Al sana ‘beach’

Açıklayıcı olduğunu umduğum bu girişten sonra, tahmin ettiğiniz gibi yaşadığım acayipliği anlatacağım...Aslında acayip bir şey denmez; neticede ayıp bir şey yapmadık, plaja gittik.Fakat adından bahsedilirken ‘beach’ (plaj) kelimesi kullanılan yerlere karşı yıllardır atıp tutmuşluğumuz var.Gazetelerdeki fotoğraflara, televizyon görüntülerine bakıp kıtır kıtır doğramışlığımız var ‘beach’ ortamlarını.Bu arada ‘Sen denize nereden giriyordun peki birader?’ diye soracak olanlara ‘Kumkapı’da donla denize atlayıp asfaltta ısınan fakir ama onurlu bir çocuk vardı, hatırlıyor musun?’ cevabını vermeyi çok isterdim.Ancak doğru cevap olmazdı. Fırsat bulup su kenarına inildiğinde en azından ‘Hoppala Beach’ tarzı mekanları tercih etmiyordum, bu kadarını bilmeniz yeterli.*Fakat hayat her zaman olduğu gibi çalışmadığımız yerden geldi. Geçen hafta, ‘Bekleyemeyeceğim bu yağmur yağacak mı yağmayacak mı diye, bunaldım ulen!’ diyerek bir canım kardeşim ve eşiyle birlikte Çeşme’ye kaçtım.İzmir’de bulunan bir başka canım kardeşim de çekirdek aile formatında katıldı bize. Ya, bu arada ‘canım kardeşim’ dediğim için kendimden tiksindim. Herkesin ‘sevgili’ olduğu yazılar gibi oldu di mi?Alaçatı-Dalyan-Ilıca üçgeninde genellikle bir noktadan bir noktaya götürülen, orada bırakılan, sonra bir başka kişi tarafından toparlanıp güne başladığı yere, yani oteline bırakılan bir cisim olarak yaşadım.Mobil olmayınca, iş arkadaşlara kalıyor tabii. Bir ara, ‘Kimse gelmese ben bu otelden de çıkmam di mi, İstanbul’da mecbur kalmadıkça evden çıkmadığım gibi’ şeklinde sıkıcı bir soruyla boğuştum hatta. Neyse, yine biri gelip toparladı.Çeşme’de suya girmek için Alaçatı ‘Seaside Beach’i uygun gördü arkadaşlar. Ben ikinci günün sonunda toparlanırken bu plaja altı yıl önce de gelmiş olduğumu fark ettim ama iş işten geçmişti.Sürekli olarak ‘Beach çarpar adamı işte böyle. Sen yıllarca at, tut ambiyans hakkında, sonra tıpış tıpış gel’ diye söyleniyorum içimden.Ve haliyle dalga geçecek bir şeyler arıyorum. Sürekli tiki müziği çalması, DJ’in öğle sıcağında coşup, bünyeyi suya bandırıp biraz huzur bulmak amacıyla gelmiş kitleyi ritim manyağı yapması filan gıcıktı.İkinci gün, yanına bir de perküsyoncu almıştı. Kendilerini iyi hatırlamayacağım.Bir de ‘Pentagon’a, Beyaz Saray’a vesaire huzur dağıtmış bir hanımefendi’ gelip, minik bir toplantı yaptı plajın bir kenarında. Duyuruya ‘Pentagon...’ diye başlayınca savaşa girdiğimizi zannettim önce. Sonra anlaşıldı ki oralarda da toplantılar yapmış.Katılmadık tabii. Ondan sonrası parmak arası terlik filan; işim olmaz.İki gün boyunca bunun dışında şikayet edecek tek bir şey bulamamam haliyle sinirlerimi bozdu.Bir de sinirini nereye kadar bozabilirsin ki? Suya girdiğin anda hayat karada kalıyor. Sıkılacak bir şey kalmıyor.*Biriktirdiğim huzurun önemli bir bölümünü Çeşme’den İzmir Adnan Menderes Havaalanı’na ulaşmak için bindiğim türlü ebatta toplu taşıma aracında tükettikten sonra İstanbul’a ulaştım.Şimdi böyle gözünüzde ‘Görmüş artık beach’i, iflah olmaz artık’ imajı yaratmak istemem ama geldiğimin ertesi günü Lato’yu (Demirci) arayıp ‘Haydi bir beach’e gidelim’ dedim.Bu uzun süredir planladığımız bir şeydi. Gerçekten, inanın işte ya, doğruyu söylüyorum.Hesapta bir beach ortamına girip, onun çizeceği benim yazacağım bir şey yapacaktık.Kalktık gittik Solar Beach’e.Hafta içini seçme nedenimiz, trafik belasına yakalanma korkusu. Trafiğe filan yakalanmadık ama ben hayatımda bu kadar manasız bir gün daha geçirmedim.Deniz kötü