Arzu Hoşgör Ülger

Hayallerini yaşama yolculuğu

8 Mart 2021
Merhaba kadın, nasılsın, iyi misin? Ne kadar sıklıkla soruyorsun bu soruyu kendine? Sorduğunda verdiğin cevap ne kadar gerçek?

Güzel kadın, izin verirsen seninle biraz sohbet edebilir miyiz?

Diyelim ki bugün her şeyi, bütün yapmak zorunda olduklarını bir kenara koysan ve sadece bir günü kendine hediye etsen bu nasıl olurdu?

Sadece kendini düşünsen, biraz kendine zaman ayırsan hani o hep yapmayı çok istediğin şey vardı ve birçok sebepten yapamıyordun ya işte tam da onu yapmak için bir adım atmaya ne dersin?

Bu adımı atmak, o çok istediğin şeyi gerçekleştirmek sana kendini nasıl hissettirirdi hiç düşündün mü?

Güzel yürekli kadın, bir oyun kurgulamak için bana eşlik etmeni rica etsem, tek şartımız olumlu düşünerek hayal kurmak. Sadece ve sadece olumlu şeyler düşünerek hayal etmeni isteyebilir miyim izin verirsen?

Diyelim ki Alâaddin’in sihirli lambasını gördün ve eline alır almaz sana dediler ki; dünyada sadece sen ve isteklerinin gerçekleşeceği anlar var bugün. Bugünden geleceğe neler olsa sen “özündeki sen” olarak çok mutlu olurdun?   Sen “sen” olarak var olurdun, sonsuz sınırsız bir hayal gücü ile düşünsen bunlar neler olur?  

Bakışlarıyla, konuşmalarıyla, beden dili ile seni yargılayacak, seni eleştirecek, seni değersiz hissettirecek, seni yok sayacak hiç kimse ve hiçbir şey yok orada.

Kim ne der diye düşünmeden, sen olarak özgürce yaşadığın, kendine sevgi ile davrandığın yerdesin….

Yazının Devamını Oku

Mustafakemalpaşalı ailelerin kızı olmak

11 Şubat 2021
Ah ne büyük bir ayrıcalıktır Mustafakemalpaşalı ailelerin kızı olmak; bir bilseniz. Hayatımın en büyük şansıdır ailem; Mustafakemalpaşa’m, doğduğum, büyüdüğüm memleketim, köklerim.

İnsanın kökleriyle bir yere ait olması ne kadar güzel bir duygu değil mi?

Hele burası Mustafakemapaşa’m kadar güzel, insanı samimi ve güvenilirse. Mesela, gecenin saat 12’sinde yalnız başına genç bir kadın sokakta gezse bir kişi bile dönüp bakmaz. Herkesin abla, bacı, yenge, dost insan olduğunu derinden hissettiğiniz ve yaşadığınız, insanın içini ısıtan bir ilçedir Mustafakemalpaşa’m. İşte bu yüzden sanki hayata herkesten bir sıfır önde başlamışım gibi hissederim ben.
Öğrendiğim öyle çok şey var ki burada; değerlerimi belirleyen ve bu değerlerle yaşamımın her alanında beni ben yapan. Bu değerleri öğrenme sebebim ailem, hatta Mustafakemalpaşalı ailelerin kızları olmak bence.

Her aile değerlidir, evlatlarını çok sever ve iyi yetiştirmeye çalışır hiç şüphesiz de, bizimkiler sanki biraz daha farklı mı yetiştirdi biz kızlarını diye düşünür, kendime ve etrafımdaki Mustafakemalpaşalı arkadaşlarıma bakar; çok severim hepimizin bugün yaptıklarını, var oluşumuzu, kendimizi ifade edişimizi, ayaklarımızın yere sıkı basışını, sorumluluk duygumuzu, hangi çevreye girersek girelim uyumlanışımızı, her zorluğa göğüs gerebilme becerimizi, güler yüzümüzü, misafirperverliğimizi, komşuluk değerlerimizi ve tutumlu insanlar oluşumuzu.

