li bireye davranışlarının nedenini sorgulamaktan ziyade onu anladıklarını ve yanında olduklarını o kişiye hissettirmelidir. Bilinmelidir ki; OKB’li birey de bu takıntılarından rahatsızdır, kişi sadece onu etkileyen zihnine takılan düşüncelerin onda yarattığı korku ve kaygının önüne geçebilmek için kendini bu tür tekrarlayan davranış kalıpları içerisinde bulur. Özellikle aile fertleri bu kişilere destek olmalı ki kişinin var olan kaygı ve korkuları daha da artmasın. Kişiye davranışının nedenini sormayı bir kenara bırakmalı, duygularını anlamaya çalışmalı ve hoşgörülü olabilmeliyiz.

Yazının Devamını Oku

Günümüz ilişkilerinde bağlanma problemleri

10 Mart 2021
Günümüzde ilişkilerin uzun sürmediğinin hepimiz farkındayız. Yapılan araştırmaların evliliklerin üçte ikisinin boşanmayla sonuçlandığını da gösterince, doğal olarak insanların aklına “neden” sorusu geliyor.

Psikoloji literatüründen bağlanma teorileri araştırılıyor ve insanlar arasında konuşuluyor. Bu konu hakkında konuşurken aslında ilişki tiplerini inceleyip göz önünde bulundurmalıyız, böylelikle günümüz ilişkilerine farklı bir pencereden bakabiliriz. Tabii ki, kişinin ilişki şemasını nasıl öğrendiği ve şekillendirdiği önemli bir unsur ama çevresel faktörler de yadsınamayacak derecede önem arz etmekte. Zaman ilerledikçe kişiler kendi özgürlüklerinin kısıtlanmasından kaçınmaya başladı aslında. Kişilerdeki bireysellik isteğinin artmaya başlaması, sağlıklı bağlanma kurmaktan kaçınan davranışların da artışını etkiledi. İlişki tiplerinde birçok model görmekteyiz. Bunlar; kaçınan, endişeli, çapacı, kontrolcü, destekleyici, solist, bukalemun modelleridir. Ancak, birkaçına biraz daha detaylı değinmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Kaçınan dediğimiz, bağlanma problemi yaşayanlardır. İlişkiye dahil olmak isteseler de yüzde yüz olarak kendilerini veremezler. Önceki ilişki deneyimlerinden kaynaklanan reddedilme korkuları vardır. Uzun süreli ilişkilerde panik yaşamaları olasıdır. Çünkü bağlanma kavramında problem yaşamaktadırlar. Eğer ki ilişkide nefes alabilecekleri bir yer var ise, problem yaşama ihtimalleri yok denecek derecede azdır. Endişeli dediğimiz ilişki modeline aynı zamanda kaygılı bağlanma da diyebiliriz. Belirsizlik kavramından rahatsız olan bu kişiler, geçmiş ve gelecek ile kafalarını sürekli meşgul ederler. Plan ve düzen arzuları vardır. Domestik planlayıcı olduklarını söyleyebiliriz. Garanti olan durumlar mevcutsa, ilişkide problem yaşamazlar. Kontrolcü model ise gücü sürekli elde tutmak isteyenlerdir. Narsist kişilik bozukluğu olan bireylerde sıklıkla rastladığımız bir ilişki modelidir. Odak noktası olmak gibi talepleri vardır. Duygusal ve davranışsal manipülasyon uygulama eğilimleri vardır. Partnerinin özel alanlarına müdahale etmekten çekinmezler, çünkü kontrol etmek onlar için kaçınılmaz bir durumdur. Bu modelde pasif-agresif tavırlarla da karşılaşmaktayız. Son olarak bukalemun modelden bahsetmek istiyorum. Adından da anlaşılabileceği gibi, bu modelde kişilerin sürekli değişim içerisinde olduklarını görürüz. Karşı tarafı tedirgin eden karar değişiklikleri vardır. Duygularını yönetemezler. Bu yüzden o an içerisinde nasıl hissediyorlarsa öyle davranırlar. Mutluyken eğlenceye doyamazsınız ancak mutsuz olduklarında da yanında olmak çekilmez bir hal alabilir.

