Adı Hayrünnisa Gül mü olacak

DUYDUK ki; 1939-1940 öğretim yılı başında Fatih Kız Ortaokulu olarak eğitime başlayan, 1957-58 öğretim yılından itibarense ‘lise’ olan okulumuz, eğitim yuvamız, 57 yıllık Fatih Kız Lisemiz, bu öğretim yılından itibaren Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne bağlı Kız İmam Hatip Anadolu Lisesi yapılmış. (İstanbul İl Milli Eğitim sitesi.)

Haberin Devamı

Biz yıllardır okulumuzun ‘Fatih Kız Anadolu Lisesi’ olmasını beklerken, lisemizin Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne bağlı Kız İmam Hatip Lisesi olması inanılır gibi değil...
Bir kere lisemizde zaten seçmeli olarak Din Bilgisi -Kuran ve Arapça- dersleri verilmektedir.
İkincisi; okulumuz İstanbul’da ‘Kız lisesi’ olarak eğitim veren 1-2 okuldan biridir. Kızlarını karma okullarda okutmak istemeyen ama dini eğitimi de tercih etmeyen birçok ailenin isteğine cevap veren bir liseydi.
Üçüncüsü; duyumlarımıza göre (Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum), okulumuzun ismi de değiştirilecek ve ‘Hayrünnisa Gül İmam Hatip Kız Lisesi’ konacakmış.
Ben eminim ki Cumhurbaşkanımızın sayın eşinin bundan haberi yoktur. Olsa izin vermezlerdi. Çünkü hem mevcut bir okulun mevcut tarihi isminin değiştirilip de kendi isimlerinin okula verilmesini uygun bulmazlardı. Hem de kendileri zaten isteseler, ‘Kendi isimlerini taşıyacak bir okul yaptırabilecek güçtedirler.’ Serap Mutlu Akbulut (1961 mezunu), Türkan Şoray (1962), Müjde Ar (1971), Gülşen Bubikoğlu (Orta-1971), Melihat Gülses (1976) gibi birçok değerli sanatçımızı, sevgili Prof. Dr. Türkel Minibaş (Işıklar içinde yatsın) gibi birçok başarılı ilimkadınını, akademisyeni, çok sayıda doktor, avukat, eczacı, mühendis, işletmeci,  işkadını ve çok değerli birçok öğretmeni yetiştiren okulumuz, adı ve misyonuyla İstanbul’un en köklü okullarındandı.
Sevgili ve aziz öğretmenlerimiz; edebiyat öğretmenimiz Rauf Mutluay, Müdiremiz İsmet Köknel, tarih öğretmenimiz şeker ablamız Şeküre Köksal, müzik öğretmenimiz Fehime Ünlü, felsefecimiz Sebahattin Batur, Fatma Akıncı, Sabiha Çokuğraş ve daha niceleri...
Sayın Milli Eğitim Bakanımızdan rica ediyoruz, okulumuza dokunulmasına izin vermeyiniz. ‘Fatih Kız Lisemiz’ yine bulunduğu semte ışık saçmaya devam etsin.
Av. Olcay YEZDANI - Fatih Kız Liseliler Derneği Başkanı

Haberin Devamı

AKP ölümü gösterip sıtmaya razı ediyor

KADIKÖY’de sit alanı olan tarihi Kuşdili Çayırı’nda AVM’nin iptal edildiği haberleriyle AKP’li Büyükşehir Beldiyesi kimi kandırmak istiyor?
Kadir Topbaş, burası kimin projesiydi, nasıl yağmalanacaktı, niye açıklama yapmıyor?
Büyükşehir çayıra göz koyduğundan beri CHP’liler Büyük-şehir’de planlara itiraz ediyordu. Tarihi Kuşdili Çayırı’nda AVM yapmak bir cinayetti. Kadıköylüler 7.369 imza topladılar; planı kısmen iptal ettirdiler. Gezi olayları başlayınca ‘korktular’ AVM’yi geri çektiler. Ne derler; önce ölümü gösterip sonra sıtmaya razı etmek... Şimdi sit alanı olan yeşil alanda zemin altı otopark yapacaklar. Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk bu işe sıcak bakması şaşırtıcı, ama bir tuzağa düşmemek için CHP grubu Büyükşehir’de karşı oy kullandı. CHP’li Fahrettin Kayhan oyuna gelmedi.
Alanda önce arkeolojik kazı yapılması gerekmiyor mu? ‘Yeşil’i ille de ‘emecek’ler ya...
CHP ‘doğru’ bir şey söylese, ille de o ‘kaka’ olmalıdır... AKP’li Grup Başkanı Ergun Turan rolünü gayet iyi oynuyor. Kendisine sormak lazım, bu proje AVM’li mi, AVM’siz mi olmalı? Önce evet, sonra hayır mı denmeli mi? Siyasette bu kadar kıvraklık ve düşmanlık olmaz. Kentle ilgili kararlarda bir birliktelik olmalı.
Kuşdili’ne yeraltı otoparkı mı yapmak istiyorsunuz. Ihlamur Kasrı’nın karşısında benzer bir projenin ne hale geldiğini görün... Nasıl bir mezbelelik olmuş. Park denilen yerde, Gezi’deki gibi 60 yıllık ağaç olur... Betonun üstündeki 1.5 metre toprakta ağaç olmaz?
(Not: Büyükşehir’e hafta başında 227 dosyası geldi; bunun 184’ü imarla ilgiliydi. Öncekilerle birlikte toplam 212 imar ve bayındırlık komisyonu raporu Meclis’te karara bağlandı; hayırlı olsun.)