Yazının Devamını Oku

Robot insanlar mı olmuşuz?

23 Aralık 2020
Canım 2020, neler yaşattın dünyamıza, her birimize. Artık senin son günlerini yaşıyoruz ve neler yaşadığımızı düşündüğüm zaman söyleyecek çok şeyim var sana ama hiç sitemim yok. Sen ne yaptıysan, olan her neyse, her şeyi hakkettiğimizden, tüm insanlığın değerlerini “BİZ” haline getirmek istediğinden ve gelecek nesillere iyi örnek olalım diye sanki.

Sen bütün dünyadaki insanlığa çok önemli bir şeyler söyledin aslında değil mi? Bunlardan birisi;

“Yavaşla ey insanoğlu!”

Öylesine kendi işlerimizin içinde yoğrulmuş, koşturmuş, açılmış, fark etmeden kaybolmuş, öylesine ben merkezli bir dünya kurmuştuk ki, sahip olduğumuz o çok kıymetli insani değerleri bile yitirmeye mi başlamıştık ne?

Birisine “Nasılsın?” diye sorsanız “Napayım koşturuyorum” diyor; ne otomatik bir cevap, değil mi! Bazen “Nereye doğru, hangi yöne doğru koşturuyorsun?” demek geliyor içimden.

Hepimiz birer insan robot olmuşuz sanki. En kıymetli değeri, kendi özgürlüğü olan, nereye doğru koşturduğunu bilmeden, hatta pek çok öz değerlerimizde eksilerek, her şeyi otomatik olarak yapan, her cevabı otomatik olarak veren insan robotlar. Hiç fark ettiniz mi?

Çok basit bir soru, sabah kahvaltısında hep aynı sandalyede mi oturuyorsunuz? Ya da evin hep aynı yerinde mi kahvaltı yapıyorsunuz?

Ya da sabah uyanınca hep aynı şeyleri, aynı sırayla hiç düşünmeden otomatiğe bağlanmış gibi mi yaşıyorsunuz?  

Ya da işe gidip gelirken navigasyon kullanmadığınızda hep aynı cadde ve sokaktan mı geçiyorsunuz?  

Yazının Devamını Oku

“Kız kısmı” ne isterse başarır

13 Ekim 2020
Kız kısmının ne işi var okulda derlese, sakın kabul etme kadın. Kız kısmının ne işi var çalışmakla derlerse, sakın boyun eğme kadın. Kız kısmının ne işi var sokaklarda, eşle dostla derlerse, sakın sineye çekme kadın.

 

Kız kısmı otursun köşesinde çocuk baksın, yemek yapsın derlerse, izin verme kadın.

Kız kısmı erkek ne derse onu yapar derlerse, sakın göz yumma kadın.

Kız kısmının aklı ermez, sus derlerse, sakın susma kadın.

Elinin hamuru ile erkek işine karışma derlerse, sakın kabul etme kadın.

Erkeğin elinin kiridir, o yapar derlerse sakın görmezden gelme kadın.

Maddi, manevi, psikolojik olarak seni susturmaya, ezmeye ve kendini suçlu hissettirmeye uğraşırlarsa, sakın izin verme kadın.

Seni ailenden çevrenden uzaklaştırmaya ve sadece seni kendilerine bağlı bir köle haline getirmeye çalışırlarsa; bir an bile düşünmeden uzaklaş oradan kadın.

Yazının Devamını Oku

Hayat ağacı

3 Ekim 2020
Her nerede ve ne zaman heybetli gövdesiyle toprağa kök salmış, heybetli dallarıyla göğe kollarını açmış bir ağaç görsem “Hayat ağacı bu” der, gider sarılır ve ondaki bilgeliği az da olsa alabilmek için öylece dururum.

Bu heybetli ağaç, köklerinin bir tarafı Bulgaristan’a, diğer tarafı Yugoslavya’ya ait, Türk topraklarında can bulmuş canım ailemi hatırlatır aslında.