Gördüğünüz gibi birçok ilişki modeli mevcut, ben de daha sık karşılaştığım örneklerden yola çıkmak istedim. Bu modellere psikolojik bir problem olarak bakmak yerine birazcık da içinde bulunduğumuz dönemin sosyolojik ürünü olarak bakmak gerektiğini düşündüğümü de belirtmek isterim. İlişki problemlerinde, çift terapisi almak sağlıklı sonuçlar elde etmek için etkili bir yöntemdir. Ancak, kişiler kendi dinamiklerini ve özelliklerini de ilişkilerde yansıttığı için bireysel olarak da profesyonel destek almak da yararlı olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Mobbing psikolojimizi ve aile hayatımızı nasıl etkiler?

19 Şubat 2021
Bu aralar maalesef “mobbing” yani bir anlamda iş yerinde psikolojik taciz / baskı olarak nitelendirebileceğimiz durumların yaşandığını ve bu süreçlerin kişiyi bunalıma sokarak yaşamına son verme düşüncelerine dahi götürebildiğini görmekteyiz.

Peki “mobbing”in kişiye ve aile hayatına psikolojik yansımaları neler olabilir?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki çoğunlukla en fazla ve en çok aktif zamanımızı iş yerinde geçiriyoruz ve haliyle iş arkadaşlarımız, astlarımız, üstlerimiz, amirlerimiz, buradaki ilişkiler oldukça anlamlı hale gelebiliyor. Özellikle kişisel anlamda üzerimize gelindiğini veya grupça dışlandığımızı hissettiğimizde bu hemen hemen herkes için yoğun ve karışık duygulara sebebiyet verebilmektedir. İlk başta bu duruma maruz kaldığımızda olayları dışsallaştırıp sadece haksızlık veya öfke gibi duygular yaşasak da belli bir zaman sonra bilinçdışından gelen “ego –santrik”(benlikle bütünleşik) yani benden dolayı mı acaba gibi birçok düşünce bizi mutsuzluğa, umutsuzluğa ve çaresizliğe itebilir bu durumda da duygu durum problemleri ve anksiyete (kaygı) sorunları kaçınılmaz bir hale gelebilir.

Tüm bu sürecin içerisinde depresif ve kaygılı bir duygu durumuna gelmek elbette ki aile üyeleri arasında da iletişim problemlerine, sosyal anlamda izole olmaya hatta evlilik hayatında duygusal, cinsel, sosyal birçok paylaşımın azalmasına sebebiyet verebilmektedir.  Bu kısır döngü ebeveynlerimizi, eşimizi, çocuğumuzu da etkileyebilir ve haliyle tekrar suçluluk, öfke içe atım vs gibi durumlarıyla baş başa kalıp istenmeyen sonuçlara da yol açabilmektedir.

Tüm bu durumlar karşısında “mobbing” kavramının hatta bu durumun sadece amirlerimizle, otorite kavramıyla alakalı değil bazı zamanlar iş yeri arkadaşlıklarımızla veya meslektaş zorbalığı ile açıklanabilecek durumların önemini kavramalı, ruh sağlığımıza zarar getirebilecek her durumu ilk baştan fark etmeye çalışmalı ve ilgili ruh sağlığı uzmanından destek alınmalıdır. Çünkü bu baskılar her yerde yaşanabilir, akademik hayatta, ast- üst kavramlarının olduğu yerlerde, mesleki rekabetin fazla, hiyerarşinin veya monotonluğun olduğu her yerde bu sıkıntılar olabilir. O açıdan hangi meslekte olduğumuz, hangi kurumda olduğumuzdan ziyade hem hukuki, hem psikolojik destek almak tüm bu sorunların daha da kökleşmesini önleyebilmektedir. Özellikle de bu tarz durumlar yaşandığında içimizde biriktirmemeli yakın çevremizle ve daha sağlıklısı profesyonel biriyle bunları paylaşabilmeliyiz.