Haberin Devamı

Kan grubum değişti!

BAŞBAKANLIĞA bağlı Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM) kısa bir süre önce ‘sarı basın’ kartlarını değiştirdi. Birçok meslektaşımız verilerin yazımında yanlışlıklar olduğunu söylüyorlar. Erzurum’dan Kadir Sabuncuoğlu dostumuz da gülerek “Sürekli basın kartı taşıyan bir gazeteci olarak, (A RH+) olan kan grubumun elimde olmayan nedenlerle (AB RH+) olarak değiştirildiğini sizin aracılığınızla duyurabilir miyim?” diyor. Kartında yanlışlık olanlar il müdürlüklerine başvuruyor.

Balbay: 5 Ağustos’a dikkat

TGS Genel Başkanı Atilla Sertel, 6 ay aradan sonra Adalet Bakanlığı’ndan aldığı izinle Silivri Cezaevi’ni ziyaret etmiş, ilginç notlar aktarıyor. Ergenekon tutuklusu Muzaffer Tekin’in eşi kendisine “Eşim hiçbir duruşmada ne tahliye istedi ne de beraat talebi” demiş. Tuncay Özkan “Olmayan bir örgütten dolayı bana ne ceza verseler ben bunu kabul etmem” diyor. Mustafa Balbay, Gezi ve Gündoğan meydanlarını sormuş ve “Arkadaş bu gençler benim yazı dilimi kullanıyor, benim kelimelerle oynadığım gibi oynuyorlar ama benden daha iyi oynuyorlar. En büyük sevincim de budur” diye konuşmuş. Balbay, Ergenekon kararının açıklanacağı 5 Ağustos duruşmasına dikkat çekerek, “Karar hiç önemli değildir, halkımızın ne karar vereceği çok önemlidir” demiş... Hikmet Çiçek’in iddiası ise, “Bir yıl içinde Silivri’de Ergenekon tutuklularından hiçbirinin kalmayacağı” yönünde... Mehmet Haberal şöyle demiş: “Olmayan darbe, olmayan örgütle yanıltılan dünya ve yanıltılan toplum... Suçum ne!” Ve mahkeme salonunda İlker Başbuğ’un, Atilla Sertel’e seslenişi: “Yalnızca gazetecileri değil beni de ziyaret edin.”

Haberin Devamı

Mimari esere tecavüz var

MİMAR ve Plancılar’ın telif hakkını sınırlayıcı yasa ve yönetmeliklere ithafen tekrar yazıyorum.
İster mimari, ister müzik, ister resim, ister heykel, ister film, ister kitap, sanat ve bilimin hangi dalı olursa olsun fikir emeğine saygı bir çağdaşlık ölçütüdür. Onun içindir ki ileri ülkelerde bir fotoğraf dahi çekenin fikri mülkiyetindedir ve onun izni olmadan basılamaz.
Geri kalmış ülkelerde ise mal ve para geçerlidir, fikri çalışmalar değersizdir.
Bizde şehir planlarını idareler istedikleri gibi değiştiriyor. Mimariye gelince durum farksız. Şehirlerimiz estetikten yoksun. Binaların cephelerinde klima cihazları, her boydan ve renkten tabelalar, kutuları dışarı monte edilmiş her katta farklı plastik panjurlar, balkon kapamalar, pergolalar, zeminde camekanlı sigara bahçeleri, çatıda bidonlu güneş kollektörleri ve benzeri her şey var. Mimari esere her boyut ve nitelikte tecavüz var. Mimar bir şey yapamıyor. Bir bakıyorsun bina sahipleri mantolama yapıyorum diye bina cephesini tümden değiştiriyor. Izin veren Belediye ‘yargıya git’ diyor. Kopya edilip başka yerde uygulanan projeler de konunun başka bir yönü.