Çanakkale Savaşı’nda şehit olmuş dedemizin bu toprakların yeşermesi, köklenmesi, “bir olması” için canından, evlatlarından, eşinden, sevdiklerinden vazgeçmesini hatırlatır. İçim burkulur ama gururlanırım.

Aslında birbirinden farklı insanların, farklı coğrafyalardan, farklı zamanlarda gelip tüm zorluklara rağmen, sevgiyle nasıl “bir olduğunun”, “köklendiğinin”, “uyumlandığının” hikayesidir bizim aile. Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma ve koşulsuz sevginin doğal bir şekilde yaşandığı yerdir bizim aile.

Bu dönemde psikologların çocuklarınıza, paylaşmayı, yardımlaşmayı, sevgiyi öğretin diye yaptığı konuşmalar, yazdığı makaleler var ya, hiç kimsenin böyle bir çabası olmadı bize paylaşmayı, sevgiyi, dayanışmayı öğretmek için; zaten ailem bunu akışında yapıyor, bizler de öyle görüyor ve fark etmeden öğreniyorduk.

Hatta babam, ben çocukken her yurt dışına gittiğinde çok sevdiğim için bana oyuncak bebek alırdı. Benim çocukluğumda oyuncak bebeği her yerde bulamazdık. Bu yüzden de bebeklerim çok değerliydi benim için. Buna rağmen, bebeğimi alır almaz arkadaşlarıma gider “Hadi evcilik oynayalım” der ve bebeğimi paylaşırdım. Çünkü evimizde gördüğüm, deneyimlediğim şey buydu. Annem çorba yapar, mahallede yaşlılara dağıtırdı. Kimin ihtiyacı olsa yardım edilirdi. Maddi, manevi yardım ettikleri herkese mutlaka koşulsuz sevgi ile davranırlardı. İşte o çocukluk dönemimden gelir koşulsuz sevginin her cana, her köke, her ruha ne kadar iyi geldiğini görmem. Acıları nasıl hafiflettiğine şahit olmam.

Canım ağabeyim geçen hafta açık kalp ameliyatı oldu. Çok şükür şimdi iyi ama bizim için çok stresliydi ameliyattan ve yoğun bakımdan çıkışını beklemek.  İşte o anda yine her zaman olduğu gibi birbirimize tutunduk, sarıldık, bir olduk ve koşulsuz sevgimizi gönderdik ona. Biliyorduk o sevginin tamir edemeyeceği hiçbir şeyin olmadığını.

Bilirim ki yaşam yolları, tüm mucizeler, tüm hayat ağaçları koşulsuz sevgi ile var olur, büyür ve güzelleşir.

Peki ya siz hiç, her şeyin içine koşulsuz sevginizi katmayı denediniz mi?

Yazının Devamını Oku

Koşarak yürümek…

5 Eylül 2020
Çin’den haziran başında tahliye uçağı ile gelmemizin üstünden dolu dolu iki ay geçmiş. Geçmiş diyorum çünkü herhalde hayatımda iki ayın bir gün gibi ama çok uzun yaşandığına bugüne kadar hiç tanıklık etmemiş olabilirim.

Çin’den kesin dönüş yaptığımız için bir dolu bavulla dönmüştük. O bavuldaki her şeyin yerleşmesi hem zaman alıyor hem de yoruyordu ama sorun değildi çünkü, yurt dışından geldiğimiz için aile, eş dost kimseyle görüşmeden kendimizi olabildiğince karantinaya alma kararı vermiştik. Ancak karantinamızın bir an önce bitmesini dört gözle bekliyorduk.   

