Paylaş
Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş.
Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş.
Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.
Öğrenci resmi yeniden yapmış.
Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş.
Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış.
Sevinçle ustasına koşmuş.
Usta ressam şöyle demiş:
"İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.
İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın.
Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."
Hayatımız aslında bu ressamın anlatmaya çalıştığı olaylarla doludur.Bizi anlamayanlara anlatmak için, sevmeyenlere kendimizi sevdirmek için, yetersiz insanlara aslında ne kadar becerikli ve yetenekli olduğumuzu kanıtlamak için, istemediğimiz bir şeyleri istiyormuşuz gibi davranmak için ömrümüzü harcarız.
Sonra bakarız ki boşa harcanmış, yok olmuş gitmiş bir hayatın posasıyla kalakalmışız.
O nokta başlangıçlar için bazen çok geç olabilir, yorgun düşmüş yürek yeni heyecanları göze alamayabilir.
Biz hayatımızı bu anlamda boşa harcamadan fark etsek ne güzel olurdu, hayatın sadece bize sunulmuş bir armağan olduğunu ve bu armağanın en iyi bizim tarafımızdan kıymetinin bilineceğini, başkalarına bu kadar kolayca sunmamamız gerektiğini, doya doya yaşadığımız hayatımızın keyfini sürmenin de sadece bize ait olacağını ve kimsenin bizi sevmek zorunda olmadığını, sevmedikleri için de dünyanın sonu olmayacağını bir bilseydik ne güzel olurdu...
Hayatlar kişiye özeldir ve sadece bir kişiliktir. Başkalarına kullandırmayın, başkalarını kullanmayın...
Siz her şeyin başının eğitim olduğunu bilin yeter, eğitim dediğimiz şey de kişisel olgunluk ve farkındalıktır.
Ne olduğumuzun, kim olduğumuzun, kim olamayacağımızın farkında olmaktır.
''Pumayı bilirsiniz. Hani vahşi kedilerin uzak atalarından. Yaklaşık iki metre uzunluğundaki benekli yırtıcı.
Birçok özelliği ile ünlüdür bu ormanların harika kedisi. Ama en çok da hızlı ve kıvrak koşusu ile tanınır. Avının peşine düştüğü andan itibaren giderek hızlanan ve vücudunun tüm eklem ve kaslarını ortaya koyan hareketlerini seyretmek bir zevktir. Bu ölüm koşusu bazen pumanın , bazen ise hayatı için koşan kurbanın zaferi ile sonuçlanır.
Peki bir puma, avının peşinden ne kadar koşar?
İşte ormanların vahşi avcısını uygarlıkların kurucusu insan'a örnek yapacak olanda pumanın bu özelliğidir. Puma avının peşinden sürdürdüğü "ölüm koşusunu" her zaman avının cüssesine göre ayarlar. Yani bir ceylan ele geçirmek için koştuğu süre ile, bir tavşanın peşinden geçirdiği süre asla aynı değildir. Çünkü puma akıllı bir hayvandır ve koşarken harcadığı enerji miktarı, avdan elde edeceği potansiyel enerji miktarını aştığı anda puma koşmaktan vazgeçer. Yenilgiyi kabul edip başka av arar. Bu nedenle ceylanın peşinden fazla, tavşanın peşinden çok daha az koşar.
İşte "aptal puma sendromu" bunun tersini yapan insanların ruh halini ifade etmek için, yani bir tavşanın peşinden yıllarca koşan, sonra da yakaladığı avı bir öğünde bitiren akılsızlar için kullanılır. Başarının sırrı pumalıktan, yani harcanan emek- ulaşılan sonuç ilişkisindeki dengeyi iyi saptamaktan geçiyor.''
Biz de hayatımızın her aşamasında yukarıdaki öyküdeki gibi hep bir şeyi elde etme peşindeyiz.
Öncelikle bedenimizin yegane dürtüsü şudur: Hayatta kalmak!
Bütün diğer şeyler bu dürtüden sonra gelir. Hayatta kalmayı başardığımız süre boyunca, sevmek isteriz, sevdiğimiz insan da bizi sevsin isteriz. Bazı sınavlara gireriz, kazanmak isteriz, bir işi çok arzu eder, mutlaka o işe girmek isteriz. Güzel olmak, beğenilmek, onay görmek, dinlenmek, konuşmak, toplum içinde yer bulmak ve sürekli yenilenmek isteriz.
Bütün bu isteklerimizde, değişim çabalarımızda gözeteceğimiz kural bu olmalıdır: Hedefimize ulaşırken harcayacağımız emek ve zaman, sonuçta elde etmeyi beklediğimiz kazanca değecek mi? Genellikle bunu hesaplamadığımız için çok uğraşıp elde ettiğimiz sonuçtan memnun olmayız ve başka şeylerin peşinde koşmaya başlarız. Sürekli ah ederek, keşke diyerek, geçip giden zamana, boşa çıkan çabaya üzülürüz.
Böyle hesapsızlıklarla bir ömrü tüketiriz.
Bazen hesapladığımızda da işler istediğimiz gibi yürümez. Ama o zaman pişmanlıklar yaşamayız. Pişmanlıklar hesap edemediğimiz olaylar için geçerlidir. Hepimizin zaman zaman çok sık kullandığımız 'nasıl düşünemedim, nasıl hesap edemedim' pişmanlığı ve kızgınlığı bundandır.
Elbette ki HAYAT HAYATTIR ve her şey hesap kitapla olmaz. Ancak hesapsızlık bazen çok ağır bedeller ödetir insana.
Hayatınızın neredeyse yarısından fazlasını harcadıktan sonra kendinizi Aptal Puma Sendromuna yakalanmış görmek istemiyorsanız dikkat!
Ne için, ne kadar enerji harcayacağınızı düşünmeden harekete geçmeyin. Sonra yaşamak için enerjiniz de kalmaz!
Sevgiyle, keyifli günler diliyorum.
Paylaş