12 genç, güzel, çıplak kadın ve ortalarında şortuyla Terry Richardson

Kimi yolculuklar adamı yorar. Kimi dinlendirir.

Kimi alır götürür. Kimi içe döndürür.

Pirelli 2010 takviminin Londra’daki dünya lansmanı, yukarıda saydıklarımın hepsiydi.
Yorulduk, dinlendik, başka diyarlara gittik, kendimize geldik.
Basın konferansının yapılacağı salona girdiğimizde, bildiğim tek şey, bu yılki takvimin Obama’nın da kampanyasını çekmiş Terry Richardson adında Amerikalı bir fotoğrafçıya teslim edildiği, onun da fotoğrafları Brezilya’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgesinde çektiğiydi.
Aramızda yaklaşık 10 yıldır Pirelli takvimlerinin lansmanını izleyen kıdemli gazeteciler var. Onlar üç aşağı beş yukarı neyin nasıl gelişeceğini bildiklerinden sakin sakin bekliyor, ama hayatı boyunca efsanevi takvimin adını duyduğu halde bir kez olsun elinde tutamamış, tekini olsun duvarına asamamış biri olarak ben, nerede durmam neyi sormam gerektiğini bilmemenin sıkıntısıyla kıpır kıpır kıpırdanıyorum./images/100/0x0/55ea1032f018fbb8f868f104
Derken, içeriye alkışlar eşliğinde, gençliğimin hippileriyle Indiana Jones karışımı biri girdi.
Kırmızı ekose oduncu gömleği, düştü düşecek bir jean, çene ortasına uzanan favoriler, gözde 70’lerden kalma bir gözlük ve elbette ayaklarda ‘cool’ olmanın alameti farikası beyaz Converse’ler.
Ve işte karşımızda New York doğumlu, Hollywood’da yetişme, eski rock’çı yeni fotoğrafçı ve de muhtemelen geleceğin sinemacısı Terry Richardson. Ah, unutmadan; yanında da her biri kendinden en az bir kafa uzun dört manken.
Soru-cevap faslına geçmeden takvimin çekiliş öyküsü diyebileceğim kısa bir film izliyoruz: 12 genç, güzel, çıplak kadın ve ortalarında şortuyla oradan oraya seğirten Terry Richardson. Bütün gövdesinin de silme dövme olduğunu böylelikle öğreniyoruz.
Özellikle moda fotoğrafçılarının çoğunun gay olmasını, fotoğrafı çekilecek kadınların kendilerini onların yanında daha rahat hissetmelerine bağlardım, değilmiş. Meğer gay, kadın ya da erkek fark etmiyormuş, fotoğraf sanatçısının bir mahareti nasıl baktığıysa diğer mahareti baktığıyla kurduğu ilişkiymiş.
Bakanla bakılan arasındaki ilişki ne kadar sahici ise ortaya çıkan iş de o kadar doğal, o kadar sahiciymiş. O kısa filmde de, sonradan karıştırdığımız takvimde de apaçık görülen şey bu.
Kızlar o kadar çıplak o kadar rahatlar ki, kendilerinden isteneni öylesine doğal bir biçimde yerine getiriyorlar ki, bir an bile kuşku duymaksızın suretlerini Terry’nin objektifine teslim ettikleri kesin.
Soru-cevap faslı, feminist olduğu her halinden belli Finlandiyalı kadın gazetecinin ortaya bomba gibi düşen sorusuyla başlıyor: Finli Terry’ye, çekimlerde bu kadar genç manken kullanmanın etik olup olmadığını soruyor.
Abesle iştigal: Moda dünyası böyle bir dünya.
Basın toplantısı bitiyor.
2010 Pirelli takvimine gelince... Açıkçası ben filmi takvimden daha çok beğendim. Ne yalan, Hollywood fırlaması Terry’den, daha az klişeye yer veren bir erotizm beklerdim.
Gelecek yıl gene Pirelli takvimi çıkacak, bu kez başka kızlarla başka bir fotoğrafçı çalışacak.
Ve Pirelli, takvimlerini birer şehir efsanesi haline getirdiği sürece dünya onu konuşacak.
Alkışlanmaz da ne yapılır?

yemek-mutfak *
ağırlama-sofra
adres-mekan *
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım *
düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
fotoğraf *
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre *



İnsan ölmeden, bu müzayade evlerinden birini görmeli

Bir arkadaşımla ne yapacağımızı bilmeden avare avare Londra sokaklarında dolaşırken o, önümüzdeki binayı gösterip Sotheby’s’e girmek isteyip istemediğimi sordu. Bu ay sonunda Romanov hanedanının mücevherleri açık artırmaya çıkacak diye eklemeyi unutmadan.
Sıkıysa hayır de. Çar sülalesi bir yanda, adını bilip adım atmadığım Sotheby’s öte yanda.
Evet! Evet! Evet!
Cadde üzerinde sıralanan diğer binalardan pek farklı durmayan dünyaca ünlü müzayede evinin kapısından girdik ve bir iki adım atıp ağzını sıkarak konuşan gri saçlı bir kadının durduğu resepsiyonun önüne geldik.
Etraf bağa gözlüklü, tüvit ceketli, Church ayakkabılı adamlar ve kaşmir kazaklarıyla aynı renkte kaşmir hırkalar giymiş inci kolyeli kadınlarla dolu.. Ah şu İngilizler...
Arkadaşım gelen her yabancıyı hafif kuşkuyla süzen ve yaptığı işi fazlasıyla ciddiye aldığı kaşlarını kaldırmasından belli olan resepsiyonist kadına yanaştı ve benim şaşkın bakışlarıma aldırmadan lütfen dedi, Olga bilmem kime geldiğimi haber verir misiniz?
Ondan sonrası çorap söküğü...
Olga geldi, bizi özel bir salona aldı, satış kataloğunu bıraktı ve arkadaşımın ilgilendiği parçaları getirmek için koşar adım gitti.
Alırsın almazsın, açık artırmaya katılırsın katılmazsın ayrı... Ama son çarın amcasına ait bir sigara kutusuna, amcazadelerinin taktığını bildiğin kol düğmelerine dokunmak ve hepsinin hikayesini bir uzmanın ağzından dinlemek ayrı.
Ama Sotheby’s ama Chirstie’s ama onlardan çok ama çok farklı Paris’teki Salle Druot...
İnsan ölmeden önce mutlaka gitmeli ve en genci yüzyıllık bu müzayede evlerini bir kez olsun görmeli.

Anish Kapoor’un Londra’ya Noel armağanı

Kraliyet Sanat Akademisi’nin avlusunda yüzlerce kişi, yağan yağmura aldırmadan ortada yükselen çelik balonlara bakıyor: Her biri iki metre çapında, gökyüzüne uçtu uçuverecekmiş gibi duran dev balonlar bunlar. Ya da olmayan bir çam ağacının devasa süsleri.
Dünyanın en büyük heykeltıraşlarından biri kabul edilen Anish Kapoor’un son sergisine girerken, 1954 Mumbai doğumlu, yetmişlerin başından bu yana Londra’da yaşayan sanatçının tam da Noel öncesi hemşerilerine müthiş bir yılbaşı armağanı verdiğini düşünüyorum.
Kuyruk uzun, aldırmıyor bekliyorum.
İç içe geçen büyük salonlardan ilkine adım adar atmaz dilim tutuluyor: Çelikle mucizeler yaratan sanatçı bu kez heykellerini hapşırsanız dağılıverecekmiş gibi duran pigmentlerden yapmış. Bugüne kadar kullandığı malzeme olan çelik ne kadar kalıcıysa, bu boyalar da o kadar geçici.
İkinci salonun duvarına güneş asılmış. Kapoor’un güneşi. Altı metrekarelik alanı kaplayan eser, tablo mu heykel mi anlamak zor.
Üçüncü salonda kan rengi parafin bir yol, duvarları delerek geçiyor ve taa ileride bir kapının önünde bitiyor.
Dördüncü salondaki enstalasyona gelince iyisi mi susayım. Bu nasıl bir hayalgücü, bu nasıl bir teknik, bu nasıl bir ustalıktır böyle?
Yeminle, sırf bu sergiyi gezmek için Londra’ya gelinir.
Şairin dediği gibi gelinir, ölünür, gidilir.

Jamie Oliver’ın İtalya’sı

Londra küçük şehirdir diyenlere -ki var- o zaman bir zahmet Canary Wharf’a kadar gidiverin derim.
Hazır oralara gitmişken de, Jamie Oliver’ın yeni lokantası, Jamie’s Italia’nın kapısından giriverin.
Sandıklar içinde kırmızı sarı biberler, soğanlar, sarımsaklar.
Şarküteri bölümünde salım salım sallanan jambonlar.
Bir duvar silme şarap.
Masalar sade. Servis elemanlarının hepsi genç, hepsi güleryüzlü.
Müşterilerin çoğu belli ki çevre ofislerde çalışanlar.
Büyük olmasına rağmen sımsıcak bir ortam. Üstüne üstlük fiyatlar makul.
Servis tabakları yerine uzun fırın küreklerinin kullanılması gibi şirinlikler de cabası.
İşte Jamie’nin İtalyanı.
Yazarın Tüm Yazıları