Zira kızımı İngiltere’de bir okula yazdırdığımız için ona öğrenci vizesi, bize de turist vizesi almamız gerekiyordu. Karantina süreci bitince, hemen vize için ne gerekiyor araştırmaya başladık. Bir de ne görelim, hazırlanması ve temin edilmesi gereken ne kadar çok evrak varmış. Onun arkasından bir de vize alma süreci dört ila altı hafta sürmüyor muymuş?  Biz karantinayı bitirdiğimiz de zaten temmuzun onuna gelmişiz. Okulumuz “27 Ağustos’ta açılıyorum” diye ilan etmiş bizimse her şeyi bitirmek için iki aydan az zamanımız var. “Koş Arzu koş”, “Koş Çağla koş”, “Koş Serdar koş” Herkes bir koldan evrak temini için ya bir yere gidiyor, ya birisine yazıyor, ya birilerini arıyor… Biz her günün her saatini, saat planlayıp, defterimize yazmasaydık, bu belge gerekliliği içinde kaybolurduk herhalde. Bu şahane ekibin uyumlu çalışması sonucunda, her şey tamam vize başvurularımızı yaptık. Şimdi zamanında vizeyi alabilmekte.  

Artık ailelerimizi ve dostlarımızı görmeye sıra geldi ve normalde geze geze tatil yapmayı seven bir aile olmamamıza rağmen herkesi çok özlediğimiz için geze geze Bursa, Çeşme, Marmaris, Bodrum ailelerimizle dostlarımızla kucaklaştık. Bu arada Marmaris ve civar koylarına bayıldım bir yazımda mutlaka bunu paylaşıyor olacağım sizlerle. Aradan birkaç gün geçti, bir telefon “Çin’den deniz yolu ile yola çıkan eşyalarınız ulaştı, hangi gün getirelim?” Hemen geri döndük ve ertesi gün yüz koli bize “merhaba” dedi. Onu yerleştirene kadar yine bir canımız çıktı. Ama neyse ki yerleşti. Ohhh derken telefon geldi “Vizeler geldi, pasaportları alabilirsiniz” diye ona bir “Ohh” dedik. Pasaportları aldığımızda bir de gördük ki öğrenci vizesi için yedi gün içinde İngiltere’de orada oturma ve yaşama kartı almamız gerekiyormuş. Orada postaneye gidilecekmiş. “Neyse sorun yok, neredeyse gider alırız” diye düşündük.  Birkaç gün sonrasına bilet rezervasyonlarımızı yaptık ve Çağla’nın okul ve yurt için ihtiyaçlarını alıp valiz hazırlayıp yola koyulacağız ama bir haftamız var daha harika derken, televizyonda bir haber” İngiltere sınırları kapatmayı planlıyor.” “Eyvah, çabuk koşun sınırlar kapanmadan İngiltere’ye girelim ve çıkalım.” Bilet tarihi değiştirildi, İki gün içinde eksikler alındı, valizler hazırlandı. Uçakta olduğumuza inanamıyoruz.

Londra’ya vardık. Hemen kartı almak için postaneye koştuk. “Kart geldi ama başvurunuzda yanlışlık olmuş, şu formları doldurmalısınız eylül ortası alırsınız” dediler. Başımızdan aşağıya kaynar su döküldü. Oldu olmadı derken, yapılması gereken tüm bürokrasiyi yaptık ve beklemeye başladık günler geçti haber yok, diğer taraftan sınırlar kapanmasa oralarda kalmasak diye dua ederken, Çağla’nın okulunun açılacağı sabah postaneden bir e-posta geldi. “Evraklar geldi, kartı alabilirsiniz.” Uzun süredir ailece sevinçten zıpladığımızı hatırlamıyorum. O sabah zıpladık. Yine koşarak dokümanı almaya gittik ama alışmıştık koşarak yürümeye, zira bu yazın adı “koşarak nasıl yaşanır?” olmuştu bizim için.  Oh çok şükür kart elimizde…

Ve canım kızımı yerleştirip, sınırlar da kapanmadan ülkemize geri geldik. Çok şükür…

Tüm bu süreçlerimiz aslında hep bir şeyin zamanında yetişmesi üzerine kurguluydu. Dar zamanlarda çok işler yapmamız gerekiyordu. Hiçbir şey varsaymamalı ve her şeyi doğru ve eksiksiz yaptığımızdan emin olmalıydık. Günlerle değil çoğu zaman saatlerle yarıştığımız bile oldu.