Yazının Devamını Oku

Evli çiftlerin çocuk sahibi olma isteği

25 Ocak 2021
Dünyanın belki de en güzel şeylerinden biridir çocuk sahibi olmak, gelecek nesillere düşüncelerimizi, varlığımızı aktarmak, psiko dinamiksel anlamıyla nesne devamlılığı sağlamak.

Evliliklerin duygusal, cinsel, sosyal, kültürel vs. paylaşımların dışında önemli bir olgusu da çocuk sahibi olmaktır ama gel gelelim çocuk sahibi olmak birçok maddi, manevi, bireysel ve ailesel yükümlülükler getirebilmektedir. Bundan dolayıdır ki evlilikte ebeveyn olmak isteyen her bir bireyin çocuk sahibi olma konusunda partneri ile hemfikir olması çok büyük önem taşımaktadır.

Son zamanlarda evli çiftler arasında boşanmaya dahi gidebilen çocuk konusunda anlaşmazlıklar duyuyoruz, okuyoruz. Peki bu noktada aslında çiftlerin çocuk konusunu nasıl ele almaları sağlıklı olacaktır?

Öncelikle evlilikten önce nerede yaşayacakları, nasıl bir maddi paylaşım içinde olabilecekleri, gelecekte çocuğun doğumu halinde nasıl bir süreç izleyecekleri kendi aralarında çözüme ulaşmıyorsa, bir ruh sağlığı uzmanından, aile danışmanından destek alarak biraz netleştirmeleri kafalardaki belirsizliği hafifletme noktasında oldukça faydalı olabilecektir. Tabii ki de evdeki hesap çarşıya uymayabilir, hayatın birçok değişkeninin getirdiği durumlarda planlarda sapmalar olabilir. Ancak evliliği hem duygusal hem de birçok paylaşımın olduğu mantıkta içeren bir kurum yapısında olduğunu düşünecek olursak özellikle çocuk doğurma gibi karar mekanizmalarında çiftin tek bir düşünce sistemi içinde olması ve mantıklı bir karar vererek gelecekte çocuklarına sağlıklı bir otorite figürü olmaları oldukça anlamlı olacaktır. Çünkü istenmeyen bir biçimde dünyaya getirdiğimiz bir çocuk olur ve çocuğun psiko-sosyal gelişimi içinde ebevenlerin ruh halindeki olumsuz duygulanım, belirsizlikler, tutarsızlıklar devam ettiği takdirde çocuk üzerinde de ileride psikolojik problemlere sebebiyet verebilecektir.

Genellikle çocukların yanında olumsuzluklar konuşulmadığı için çocukların veya ergen gençlerin duygularınızı anlamadığını düşünmek pek de doğru bir tespit değildir. Çünkü yenidoğan bir bebek bile anksiyetenizi (kaygınızı), çökkünlüğünüzü pekâlâ hissedebilir. Hatta kafasında büyütebilir ve bu olumsuz duygular çocuğun ileride yetişkin olduğunda istenmeyen davranışlar içinde olmasına, kişilik problemlerinin çıkmasına sebebiyet verebilir. Ancak tutarlı, kendini bilen, isteyerek, olumlu duygularını çocuklarına vererek çocuğunu doğurup, büyüten ebeveynlerin çocukları daha tatminkâr, hayata motive ve benlik saygısı oluşmuş bireyler olarak hayatlarına devam edebilmektedirler.

Yazının Devamını Oku

İlişkilerde narsist ve borderline çatışması

8 Ocak 2021
Narsisizmi ve borderline kişilik bozukluklarını sıkça duymaya başladık. Bu durumda olan kişilerin duyguları yoğun yaşadıklarını, günlük hayatlarında bazı ilişki problemleri yaşadıklarına vakıf durumdayız artık.