Haberin Devamı

‘İleri Demokrasilerde Mimarın Fikri Mülkiyet Hakkı Kesin Koruma Altındadır...’

Şimdi de gelelim FSEK Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na. Yasa hem mimari çizimi hem de bu çizime göre inşa edilen yapıyı koruma altına alıyor. Yapının inşasını ‘eserin çoğaltılması’ olarak nitelendiriyor. Burada incelikler var: Eğer müellif mimar yapı sahibinin ‘makul’ bir değişiklik talebini reddediyor veya buna izin vermek için fahiş bir bedel talep ediyorsa, bu kabul edilemez. Imar Kanunu bunu düzenlesin, buna itirazım yok.
- Ancak yapı sahibi bir mimari eseri üç kuruş verip kafasına göre değiştirebilecek ise bu da kabul edilemez, bu bizi geri götürür. Şehirlerimiz iyiden iyiye çirkinleşir. Buna itirazım var.
- Her yapı bir mimari eser midir ve FSEK tarafından koruma altında mıdır? Bu konuya da bakmak lazım. Bakanlığın önerdiği ‘Estetik Kurul’lara ne kadar güvenebileceğiz, bu kurullarda kimler yer alacak, bunların Ülke genelinde koordinasyonu nasıl sağlanacak?

Haberin Devamı

- 100’e yakın mimarlık okulundan 4 yıl okuyup küme küme mezun olan binlerce diplomalı genç mimar kardeşlerim konusunda da çekincelerim var. İleri ülkelerde üniversite bitirmek proje imzalamaya yetmiyor.
- Bir de mimarın yapım sırasında bedeli karşısında projesini denetlemesi konusu var. Buna ‘mesleki denetim ve gözetim’ diyebiliriz. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, ‘müellif eserinin çoğaltılmasını denetler’ diyor. Peki mal sahibi işveren bu hizmeti mimara vermez veya ‘gel denetle’ deyip bu hizmet için tarifelerde öngörülmüş bedeli ödemez ise ne olacak? Çoğu işveren, ‘Hocam sen projeyi yap sonrasına karışma, biz yaparız, ekiplerimiz var’ diyor. Bina bittiğinde de çizdiğiniz eseri tanıyamıyorsunuz!

Sayın Çevre ve Şehircilik Bakan’ım (Erdoğan Bayrakar), sizlere aşağıdaki beş hassas noktayı çözmek düşüyor:

1- Müellif mimarın kapris yapıp makul, eserin estetik bütünlüğünü zedelemeyen değişiklik taleplerini reddetmesi veya bunun için fahiş bedel istemesini önlemek,
2- İşverenin üç kuruş ödeyerek müellif mimarın rızası olmaksızın binayı kafasına göre veya başka bir mimarı kullanarak değiştirip bozmasını önlemek,
3- Müellif mimar’ın yapım sırasında tarifelerde yazılı bedel karşılığında eserinin yapımını denetlemesini zorunlu kılmak,
4- Binaların cephelerinin klima, tabela, panjur, balkon kapama, pergola, sigaralık, bidonlu güneş kollektörleri gibi yapıştırmalarla bozulmasını önlemek,
5- İleri ülkelerde olduğu üzere, mimar, şehir plancı ve mühendislere mezuniyet sonrası yetkinlik ve deneyim kazanmalarını takiben proje imza yetkisi verilmesini sağlamak.
Sn. Bakan’ım, yeni yasa ve yönetmelikler ile çağdaş şehirler, güzel binalar hedefliyorsanız bu yazıma lütfen kulak veriniz.

