GeriEtkinlikler İspanya’dan Türkiye’ye uzanan bir hikaye
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi

İspanya’dan Türkiye’ye uzanan bir hikaye

İspanya’dan Türkiye’ye uzanan bir hikaye

Gerçekler, sırlar, rüyalar ve suskun kalmışlar üzerine…

Gazeteci-Yazar Nermin Yıldırım, ilk romanı “Unutma Beni Apartmanı”ndan sonra yeni romanı “Rüyalar Anlatılmaz” ile tekrar okurlarının karşısına çıkıyor. Yalnız bu roman ilkinden biraz daha farklı bir anlam taşıyor. “Rüyalar Anlatılmaz” bugün yani Nermin Hanım’ın tam da doğum gününde Doğan Kitap tarafından raflara çıkartılıyor.

İlk romanı ile yakaladığı başarıyı ikinci romanıyla taçlandıran Nermin Yıldırım, insan psikolojisine bu kitapta da yer veriyor. Yalnız ilk romanında ailenin yokluğunun yarattığı psikolojik durumları irdelerken şimdi ise varlığının derdini kurcalıyor.

İlk romanınız “Unutma Beni Apartmanı”na nasıl tepkiler aldınız?

Gelen tepkilerden çok memnunum. Aslında benim pek büyük beklentilerim yoktu. Sadece içimden geldiği gibi yazmış ve gerisini de pek planlamamıştım. Ama Unutma Beni Apartmanı okuruyla çok özel bir bağ kurdu, şimdi de Bulgarca’ya çevriliyor. Çok olumlu tepkiler aldım, sonuçlar beni çok mutlu etti.

Kitabın filmini çekmeyi düşünenler var mı peki?

Çekildi aslında (gülüyor). Aralık ayında İzmir’e davetliydim. İzmir’deki Saint-Joseph Lisesi, her sene İstanbul ve İzmir’deki bütün Fransız Liseleri ile bir kitap haftası düzenliyor. Ben de oraya davetliydim. Çocukları görünce çok şaşırdım. Romanla ilgili çok iyi analizler yapmışlar. Romanda sözü edilen objeleri 3 boyutlu objelere çevirip sergilemişler, romanı fabl olarak yazmışlar, hatta bir de kısa filmini çekmişler. Şu an Unutma Beni Apartmanı’nın gayri resmi bir filmi var yani. Çocukları öyle pırıl pırıl görmek beni çok heyecanlandırdı. Hepsi geleceğe dair umut veren çocuklar.

“EN YAKINIMIZDAKİ İNSANLARI ZANNETTİĞİMİZ KADAR TANIMIYOR OLABİLİRİZ”

Gelelim “Rüyalar Anlatılmaz” isimli ikinci romanınıza, nasıl bir hikaye bekliyor bizi bu romanda?

Romanın konusu kısaca şöyle: İspanyol bir kadın olan Pilar, aniden ortadan kaybolan kocası Eyüp'ün başına kötü bir şey geldiğinden şüphelenir. Kocasının memleketine, İstanbul’a gittiğini öğrenince peşine düşüp, soluğu İstanbul'da alır. Orada Eyüp’ün yıllardır görüşmediği ve kendisinin de ilk kez tanıştığı ailesi yardımıyla kocasını bulmaya çalışır. Ama olaylar hiç beklemediği bir şekilde gelişir. Pilar, kendini bambaşka bir hikâyenin içinde bulur ve büyük bir aile sırrının içine düşer. Bu yolda bir de haritası vardır. Uyku problemleri çeken, uykuları kâbuslarla bozulan ancak uyandığında hiçbirini hatırlamayan Eyüp'ün psikolog tavsiyesiyle tuttuğu rüya günlüğü de Pilar'ın yanındadır. Roman boyunca yavaş yavaş onunla birlikte günlüğü okur ve Eyüp'ün, rüya ile gerçeğin iç içe geçtiği ruh dünyasına şahit oluruz. Yani eşi ve ailesiyle birlikte biz de Eyüp’ü ve onun dünyasını tanımaya başlarız.