Narsistik kişilik bozukluğunun daha çok erkeklerde, borderline kişilik bozukluğunun ise daha çok kadınlarda görüldüğünü göz önünde bulundurursak, bu iki yapının arasındaki ilişki nasıl olur? Duyguların yoğunluğu, kaygıların çokluğu nasıl bir ilişkiyi doğurur? Duyguların şiddeti ilişkiyi daha mı tutkulu yapar yoksa tüm dengeleri alt üst mü eder?

Narsistik kişilik bozukluğunu anlamak için, mitolojiden gelen çevirisine bakmamız yeterlidir aslında. Narcissus’tan gelir yani “aynadaki yansımaya aşık olmak” demektir. Bu kişiler, kendilerini herkesten yüksek gören, empati kurmayı pek tercih etmeyen kişilerdir. Borderline kişilik bozukluğu yaşayan kişilerin en yoğun kaygısı ise terk edilme kaygısıdır. Bu iki yapının sağlıklı bir ilişki için duygu durumları elvermese de günümüzde birçok narsist ve borderline ilişkisine tanık olabiliriz. Bu kişilerin duygu yoğunlukları ilişkiyi çok çetrefilli bir hale sokabilmektedir. Bu yapıların ilişkisi yoğun duygular içerir.

Peki nedir bu yoğun duygular? Terk edilme kaygısı, kızgınlık, öfke, özlem, dayanıksızlık, eksiklik, başarısızlık… Kişilerin bu şemaları ikili ilişkide birbirlerini oldukça fazla etkileyebilir. Gelin, daha somut örneklendirelim ilişkileri. İkili ilişkiyi bir tahterevalliye benzetelim. Sağlıklı bir ilişki demek tahterevallinin dengede olması demektir. Peki, narsist ve borderline kişilerinin tahterevallisi dengede midir? Maalesef hayır. Narsist ve bordeline ilişkisinde tahterevallinin dengesi sürekli değişmektedir. Kişilerin biri altta diğeri üsttedir. Böyle bir durumda kişiler ilişkiye devam etmek zorlanmaya başlarlar yani ilişkinin işlevselliği engellenir. İki taraf da anlaşılmak ister birbiri tarafından fakat bir o kadar zordur birbirlerini anlamaları… Özellikle narsist kişilerde, karşı tarafı birden yüceltip daha sonra aşağı indirme davranışı ve hatta terk etme potansiyeli vardır. Böylelikle bordeline kişisinin en büyük kaygısını tetikleyen narsist kişisi, durumu iyice karmaşık bir hale getirmiş bulunur. Çünkü borderline birey, terk edilmemek için atağa geçecektir. Özetle, bu ilişki kaotik yani sağlıklı olmayan bir ilişkiye dönüşecektir.

Her birimiz farklı genetik kodlar taşıyıp farklı sosyal çevrelerde yetişiyoruz. Yaşadığımız travmatik olaylar da her birimizi farklı etkileyebilmekte. Kişiliğimizi oluşturduğumuz dönemlerde edindiğimiz şemalarda bazı eksiklikler olabilir ve bu eksiklikler ilerleyen dönemlerde yaşadığımız ikili ilişkilerde (iş, arkadaşlık, çift olma…) kendilerini gösterebilmektedir. Böyle durumlarda, bireylerin bireysel terapilerle veya aile ve çift terapileriyle şemalardaki eksiklikleri tamamlama ve bozuklukları iyileştirebilme imkanı her zaman bulunmaktadır.

 

 

Yazının Devamını Oku

Pazartesi sendromu aile bireylerini nasıl etkiliyor?

18 Aralık 2020
Herkesin dilinde olan, hafta sonu tatilinden sonra haftanın ilk günü işe gidildiğinde yaşanan huzursuzluğu, motivasyonsuzluğu ve bazen sinirliliği nitelemek için kullandığı pazartesi sendromu gerçekten psikolojik bir rahatsızlık mıdır? Pazar gününün güzelliğini bile yaşamamıza engel olan bu olgu nedir? Peki, pazartesi sendromunun tek suçu haftanın ilk günü olması mıdır?