bir kere. Su iyi olsa her şeye katlanabiliyor insan ama boyumu geçen yer bulamadım yahu! Git git, su göğsünde. Sonra birden diz kapaklarına iniyor. Bulanık, manasız bir su.Müzik, haliyle korkunç. Kill Bill soundtrack’ini görmek bile istemiyorum artık. Bir de ‘Fuck you... She’s a bitch’ gibi çok duygulu şarkı vardı ki; istesem de unutamaz durumdayım.Kitleye hiç girmeyeceğim. Sadece hiç enteresan değildi diyeyim. Lato’yla tam karşımızda ‘Kurtlar Vadisi’ deneme çekiminden geliyormuş gibi bir ekip vardı. Onların az ilerisinde çeşitli ‘televolik’ tiplerin kötü imitasyonları sergileniyordu ki; hakikaten üzücü bir görüntüydü.Orada bulunduğumuz sürece arayanlara ‘Burası hayal ettiğimiz gibi çıkmadı, fena yani’ deyip durdum. Lato da bütün sevdiğim hain arkadaşlarım gibi ‘Çok güzel de, çok güzel de. Onlar da yaşasın bunu!’ diye söylenip durdu.Neticede bazı hadiselere karşı önyargılı olmamızın aslında koruyucu etkisi bulunduğuna karar verdik ve İstanbul sınırları içinde ‘beach’ denen formata veda ettik.Ben zaten baştan Ada’ya (Galatasaray Adası) gitmemiz gerektiğini söylemiştim.Vır vır söylenirdi torik lakerda severdiÖlenle ölünmez derler. Ama onunki ‘kalanlarla da idare edilmez ki!’ dedirtecek bir gidişti.Bir yıl oldu gideli. Sıkıntılı uyandığım sabahlar 275’le başlayan o numarayı çevirirdim hemen. Hálá ezberimde o numara ve bazen sıkıldığımda hálá çevirmeyi düşünüyorum.Balık Pazarı’nda sevdiği tezgahtan lakerda sardırıp kapısına dayanırdım. Lakerda, torik olacak tabii.Mecidiyeköy’deki evin küçük asansörüyle yukarı çıkarken her seferinde korkardım aslında.Ama ‘Vır vır’ söylenmesine de bayılırdım. Çalışma masasındaki koltuğuna oturur, bacak bacak üstüne atar ‘Eee, neler oluyor bakalım’ derdi. İlk cümlesi hep bu olurdu.Ben de ilk gidişimde belirlediğim ve asla değiştirmediğim koltuğa kurulur anlatırdım.Aslında anlatacaklarını dinlemeye giderdim daha çok. Ama o her seferinde bir sıkıntım olduğuna uyanırdı ve ben derdimi dökene kadar kurcalamayı pek severdi.Bir seferinde hemen sıkıldığım konuyu anlatmıştım. Canı sıkılmıştı. Belli ki kurcalama kısmını seviyordu daha çok.Öldüğü zaman yazı yazmak istemedim. Aslında şimdi de yazmak istemiyorum.Huysuz’u çok özlüyorum. Sıkıntılı sabahlarda çevireceğim bir telefon numarası yok bir yıldır. Yani tabii var da, yok işte.Londra’ya gidecektik, bana hep anlattığı düşmüş boksörler pub’ında birer kadeh malt içmeye.Berlin’i ‘bir de o gezdirecekti’ bana, benim ‘şapşal şapşal’ gezmemle bir şey olmayacağına inanıyordu. Berlin kapıma gelse ne yazar bundan sonra?Son takıntısı Atina’daki Olimpiyat Oyunları’ydı. ‘Hürriyet göndersin bizi işte’ diyordu. Ben de ‘Gonzo takılırız Huysuz’cuğum. Bodrum’da güzel kızlarla dolu bir otelde televizyondan izleyelim. Klimalı ortam filan...’ diyordum.O gittikten sonra başladı Atina. Hep en tatsız olimpiyat olarak kalacak aklımda.Bu yazıyı okusa, yine ‘Ben senin salya sümük yazını okumak zorunda mıyım ulan köftehor’ diyecek, biliyorum. O yüzden kısa kesiyorum. Zaten uzun yazı sevmezdi. Kendisi uzun yazardı ama yazıyordu işte adam!Of, neyse!26 Temmuz’da saat 19.00’da Cihangir Parkı’nda Penguen’cilerin daha doğrusu Bahadır Baruter’in yaptığı Oğuz Aral heykelinin açılışı var.Özleyenlere duyurulur.Ben şeklini şemalini biliyorum ama sır olarak saklıyormuş Penguen tayfası, o yüzden burada flaş etmek ayıp olur.Huysuz da kızardı zaten...Ah be Oğuz Ağbi!(NOT: Seyitali kardeşim, senin şahsında bütün ailenizin bir kez daha başı sağolsun. Hayvan’daki yazın çok güzeldi.)
Yazarın Tüm Yazıları