Bazen en yakınımızdaki insanları bile zannettiğimiz kadar tanımıyor olabiliriz. Bunun üzerine kurulu bir roman bu. Birbirimizi ve kendimizi keşfetmek üzerine…

Peki, Eyüp ile Pilar neden birbirlerini iyi tanıyamamışlar? Ayrıca dil sorununu nasıl çözdünüz kitapta?

Uzun yıllardır evliler aslında ama esas sorun da bu. 40 yıllık evli insanlar bile boşandıklarında “Onu hiç tanıyamamışım” gibi cümleler kurabiliyorlar. Yani insanların birbirini tanıması birlikte ne kadar vakit geçirdiklerinden çok, birbirlerinin ne kadar içine bakabildikleriyle ilgili bir durum. Buna değinmek istedim ben de. Dil meselesine gelince Pilar Türkçe’yi biraz biliyor. Kocasının ana dilini konuşabilmek için İspanya’da ders almış. Bu yüzden Türkiye’ye geldiğinde buradaki insanlarla iletişim kurabiliyor.

Karakterleri nasıl oluşturuyorsunuz ve kitapta kullanılan Türk isimleri neden hep geleneksel isimler?

Romanı yazarken en heyecan duyduğum ve vakit harcadığım kısım karakterleri oluşturmak. O karakterin bütün hayatını yazmıyorum belki ama biliyorum. Kendi arkadaşımmış gibi tanıyorum onu. Bu durum tutarlı, sahici bir karakter oluşturmanıza yardımncı oluyor. Böyle bir yöntemim var. İsim koyarken de o karaktere yakışacak, onunla örtüşecek isimler bulmaya çalışıyorum. O isimlerle romanda bir bağlantı kurabiliyorum bazen. Kişisel olarak da eski isimleri seven biriyim. Daha doğrusu hikayesi olan şeyleri seven biriyim. Hikayeler de zaman ister malum. Eski isimlerin, mekanların, objelerin yenilerden daha çok hikayesi varmış gibi geliyor bana.

Eyüp karakteri çok gizemli duruyor, bu karakteri nasıl yarattınız?

Eyüp, ailenin üçüncü ve en küçük çocuğu. Anne-baba da var ama daha çok 3 kardeş üzerine kurulu bir roman bu. Eyüp’ün aile bağları çok gevşek. Çok küçük yaşta yatılı okumuş, sonrasında da eğitimine devam etmek için yurt dışına gitmiş. Bir daha da geri dönmemiş. Geceleri uyku problemi çekiyor. Doktora gidiyor ve doktorun tavsiyesiyle bir rüya günlüğü tutmaya başlıyor. Rüyalarını ve gördüğü rüyaların ona çağrıştırdığı hatıraları yazıyor, biz de okuyoruz. Roman boyunca pek görmediğimiz Eyüp’ü hem yazdığı rüya günlüğünden hem de romandaki diğer karakterlerin onunla ilgili hatıralarından tanıyoruz. Etrafımızdaki herkes başka bir yönümüzle tanıyabilir bizi bazen. Biz hem hepsi hem de hiçbiri olabiliriz. Eyüp için de durum bu. Romandaki herkeste başka bir Eyüp var, bu parçaları birleştirerek hepimiz kendi Eyüp’ümüzü yaratıyoruz.

Hikaye neden İspanya ve Türkiye arasında geçiyor? Bu, tamamen sizin İspanya’da yaşamanızla mı ilgili?

Yazarken genelde bildiğiniz mekanları kullanmak istiyorsunuz. Bir sebep bu olabilir. Diğer bir sebep de Pilar’ın her anlamda yabancı, Bahriyeli ailesinin hikayesinin dışında biri olmasını istememdi. Olaylara dışarıdan bakabilmesi için aileyi tanımaması ve farklı bir kültürden gelmesi gerekiyordu. Misafir olduğu Bahriyeli ailesine tümüyle uzak bir karakter inşa etmeye çalışırken, sadece manevi olarak değil, mekan olarak da uzak bir yere yerleştirdim onu. Bazen gerçeği anlamlandırma biçimimiz onunla aramızdaki mesafe ile de ilgilidir. Genelde ne kadar yakınsak o kadar iyi görebileceğimizi düşünürüz ama bazı durumlarda aslında mesafe arttıkça görüş de netleşir. Pilar da her şeye uzaktan bakan bir karakter.