Prof. Dr. Ahmet Vefik ALP

Istranca nasıl tahrip ediliyor

GEÇTİĞİMİZ günlerde Istrancalar’dan bir ses yükseldi. Bu ses Çukurpınar’dan geldi. Köye bilgi verilmeden yapılan patlamadan sonra doğal yaşam alanındaki canlılar panik ve korkuyu yaşadılar.
Madencilik faaliyeti elbette olacak. Ancak belli bir disiplin altında olmalı. Köyün haberi yok.. Gelip patlatma yapılıyor. İnsanlar korku ve endişeye kapılıyor. Bunu yapmaya kimsenin hakkı yok. Konuyla ilgili olarak, yetkili mercilere gerekeli şikayet ve başvurular yapıldı.
Buradaki sorun aslında devletin kurumları arasındaki kopukluk. Bir kurum köye su getirmek için  ihale hazırlığında, diğer bir kurum ise su kaynağının yakınına patlamalı taş ocağı ruhsatı veriyor. Bu kopuklukların son bulması için, bölgede yaşayanların görüşleri mutlaka alınmalıdır.
Yeryüzünde yaşayan tüm canlıların temiz içme suyu kaynağına erişimde her geçen gün büyük sıkıntılar yaşanırken, ihale aşamasında köye kendi doğal su akışını sağlayarak “Cazibe” ile gelecek bir su kaynağında patlama... Ne için? Taş için.
5 yıl önce Çukurpınar köyünde Biyosfer çalışmaları kapsamında yapılan ankette çıkan sonuc; Soru; 10 yıl sonra köyünüzü nasıl görmek istersiniz?

Cevaplardan bazıları

- On yıl sonra köyümüzün örnek bir köy olmasını isteriz; • Çevremizin temiz ve doğal olmasını • Eğitim ve sağlık kurumlarının hizmet vermesini • Ormanlarımızın yeşil ve temiz kalmasını
10 yıl sonra doğa bozulmaksızın, geçim sıkıntılarından arındırılmış; işsizliği ortadan kaldırılmış; köyümüzde  yaşayan gençlerin göç etmediği; yaşam kalitesinin arttığı ve kendi geleneklerimizi yaşayabileceğimiz bir ortam... Doğal hayvancılığın kaybolmaması; doğal güzelliklerin kirletilmemesi...

RUHSAT VERENLERE SESLENİYORUM
Bir köyün ve orada süren sosyal yaşamın yok olması pahasına ruhsat verilebiliyor, patlatma yapılıyor.  Ruhsat verenlere sesleniyorum. Empati yapın. O köyde yaşıyorsunuz. Aileniz ve çocuklarınızın temel yaşam kaynağı yok olursa, Ne yaparsınız? Yıllarca tarım ve hayvancılıkla yaşamınızı idame ettiriyorsunuz. Yaşam kaynağınız yok olunca nereye gideceksiniz? Tek bildiğiniz işi bırakıp, şehrin varoşlarında hangi işi yapacaksınız? Çocuklarınıza  nasıl bir gelecek sağlayacaksınız?
Istrancaların neredeyse her deresi ve tepesi ruhsatlandırılmış. Istrancalar bölgede yaşayan insanların geçimlerini temin ettikleri, suyunu içtikleri, tarım yaptıkları, havasını soludukları, yaşam alanlarıdır. Istrancalar’da yaklaşık 8,500 yıldır tarım yapılıyor. Buralar, Avrupa’da yerleşik tarımın başlangıç noktası. Istrancalar o kadar zengin ki, kuzeye akan dereleri ile İstanbul’a su veriyor. Şimdi su yetmez, dağı taşı da alalım diyor. İyi de buradaki yaşam ne olacak?

KIZILDERELİ ATASÖZÜ
Müthiş zenginliği ve bu zenginlikle yaşamı zenginleştiren, yaşamın sürmesi için gereken tüm yaşam kaynaklarına sahip olan Istrancalar’da %87 orman olan İğneada’ya termik santral yapalım, olmazsa da Kıyıköy’e doğal gaz santralı yapalım. Buraları katletmek isteyenlere ‘Kızılderili Atasözü’ne kulak vermelerini öneriyorum:
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; Beyaz Adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak..."
Küresel Çevre Fonu GEF II, Biyosfer Rezerv Projesi, çalıştaylar, master planlar, 1/100,000 planlar... Tüm çalışmalarda bölgenin korunması gerektiği vurgulanıyor. Uluslararası sözleşme ve anlaşmalar, hepsinde koruma var. Ancak mevzuata uygun yapıldığı iddia edilen yatırımların ve tüm sektörel faaliyetlerin sonucunda bir de yok oluş var. Ergene ortada. Ölüm saçıyor. Niteliği belli olmayan bir sıvı akıyor. Ergene’nin tüm kaynakları Istrancalar’da... Kaynaklarda Taşocağı tehdidi altında.  Ergene Havzası Koruma Eylem Planı’ndaki en büyük eksiklik kaynakların koruma altına alınmamasıdır.
Ergene’den sonra kaynaklarda yok olursa, Trakya’nın sosyal, kültürel, tarımsal ve demografik yapısı da zarar görecektir. Geçinmenin, hatta beslenmenin zorlaştığı bir dönemde yapılan uygulamalarla var olan sorunların çözümünü sağlamaktan öte mevcut sorunların  katlanarak, büyüyerek yeni sorunlara kaynak teşkil edecektir.