Pazartesi sendromu, psikoloji literatüründe değil de daha çok sosyal medyada geçen bir tabir. Kısa bir tatilden sonra işe/okula geri dönmemizin ‘mutsuzluğunu’ bir nedene bağlamak istiyoruz aslında. O halde, her insanı farklı etkileyen pazartesi sendromunun, bir tanı kriteri var mı?  Pazartesi sendromunun semptomları genel olarak depresyon semptomları ile benzerlik gösterir. Yani, pazartesi sendromu bir depresyon türü müdür? Freud, “Sevilen, değer verilen nesnenin kaybı depresyondur” demiştir. Öncelikle, bu sendromun herhangi bir tanı kriteri bulunmadığını belirtmek isterim. Fakat, belki de Freud’un dediğinden bir çıkarım yapabiliriz. Tatili sevmeyen yok denecek kadar azdır. Bu kadar sevdiğimiz bir şeyin, haftada sadece bir veya bir buçuk, en iyi ihtimalle iki gün sonra bitmesini bir kayıp olarak görüyor olabilir miyiz? Ancak, bilinçaltımız “Uzun sürmeyeceğini biliyorsun, cuma günü yine gelecek” diyor. Biraz rahatlatıyor bizi ve depresyon semptomları hissedilmeyecek düzeye iniyor. Tabii ki, kişiden kişiye bu belirtiler değişiklik gösterebilmektedir.

Aslında pazartesiyi kaygıyla karşılamamızın sebebi, birazcık da yeni haftanın yeni iş yükü ve sorumluluklar getireceğini çağrıştırması. Eğer, işinizle veya okulunuzla ilgili olumlu düşünceleriniz de mevcut değilse, bu durum sizi biraz daha fazla etkiliyor olabilir. Diğer bir yandan da pazar gününün verimini etkilemesi ve “Tatil ama yine koşuşturma içinde geçiyor” düşüncesi kişiyi bir kısır döngüye sokabiliyor.

Peki, aile içerisinde bir kişinin ‘sürekli bir şeye yetişme durumu’ diğer bireyleri de etkiliyor mu? Maalesef, evet. Örneğin, çalışan ve sadece pazar günü boş olan bir anneyi düşünelim. Pazar günü içerisinde, evin işleriyle ilgilenecek olması ve ayrıca çocuğuyla da vakit geçirmesi gerektiği düşüncesi, annenin pazar gününü verimli değerlendirememesine sebep oluyor. Yaşadığı stres, çocuğuna ve eşine de yansıyor. Çünkü, sürekli koşuşturma halinde olan anne her şeyin onun üstünde olduğuna dair eşine sitemlerde bulunabiliyor ve bu da çiftin ilişkisini olumsuz şekilde etkileyebiliyor. Bu döngüyü kırabilir miyiz peki? Neden kıramayalım diye cevap vermek istiyorum. Fakat, öncelikle pazartesi sendromunu etkileyebilecek tüm faktörleri gözden geçirmek faydalı olacaktır. Çalışma yerimizdeki sorumluluklarımız, oradaki iş arkadaşlarımızla olan ilişkilerimiz kısacası iş yerindeki huzurumuz mu bu ‘sendromu’ yaşamamıza sebep oluyor. Yoksa pazar gününe yığılan işler, pazartesiye yorgun başlamamıza mı sebep oluyor? Bunları değerlendirmemiz gerekiyor. Pazar gününe bırakılan işleri, mümkünse haftaya yaymak sizi biraz daha rahatlatabilir. Yapmaktan zevk alabileceğiniz işleri çoğaltmak da sizi motive edebilir. Ancak, kişilik özelliklerinin de bu tarz kaygı ve streslere etki edebileceğini de düşünmeliyiz. ‘Pazartesi sendromu’ diyerek arkasına saklandığınız durum belki de yaşam kalitenizi oldukça etkiliyordur. Bu durumda psikolojik bir destek almak, yaşam kalitenizi tekrar yükseltmenize yardımcı olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Engel değil, destek olun