İspanya’dan Türkiye’ye uzanan bir hikaye

Hikaye hep Türkiye’de mi yoksa ara ara İspanya’ya da dönüşler yaşanıyor mu?

Asıl mevzu Türkiye’de ama Pilar’ın İspanya’da bir ailesi var. Yan hikaye olarak onun ailesi içinde gelişen olayları da görüyoruz. Mesela Pilar’ın Türkiye’ye geldiğini ailesinden bir tek kız kardeşi biliyor. Bu yolculuk anneden saklanıyor, ona yalanlar söyleniyor. Bu durum roman boyunca Pilar için başka bir gerilim ve sıkıntı yaratıyor.

“DİLİN SENİN VATANINDIR”

Farklı kültürlerden olan iki insanın aşkına ne kadar değindiniz?

Rüyalar Anlatılmaz bu konu üzerine kurulu bir roman değil ama insanın insanı anlamasının zorluğundan bahsediyor. Aynı dilde bile anlamak anlaşmak zorken, anadiller ayrı olunca durum elbette biraz daha zorlaşıyor. Dil, anadilini konuşabilmek, çevrenle bu şekilde iletişim kurabilmek gerçekten çok önemli. Hatta kitapta bir karakter “Dilin senin vatanındır” diyor. Yani sen, kendi dilini konuşabildiğin yerde kendini güvende ve huzurlu hissedersin. Yabancı bir dili çok iyi biliyor olmak, hatta rüyalarını o ikinci dilde görüyor olmak bile kendi dilini konuşmakla aynı şey değil.

İlk romanınızda kendinizden yola çıktığınız kısımlar vardı. Peki bu romanda sizin veya bir yakınınızın yaşadıklarını görecek miyiz?

Bunda öyle bir durum yok. İlk romanımda da kendi hayatımı yazmamıştım ama yaşadığım bir olay, daha doğrusu günün birinde aldığım beklenmedik bir telefon çıkış noktam olmuştu. İlk romanların genelde otobiyografik izler taşıdığı hep söylenir. Sanırım ben de bu ihtiyacımı Unutma Beni Apartmanı’nda giderdim (gülüyor). Rüyalar Anlatılmaz’daki tüm karakterler tamamen kurgu. Sadece Eyüp’ün arkadaşı olan bir karakteri, kendi arkadaşlarımdan birinden yola çıkarak yazdım. Onun dışında hiçbirinin benim hayatımda birebir karşılığı yok. Ama elbette hayatta bir karşılıkları var. Neticede ne yazarsanız yazın oluşturduğunuz tüm karakterler gördüklerinizden, duyduklarınızdan, okuduklarınızdan, yani hayatın bir yerlerinde dönen kimi hikayelerden damıtılmıştır.

İki romanınız birbiriyle bağlantılı mı?

Aslında Unutma Beni Apartmanı ve Rüyalar Anlatılmaz birbirinden tamamen bağımsız iki ayrı roman. Birbirinin devamı da değil. İlki, ailenin yokluğunun kişide yaratabileceği travmaları; ikincisi ise ailenin varlığının bireylerin hayatında yol açabileceği kimi sıkıntıları anlatıyor. Ama bu iki roman arasında sadece dikkatli okurların fark edebileceği bazı bağlantılar var. Bu bağlantılar bundan sonraki kitaplarımda da olacak. Bana bazen ilk romandan Süreyya’nın ya da başka karakterlerin akıbetini soruyorlar. Onların akıbetini anlatan bir roman yazar mıyım bilmem ama bildiğim bir şey var ki, karakterlerimin bir kısmı öyle ya da böyle, bir biçimde romanlarım arasında dolaşıp yaşamaya, hayatlarını sürdürmeye devam edecekler. Dikkatli okur bütün bu küçük oyunları fark edecektir zaten.

Kitaplarınızda neden sürekli aile konusunu ele alıyorsunuz?