YERALTI SULARI REZERV AMA
Tüm dünyada yer altı  suları, rezerv olarak korunmaktadır. Bizde ise yer altı suları sorumsuzca ve sınırsızca sanayinin kullanımına sunulmakla birlikte, sanayinin yarattığı ve yaratacağı kirliliğin su havzalarına yönelik tehditleri adeta görmezden gelinmektedir. Vahşice tükettiğimiz yer altı sularımız kaybolmaya başlayınca ortaya çok ciddi bir sorun çıktı. Trakya’da ilk defa 2010 yılında obruk oluştu.   Dünyada temiz içme suyuna erişim gün geçtikçe zorlaşırken, var olan su kaynaklarının korunması çok daha fazla önem kazanmaktadır.
Neye inanırsanız inanın, Hepsinde tek bir ortak nokta var; doğayı korumak... Yasalar, uluslararası sözleşmeler ve hatta Kur’an-ı Kerim... O kadar çok ayet var ki. Ağaç, Toprak, ve Su hakkında. İsraf edilmemesini ve korumayı emreder.
Hem bugün hem de yarın için korumalıyız. Korumazsak, gelecekte çok ağır bedeller ödeyeceğiz. Biz yok olsak ta, hiçbir sorumluluğu ve günahı olmayan gelecek nesiller  bizim duyarsızlığımızdan dolayı, bedelini hayatlarıyla ödeyecekler. Onlar bunu hak etmiyor. Bizim buna hakkımız yok.
Göksal ÇİDEM- DAYKO Kırklareli İl Temsilcisi

Atilla Sertel Silivri’den yazıyor: Adaleti halkla arıyoruz

ADALET Bakanlığı’nın izin yazısı tam 6 ay sonra çıktı.
Gazeteci arkadaşlarımızla birlikte her ay düzenli Silivri’de yatan arkadaşlarımızı ziyaret ediyorduk. Tam 6 ay önce Bakanlık bu ziyaretleri durdurdu.
Bize gerekçe olarak, “Kurumsal olarak siz ve yönetim kurulu üyesi arkadaşlarınız tutuklu gazetecileri ziyaret edebilir. Oysa siz çok sayıda gazeteciyi cezaevine açık görüşe götürmek istiyorsunuz. Bu durum da savcının yetkilerine müdahale etmiş oluyoruz” denildi.
Kısacası sonra yazdığımız dilekçeler gerekçe gösterilmeden reddedildi.
Doğu Perinçek’i, İlker Başbuğ’u da ziyaret etmek istemiştik. Daha doğrusu mahkeme salonunda sayın Başbuğ bana seslenmiş ve “Yalnızca gazetecileri değil beni de ziyaret edin” demişti.
Ziyaret için söz verdim ancak bakanlık izin vermedi.
Mesleki anlamda tutuklu gazeteci arkadaşlarımızın yanındayız. Sonuna kadar da bu böyle olacak. Sözü uzatmayacağım. Silivri Cezaevi’nde yıllardır tutsak olarak tutulan gazeteci arkadaşlarımızın durumunu merak ettiğinizi biliyorum.
Klasik ve alışkın olduğumuz aramalardan geçiyoruz. Ziyaretçi kapısından girerken ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Üzerimizde para olmamalı, telefon, sim kart, metal herhangi bir eşya... Kışın daha zor oluyor aramadan geçmek. Palto, kaban, kemer, soyun, giyin… Yazın kemeri, ayakkabıları çıkardın mı tamam.

TEKİN’İN EŞİYLE KARŞILAŞIYORUZ
Otobüsleri beklediğimiz ziyaretçi kısmında Ergenekon tutuklusu Muzaffer Tekin’in eşi Müge Hanımla karşılaşıyoruz. Gazetelerde ve televizyonlarda Muzaffer Tekin’in avukatının Anayasa Mahkemesi’nin kararına göre tahliye istediği haberleri üzerine konuşuyoruz.

TAHLİYE TALEP ETMEDİ
Müge Tekin anlatıyor:
“Eşim Muzaffer Tekin hiçbir duruşmada ne tahliye istedi ne de beraat talebi var. Mahkemenin konumunu, durumunu, yargıçları çok iyi tanıyor ve hiçbir talebi yok. Avukatı tahliye için de dilekçe verince çok üzüldü. Pazartesi günü mahkemeye dilekçe yazarak herhangi bir talebinin bulunmadığını söyledi. Benim eşim bu ülkede yedi nesil subay olarak gelmektedir. Dedelerinin tamamı subay olan bir aileden gelmektedir. Bunlardan da hiçbir talebi yoktur.”