2 Aralık 2020
Çoğumuzun belki fark etmeden, anlamadan, empati yapmadan, iletişim ve bağ kurmadan yanından geçtiğimiz kişiler onlar… Onlar ki tıpkı bizler gibi hayatlarına devam ederken sonradan engeli oluşmuş veya doğuştan bazı nedenlerle fiziksel veya zihinsel rahatsızlıkları bulunan kişiler… Yani bu açıdan baktığımızda aslında hepimiz potansiyel engelli bireyleriz demek yanlış olmaz sanırım.

Peki, ya toplumda önemli oranda yer alan engelli bireylere yönelik tutumumuz nasıl seyretmekte ve nelere dikkat edilmesi gerekmektedir?

Öncelikle engelli bireyler ve aileleri için en önemli noktalardan biri toplum içinde destek görmeleri ve yaşam sistemi, sosyal işlevsellik noktasında hayatını sürdürebilmeleri, dışlanma hissetmemeleri, kendi başlarına hepimizin yapabileceği eylemleri yapabilir duruma gelmeleridir.  Ancak olması gerekenler sadece bunlarla sınırlı değil. Ruhsal olarak engelli bireyin duygusunu anlamak, onun toplum içinde normal döngünün içinde olduğunu sözel ve sözel olmayan davranışlarımızla da kabullenmek, yardımda bulunmak, daha da özel ilgi göstermek gibi birçok yapılacak, dikkat edilecek unsur var. 

Düşünün engel kavramı  gündelik yaşantımızda bile o kadar önemli bir kavram ki engellenmeye gelemediğiniz durumları bir anımsayın. İlişki, iş, sosyallik, aile ilişkileri, trafik, pandemi süreci önlemleri, maddi yetersizlikler, sağlık sorunları vs. gibi birçok durum engellenme hissi ve dolayısıyla öfke, çaresizlik, mutsuzluk, ümitsizlik, çökkünlük, kaygı, korku gibi birçok duyguyu beraberinde getirebiliyor. Yani o kadar anlamı ve önemi olan bu kavramın fiziksel veya zihinsel bir engel durumuyla var olduğunu düşündüğümüzde bu daha da üzerine hassasiyetle yaklaşmamız gereken bir durum olduğunu ortaya koymaz mı?

Olabildiğince hassas olmalıyız ancak en önemli ve dikkat edilmesi gereken konulardan biri de bu kurmamız gereken empatiyi onlara yönelik acıma duygusunu yansıtacak şekilde davranışa dökmememizdir. Zaten hali hazırda topluma fiziksel ve ruhsal şartlar anlamında uyum sağlamaya çalışan engelli birey bir de acınma duygusu ile baş başa kaldığında bu onun acısını tekrar hatırlatmaktan ve üzmekten başka çok da bir işe yaramayacaktır. 

Hayata tutunma noktasında zorlu aşamalardan geçen engeli olan kişilerin yaşayabileceği özgüven eksikliği, utanma, umutsuzluk, çaresizlik, üzüntü, içe kapanma, kaygı gibi duygularının olduğunu bilerek saygı ve ilgi göstermek, onların hayatını kolaylaştırmaya çalışmak yapılması gerekenler arasında yer alıyor.

3 Aralık Dünya Engelliler Günü dolayısıyla farkındalığımızın artması adına günün önemini kavramak bu vesile ile önce engelli bireylerin ve ailelerinin yaşayabileceği psikolojiyi, duyguları anlamak, sonrasında ise engelli kişilerin toplum içinde kendimizden farklı olmadığını anlamalıyız. Onların hayatlarını kolaylaştırabilmek adına saygı ve sevgiyle eyleme geçmek anlamlı olacaktır.

Yazının Devamını Oku