İnsanı anlamaya çalışırken bakmamız gereken en önemli yerlerden biri aile. Aile, içinde piştiğiniz tas gibi. Yani hamlığınızda da, yanmanızda da etkisi var. Nasıl biri olduğunuz ya da neden böyle biri olduğunuz biraz da çocukluğunuzda geçtiğiniz o yolla ilgili. Aile şefkat ve sevgi ihtiyacımızı en sahici şekilde karşılayabileceğimiz, ihtiyacını duyduğumuz önemli bir yer. Ama öte yandan her zaman güvenli bir liman da değil. Özellikle kadınlar ve çocuklar için zalim bir yere dönüşebiliyor kolaylıkla. Ve dışarı kapalı olduğu için bütün bu korkunç hikayeler içeride kilitli kalıyor. Ben de tıpkı aile gibi şeffaf olmayan yerlere bakmak, kurcalamak faydalı ve anlamlı diye düşünüyorum.

“İNSANI YAŞADIĞI ZAMAN TANIMLAR”

Her zaman insan psikolojisi üzerine mi yazmayı düşünüyorsunuz?

Karakterlerin ruh dünyası benim için önemli, insanın halleri, psikolojisi elbette çok ilgimi çekiyor. İnsan psikolojisi ve o psikolojiyi oluşturan koşullar… İlk romanın arka planında politik tarihe, zamanın ruhuna, dokusuna fazlasıyla değinmiştim. Çünkü insanı yaşadığı zaman tanımlar biraz da. Rüyalar Anlatılmaz’da politik göndermeler pek fazla yok ama hikayemiz depreme çok yakın bir zamanda geçiyor. Dolayısıyla yine hatırlatmak istediği bazı noktalar var.

Bir sonraki kitabınız için planlarınız nedir?

20.yüzyılın sefaleti üzerine bir roman hazırlıyorum. Hem Türkiye’de hem Avrupa’da geçen iki ayaklı bir hikaye olacak bu. Beni çok heyecanlandıran bir konusu var. Yazarken epey araştırma yapıyorum, bu bakımdan eğlenceli ve ilginç bir süreç oluyor.

Siz neler yapıyorsunuz bu arada? İspanya’da kalmaya devam mı?

Bu aralar bol bol seyahat ediyorum. Avrupa’daki sosyal konuları, grevleri, işgalleri, eylemleri takip ediyorum. Oralardan röportajlar yapıp Türkiye’ye gönderiyorum zaman zaman. Tarihi bir süreçten geçtiğimizi düşünüyorum. Bütün bunlara tanık olmak ve insanlarla paylaşmak beni heyecanlandırıyor. Onun dışında vaktim yazarak geçiyor. Bir de şu sıralar İspanya’da Türkçe öğrettiğim yabancı öğrencilerim var. İspanya’ya giderken “5 sene kalırım” diye bir zaman belirlemiştim kendime. 2 senesi doldu bile. Dönmeyi düşünüyorum ama zamanını bilemiyorum. Biraz daha oralardayım sanırım.

Son olarak “Rüyalar Anlatılmaz” ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Susmamak, konuşmak üzerine bir çağrısı var bu romanın. Konuşmaya, adalet aramaya, hesap sormaya korkanlara, bu yola çıkmaya çekinenlere, altından kalkamayacağını sananlara, “Sen sustuğun için böyle yorgunsun” diyor. Yaşadığımız acıları, öfkelerimizi, uğradığımız haksızlıkları dillendirmiyoruz, unutmaya çalışıyoruz ama acımızla yüzleşmediğimiz için hiç unutamıyoruz. Oysa içimizi kemiren acıdan kurtulmak için evvela onunla yüzleşmek ve yasını tutmak lazım. Romanın arka kapağındaki gibi: “Başka türlü ıslah olmaz kalbinde harelenmiş o uğursuz gam.”

Tüm samimiyetiyle sorularımızı yanıtlayan Sevgili Nermin Yıldırım'a teşekkür ederiz.

Röportaj: Nilay Uzun

Fotoğraf: Joan Alvado 

False