EMANETE ALINAN KİTAP
1 Nolu Cezaevinin önünde duruyor bizi taşıyan otobüsümüz. Sina Akyol’un şiir kitapları, Mutlu Tuncer’in son kitabı ‘Cumhuriyet’ten Osmanlı’ya Mübarek Dönüş’, Orhan Baykal ve Uğur Dündar’ın ‘Yalandan Kim Ölmüş’ kitaplarından birer adet tüm arkadaşlarımıza hediye götürdük. Hocamız Prof. Dr. Şadan Gökovalı’nın yazdığı ve Mustafa Balbay’a imzalayıp gönderdiği  ‘Muğla ilinde Turizmi Geliştirme Olanakları’ kitabını emanete teslim ettik.
Açık görüş yaptığımız sol kapı bölümüne yöneldiğimizde durduruluyoruz. Cezaevi Müdürü, “O bölümü mahkumlar aileleriyle rahat görüşünler diye özel odalar şekline çeviriyoruz. Başbakanlığın emri ve yasaların gereği düzenleme var” diyor.
Karşı kapıdan yukarıya çıkıyoruz ve Tuncay Özkan’ı beklemeye koyuluyoruz.

ÖZKAN KRAVATI ATMIŞ
Tuncay Özkan’ı belki de bir açık görüşte ilk kez kravatsız görüyorum. Her açık görüşte traşına dikkat eden, güzel bir koku sürünen Özkan ilk kez kravatsız olarak geliyor.
Yine sinek kaydı traş olmuş, yine sırtında ceketi. Sıcağa ve terlemesine rağmen ceketle oturmayı tercih ediyor. Çok özleşmişiz. Durup durup yeniden sarılasım geliyor. Ancak konuşmak ve Tuncay’ı dinlemek daha önemli.
Anlatıyor:
“Biliyor musunuz bizi geçen gün ilk defa toprakla tanıştırdılar. Mustafa Balbay’la ikimizi cezaevinde yeni düzenlenen ve güllerin dikildiği bahçeye çıkardılar. Beş yıl sonra ilk kez yalınayak toprağa bastım. İnanmazsınız ayaklarım kabardı. Sevinçten ne yapacağımı şaşırdım, ayaklarım toprağa değdi. Mustafa ile birlikte toprakta yalınayak gezindik. Bıraksalar içeri girmeyeceğiz. Ayaklarımı iki gün yıkamadım ve toprak bulaşmış ayaklarımı toprak niyetine kokladım.
Suyun içinde nane yetiştirmiştim. Biliyorsunuz saksı, toprak yasak hücrede. Suyun içinde yetiştirdiğim nane çiçek açtı. Çok mutlu oldum. Mor çiçekli nanem var.”

ÖNCE İZMİR’İ ANLAYACAKSIN
Tuncay özlemiş bizi. Dava ile savunma ile yargıçların vereceği kararla ilgili konuşmak bile istemiyor. İzmir’den söz ediyor. İlk miting yapmaya geldiğinde 300-500 kişi varmış, sonrasında üç beş bin kişi ve sonrasında milyonu bulan insan. İzmir’i bize anlatıyor:
“İzmir’i anlamazsan, İzmir seni hiç anlamaz. Arkadaş önce İzmir’i anlayacaksın. İzmir demokrasi kokar, İzmir özgürlük, İzmir çağdaşlık kokar. İzmir’e aşık olacaksın, İzmir’den kız alacaksın, sonra İzmir’e kendini vereceksin. İzmir’e teslim olacaksın. İzmir’i teslim almaya çalışırsan yandın. Çünkü İzmir teslim olmaz.”
Tuncay sözlerini sürdürüyor:
“İzmir’e girerken yeleni, pençeni, dişlerini bırakacaksın. İzmir adamı adam yapar. İzmir’e hükmetmeye çalışana da gereğini yapar.”