Eğer ben eski Arzu olsaydım mutlaka A planım, B planım ve C planım olurdu. Ama bu süreçte gördüm ki bir B planım bile yoktu ve bu kadar stresli bir döneme rağmen sakindim. Çünkü virüs dönemi bana çok şeyler öğretmişti. Bunlardan en önemlisi “Hiçbir şeyi zorlamaya gerek yok. Her ne yapıyorsan elinden gelenin en iyisini ve en kalitelisini yap, kalbini hep iyi ve güzel tut. Dualarını hiçbir şartta eksik etme çünkü inancın ve duan sayesinde istediklerin oluyorsa da olmuyorsa da bu mutlaka beni ve ailemi koruduğu içindir deyip yola devam et.”

Arzu ben, evrenin bizler için yaptığı planının, kendi planlarımızdan çok daha güzel olduğuna tanıklık ettiğinden beri, olaylar karşısında daha rahat, daha sakin, daha huzurlu olan.

Yazının Devamını Oku

Çin’den tahliye uçağı ile dönmek varmış

24 Haziran 2020
Ne dönemden geçiyoruz ama. Bir virüs geldi, bütün dünyaya esti, gürledi. Sen bendesin, ben sendeyim derken herkesi yerinde oturttu. Sanırım gelecek nesiller için bir tarih yazıyoruz. Yani, umarım bir tarih yazıyoruzdur ve tarih olur bütün yaşananlar…

Şangay’a taşındığımız zaman hep çok uzak, okyanus aşırı, gitmek gelmek zor diye dert yanardım. Sanırım bu cümleyi çok kullandım ki pandemi dönemi bana çok şey öğretti. Bütün sınırlar kapanıp, uçuşlar kaldırılıp, istesem de ülkeme gidemeyeceğimi öğrendiğimde dedim ki “İşte şimdi çok uzaktayız. Bir uçakla, gece binip sabah vardığım yer, meğer uzak değilmiş. Şimdi birisinin bize ihtiyacı olsa elimiz ayağımız bağlı.”

Kontrat süremizi doldurduk ve artık Temmuz sonu dönüşe geçeceğiz diye seviniyorduk ki, bir bildirim geldi. Eylül ya da Ekim sonuna kadar buradan dönmemizin pek mümkün görünmediğine dair.  Bunun üstüne Türk Konsolosluğu'na gittik ve dönmek istediğimizi söyleyip adımızı yazdırdık. Her zaman bir “TÜRK” olmaktan gurur duyardım ve Şangay’da yaşadığım süre içinde gururlanmakta ne kadar haklı olduğumu da gördüm. Çin’deki tüm Türk makamları, Türk Büyükelçiliği, Türk Konsolosluğu herkes harekete geçti. Çünkü bizim gibi geri dönmek isteyen pek çok kişi vardı. Canım ülkemle görüşmeler yapıldı, Türkiye’den onaylar verildi ve her şey tamam. 24 Haziran gecesi için tahliye uçuşu kondu ve umarım sağlıkla, iyiliklerle, güzelliklerle ülkemize kavuşabileceğiz. Emeği geçen herkese, canım ülkeme, Çin’deki tüm Türk makamlarına sonsuz teşekkürler.

Bir teşekkürüm de Şangay’a. Buraya gelirken çok endişeli ve biraz da ürkektik ailece. Hiç tanımadığımız bir kültür, hiç tanımadığımız bir ülke, hiç tanımadığımız insanlar. Ama daha geldiğimiz ilk günden itibaren bizi öyle güzel karşıladı, bize öyle güzel merhaba dedi ki Şangay, işte o gün burada çok mutlu olacağımızı anladık. Ve öyle de oldu şükürler olsun.  

Öncelikle bu kadar güvenli bir şehirde yaşadığımız için kendimi hem bir birey olarak hem de genç bir kız annesi olarak çok iyi hissettim. Pek çok kişinin yüz tarama kameralarına karşı olumsuz konuşmalarının tam tersine bu beni her zaman güvende hissettirdi.

Müthiş lüks ve modern bir ülke. Kendi dokularına, modernliği ve lüksü öyle güzel uyumlamışlar ki çok etkileyici. Çok ülke ve çok şehir gezdim böyle temiz bir şehri hiç görmedim. Özellikle şehir merkezinde yerlerde tek minicik bir çöp bile göremezsiniz.

Burada yedikleri yemeklerin pek çoğunu da çok sevdik ama yendiği söylenen vahşi hayvanlarla ilgili hiçbir menü görmedik ve hiçbir markette de şahit olmadık.

İnsanları ise çok yardımsever, güler yüzlü, misafirperver ve ayrıca hediye vermeyi çok severler. Evlerine gittiğiniz zaman aynı biz Türkler gibi donatırlar masalarını. 

Tapınakları ise muazzam gösterişlidir. Altın varaklı aslanlarla, korumacı hayvanlarla ve muazzam büyük Buda heykelleriyle çevrilidir. Geleneklerine, göreneklerine ve aile büyüklerine çok düşkündürler, tıpkı biz Türkler gibi.

Yazının Devamını Oku

“Analı babalı” ne demek?

20 Haziran 2020
Çok öncelerde, doğum yapan ailelere “analı babalı” büyüsün diyen temenni sözlerine hiç aldırış etmez, ne anlama geldiğini bile düşünmezdim ama ne zaman olgunlaştım, o zaman bu iki kelimenin ne kadar derin bir anlamı olduğunu fark ettim.

Anne, bana göre çocuğun şefkat duygusunu ve sevginin ne anlama geldiğini öğrendiği paha biçilmez bir kucaktır.

Babanın bende çağrıştırdığı yan ise güçlü olmaktır, güven duygusudur, hayata sıkı tutunmanı sağlayan, korunan, kollanan, onaylanan yanındır.

Anne; ev işlerinden, gezmekten, uyumaktan, iş hayatından belki de bir çocuğu büyütmeye hazır olmadığından ona sevgi, şefkat ve ilgi veremediyse eğer,

Baba; çalışmaktan, eve yorgun gelmekten, gezmekten, tozmaktan belki sinirinden, öfkesinden, yukarda bahsettiğim duyguları çocuklarında oluşturamadıysa eğer,

Ya da anne babanın birbirleriyle uyumsuz bir çift olmasının siniri, öfkesi, bezginliği sinmişse o eve ve evlatlar onların, anne olduğu halde anne olamayan, baba olduğu halde baba olamayan yüzünü gördüyse ve böyle büyümek zorunda kaldılarsa aynı evde, “analı babalı” büyümek mutlu etmiş midir o çocukları?

Nasıl yelken açmışlardır acaba hayata?  Nasıl bir birey?  Nasıl bir eş?  Nasıl bir ebeveyn olmuşlardır hayatlarında?  Hayatın içinde taşıdıkları bu farklı rollerde ne kadar başarılı olabilmişler ya da ne kadar mutlu hissetmişlerdir kendilerini, hiç düşündünüz mü?

Sağlıklı düşünen, doğru kararlar veren, ayakları yere sıkı basan, sorumluluk sahibi ve hayatla uyumlu bir birey olabilmişler midir acaba?

Kendilerine ait farklı renkleri, bir tablonun üstündeki gibi büyük bir uyumla birleştirip ailenin her ferdine yansıtabilen, ortaya çıkarabilen, farklılıklarından uyum içinde bir “BİZ” ortaya koyabilen, bir anne baba olabilmek ne değerlidir değil mi?

Yazının Devamını Oku