BİZİ ÇIKARMAZLAR
Tuncay Özkan artık tahliye, beraat umudu taşımadığını dile getiriyor. “Olmayan bir örgütten dolayı bana ne ceza verseler ben bunu kabul etmem” diyor.  “Bizi çıkarmazlar” tespitini yaptıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:
“‘Siz çıkamazsınız. Çıkarsanız konuşursunuz, o halde sizi çıkarmayacağız’ diyorlar ve yapıyorlar. Biz hep haklı çıktık diye söylemiyorum, öyle anlaşılırsa da üzülürüm. Biz ilk tutuklandığımızdan itibaren sessiz kalanlar sonradan tutuklandılar ve tutuklamalar sürüyor.
Önemli olan bu ülkede hukuk güvenliğini sağlamaktır. Hukuk güvenliğini nasıl sağlayacağız. Sırf muhalif olduğu için, tweet attığı için insanlar tutuklanır mı? Tutuklanıyor.
İkincisi bu ülkede sosyal düzeni nasıl sağlayacağız? Türkiye’de kardeşlik sorunu yok, eşitlik ve özgürlük sorunu var. Herkes için adalet, özgürlük ve eşitlik istenmeli.”
Hiç umutsuz olmadığını, hiç umudunu yitirmediğini vurguluyor Tuncay Özkan. Terden sırılsıklam oluyor gömleği görüyoruz. Ter fışkırıyor ama yine de ceketini çıkarmıyor. Anlattıklarının tamamını buraya sığdırmak olanaksız. Daha önce de duyduğum bir Eskimo Atasözünü yüksek bir tonda ve heyecanla söylüyor:
İnsan ölür, ondan sonra umudu ölür.

MUSTAFA BALBAY: BEKLİYORUM
Mustafa Balbay geliyor. Daha bir dinçleşmiş, daha bir forma girmiş. Üzerinde bir tişört, altında spor bir pantolon. Kemiklerimizi kırma sevdasından bir türlü vazgeçiremedik. Sarıldığı zaman insanın canını çıkarıyor. Bir de sırtımıza sevgisini belli eden pat pat diye vurduğu darbeler var ya “Maşallah Mustafa” dedirtiyor.
Mustafa hep umut veren, insanı neşelendiren, konuşurken sözcüklere dans ettiren bir arkadaşımız ya onu dinlemek büyük keyif veriyor. Ama bu kez o bizi dinleme sevdasına düşmüş.
Gezi Parkı’nı, Gündoğdu’yu anlatmamızı istiyor. Gençleri merak ediyor. Televizyondan göremediklerini, duyamadıklarını anlatmamızı istiyor. Sonra da bir tespit yapıyor:
“Arkadaş bu gençler benim yazı dilimi kullanıyor ama benden daha iyi kullanıyor. Benim kelimelerle oynadığım gibi oynuyorlar ama benden daha iyi oynuyorlar. En büyük sevincim de budur. Şimdi araştırmışlar Türkler neden zor patlar. Türkler sorunların üstesinden mizah gücüyle gelir. Mizahı patlama aracı olarak kullanır. Kullandıkları dil benim dilim. Mizahi dille öyle güzel bir direniş sergilediler ki hücremizde ayakta alkışlıyoruz.”
Mustafa Balbay Türkiye’de en önemli sorunun adalet olduğunu vurguluyor. İki yıl önce yapılan araştırmalarda en büyük sorunun “Adaletsizlik” olarak karşılarına çıktığını söylüyor. İktidarın bu araştırmaları yaptığını, sonuçlarını bildiğini ancak adaletsizliği arttırdığını vurgulayarak şunları anlatıyor:
“Bundan aylar önce ben çıkmış demiştim ki, ‘Biz hukuku halkla birlikte arayacağız’. Başlangıçta hayalci görüldü. Bertol Brecht, “Adalet halkın ekmeğidir” der şiirinde. Çok severim o şiiri. Siyasal istekler hep ekonomi ve adalet üzerinedir. DP, “Yeter Söz Milletindir” demiştir. Demirel, “Büyük Türkiye”,  Ecevit, “Ak günlere”, “ Toprak işleyenin, su kullanandır” demiştir. Bugün de özgürlük Türkiye’nin temel talebi olmuştur.
5 Ağustos’a önem veriyorum. Adaleti halkla aramalıyız. Gelenlere de, gelemeyenlere de çok teşekkür ederim. Gelemeyenler “Kalbimiz sizinle” diye mesaj gönderse, sosyal medyada bir tweet atsa, Facebook’ta paylaşsa bu bize gelir, ulaşır. 5 Ağustos’ta mahkemenin vereceği karar hiç önemli değildir, halkımızın ne karar vereceği çok önemlidir.”
Mustafa Balbay sevinçli. Yazdığı “Yargıtatör” isimli tiyatro eseri sahneye konulacak. Rutkay Aziz, Müjdat Gezen ve Umur Bugay eseri ele almışlar. Rutkay Aziz oynayacak başrolü. Bazı sahneleri eksik bulmuş Aziz. Mustafa, görüş günü, havalandırma, tutuklunun yalnızlığı sahnelerini de eklemiş. Kitaba dört yeni tablo daha eklenmiş.  Eser yeni sezona yetişecek diye seviniyor.
Mustafa Balbay 5 Ağustos öncesi kentlerden Silivri’ye başlayacak “Adalet Yürüyüşü”nü beklediklerini vurguluyor. Onu en çok üzen olayların içinde de sevdiği, saydığı insanların ölümlerinde cenazelerinde bulunamamak, sevinçli günleri düğünlerinde yer alamamak. Bunu mektupları ile aşmaya çalışıyor.

ÇİÇEK’İN İDDİASI
Hikmet Çiçek’in iddiası ise, “Bir yıl içinde Silivri’de Ergenekon tutuklularından hiçbirinin kalmayacağı” yönünde. “Kesin çıkacağız” diyor ve ardından ekliyor:
“Bu terazi bu yalanı, bu dolanı, bu iftiraları, bu düzmeceleri artık çekmiyor.
5 Ağustos günü Silivri’ye çok büyük bir kalabalığın geleceğini, mahkemenin ise karar vermek için ertesi günü bekleyeceğini söyleyen Çiçek, “Hava yaz. Bizim evlatlarımız yatılı gelsinler” diyor.

HEYETİN KENDİSİ MAHKUM
Mehmet Deniz Yıldırım, Ekim’de dördüncü yılını dolduracak cezaevinde. 26 yaşında girdiği Silivri’de saçları aklaşmış olarak çıkacak. Deniz Yıldırım şöyle diyor:
“Bu mahkeme heyetinin kendisi mahkum. Ceza vermeye mahkum bir heyet olarak görüyorum onları. Böyle bir hakimin yerinde olmayı asla istemem sanık olarak bizim durumumuz daha iyi.”

TURHAN ÖZLÜ’DEN TEŞEKKÜR
Turhan Özlü, tutuklular arasında en kıdemsiz olarak geçiyor ama onun da tutukluluğu iki yılı buluyor. Turhan Özlü az ve öz konuşuyor, her ziyaretimizde gazetecilerin meslek örgütlerine teşekkür ediyor. Diyor ki:
“Siz bizlere çok sahip çıktınız. Komutanlarımız, bilim adamlarımız çok yalnız kaldılar. Aileleri ve birinci derece yakınları dışında ziyaretçileri yok. Bunu söyledim diye belki üzülecekler ama durum böyle.  Bu mahkemenin alacağı kararı başından beri biliyoruz. Sürpriz olursa şaşırırız.”

HABERAL HOCA ÇOK ŞIK
Sabah saat 10.00’da başladığımız görüş günümüzü Mehmet Haberal ile noktalıyoruz. 5 Nolu Cezaevinin kapısı arkadaşımız Misket Dikmen’e geçit vermiyor. Giysilerinden birinin ötmesi nedeniyle cezaevi kapısından içeriye giremiyor. Çare bulamıyoruz, dışarıda kalıyor.
Mehmet Haberal çok şık giyinmiş. Beyaz bir gömlek, çizgili bir kravat. Kravatın üzerinde lacivert, mavi, krem, kahverengi çizgiler var. Takım elbise içinde çok şık buluyoruz Haberal hocamızı.
Gömlek cebinde not kağıtları, kalemleri.
Yoktan var olmuş. Köyde odun ateşiyle okuduğu ders kitapları onu Tıp Fakültesi’ne kadar taşımış. Dünyaca ünlü bir tıp adamı, organ naklini Türkiye’ye getiren insan, üniversite kurmuş, hastaneler yaratmış başarılı bir geçmiş. Eski Başbakan Bülent Ecevit’in, “Cumhurbaşkanı adayımız olun” önerisini, “Siz adayınızı meclis içinden bulmalısınız” diye nazikçe geriye çevirmiş bir milletvekili. Mehmet Haberal hoca bugünleri tek satırla özetliyor:
“Lazer döneminde pala dönemi yaşanıyor bu güzel ülkemde.”
Beton ve demir yığını içinde bir işkence kampında yaşamını sürdürmeye çalışan CHP Zonguldak Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal, son noktayı koyuyor:
“Olmayan darbe, olmayan örgütle yanıltılan dünya ve yanıltılan toplum. Suçsuz bu kadar insanın burada bir dakika bile tutulmaması gerekir. Yeniden soruyorum, suçum ne?”

 

Yazarın Tüm Yazıları