Zengin kızını fakir bir oğlana yâr ederler mi

TEMMUZ 1968...

Haberin Devamı

Kuşadası Kadınlar Denizi’ndeydim. Üniversiteyi bitirmeme bir yıl var.
Altımda blucin, üstümde bir tişört...
Saçlarım uzun... Ayağımda sandaletler...
Hippi kültürünün neredeyse birebir repkilasıyım...
Öğleye doğruydu...
Tansu’yla tanışalı bir yıl olmuş ve ben sırılsıklam âşığım.
Tatilini Kuşadası’nda annesiyle birlikte geçiriyor ve ben onu plajda görürüm umuduyla İzmir’den otobüse binip gelmişim.
Bir türlü gelmiyor.
Biraz sonra 20 yaşlarında bir kız yanıma yaklaşıyor ve “Perihan Hanım sizi eve bekliyor” diyor...
Zengin kızını fakir bir oğlana yâr ederler miPerihan Hanım...
Tansu’nun annesi...
Kaçayım mı, saklanayım mı...
Biliyorum, beni azarlayacak, “Kızımın peşini bırak” diyecek, zaten utangaç bir çocuğum, kıpkırmızı olacağım, terler boşanacak.
Çaresiz kalkıp takip ediyorum. Başım önümde, sırtımdaki eğiklik sanki taşınması mümkün olmayan bir sırt çantasına dönüşmüş.
Beni geniş bir balkonda karşılıyor.
Arkasını denize vermiş, üzerinde beyaz bir elbise var. Açık kumral saçları hafif kabarık...
İlk izlenimim, çok güzel ve etkileyici bir kadın.
Ben daha iyi günler derken, “Oğlum sen kimsin, kimin nesisin” diyor...
Hayatımda ilk defa düşünüyorum... Gerçekten ben kimin nesiyim...
Anlatmaya başlıyorum:
“Babam matbaacı. Annem ev kadını. Bulgaristan’dan göç etmiş bir aileyiz. Siyasal Bilgiler Basın Yayın Yüksekokulu’nda dördüncü sınıfa geçtim. Dört kız kardeşim var, en büyüğü benim...”
Sözümü kesiyor...
“Hayır, kendini anlat bana... Hayatta ne yapmak istiyorsun, amacın, hayalin nedir?”
“Gazeteci olmak istiyorum” diyeceğim ama varlıklı bir aile, kızının gazeteci adayıyla çıkmasına izin verir mi diye endişeleniyorum.
Pratik zekâm imdadıma yetişiyor, “TRT Genel Müdürü olmak istiyorum” diyorum...
Darrmadağınım. Bu iş bitti diye bakıyorum. Siyaset alanındaki en tanınmış ve en varlıklı ailelerden biri kızını, İzmirli göçmen bir matbaacının oğluna verir miydi...
Büyük aşkım dramatik bir balkon konuşması ile bitmişti...
Eve geldim, sabaha kadar uyuyamadım, ağladım...
Yeşilçam filmlerini şimdi daha iyi anlıyordum. Marksizm’in sınıf farkı dediği şeyin ne olduğunu anlamıştım.
Sibel Alaş’ın “Seni bana yâr ederler mi” demesine daha çok uzun yıllar vardı, ama ben o zengin kızlarını fakir oğlanlara yâr etmeyeceklerine emindim. ...

***

Haberin Devamı

O günden bir buçuk yıl sonra Tansu’yla nişanlandık.
Perihan Oral o görüşmede beni çok sevmiş.
“Bu çocuğun hayalleri var” demiş.
Ve benimle çıkmasına izin vermiş...

***

Haberin Devamı

Sizin yandaki fotoğrafta gördüğünüz, benimse her zaman harika şapkalarla hatırladığım etkileyici kadın işte odur.
Kulağındaki ise, Tansu’yla beni görmeye Paris’e geldiğinde Dior’dan aldığı inci küpe...
Dior’un incili kadınını hayatımın sonuna kadar hep çok seveceğim...
Bu hikâyeyi niye anlattığımı, aşağıda anlatacağım bir başka hikâyeyi okuyunca daha iyi anlayacaksınız.

Annesinin yüzündeki o soğuk gülümsemeyi çok geç anladı

Zengin kızını fakir bir oğlana yâr ederler mi

ZAZA Lacoin, Katolik bir ailenin 10 çocuğundan üçüncüsüydü.
Paris’in Saint-Germain-des-Pres semtinde, eğitimden çok duayla, dini bilgilerle ilgilenen Katolik bir okula gidiyordu.
On yaşındaydı ve okulda kendisiyle rekabet eden bir kız vardı.
Adı Simone de Beauvoir’dı...
Onun babası ateistti... Çocuklarını çağdaş eğitim veren laik bir okula göndermek istiyordu.
Simone ise, hayranlıkla bağlandığı arkadaşı Zaza’dan ayrılmamak için o okulda kalmayı istiyordu.
Zaza’nın annesi tam anlamıyla Katolik bir burjuvaydı.
Kızı, okuldaki piyano resitalinde, zor bir piyano parçası çalmayı isteyince, sen bunu çalamazsın deyip itiraz etmişti.
Zaza, onu dinlemeyip çok başarılı biçimde çalmış, büyük alkışları selamlarken, annesine dönmüş ve ona dilini çıkarmıştı.
Bu, onun annesine karşı ilk ve son isyanıydı.
O an annesinin yüzünde soğuk bir gülümseme vardı ve Zaza, o gülümsemenin ne anlama geldiğini yıllar sonra anlayacaktı.
1920’li yıllardı... Fransa’da kadınların oy hakkı yoktu. Tek başlarına kafelere gitmeleri, sokakta sigara içmeleri hiç hoş karşılanmıyordu.
Bir kızın tek amacı iyi bir evlilik yapmak olmalıydı.
İki arkadaş hâlâ görüşüyorlardı, ama hayat yavaş yavaş yollarını ayırıyordu.
Simone de Beauvoir, Sorbonne’da felsefe okumaya başlamıştı. İlginç sınıf arkadaşları vardı.
Jean-Paul Sartre, Paul Nizan, Claude Levi-Strauss ve Maurice Merleau-Ponty.
Bir gün hepsinin Fransa’nın düşünce hayatının en önemli isimleri olacağını kimse tahmin etmiyordu.
Simone de Beauvoir’la Sartre arasındaki aşk o yıllarda başlamıştı.
İkisi de evliliği reddediyorlardı. O yıl felsefe dalında yapılan agregasyon sınavında Sartre birinci, Beauvoir ikinci olmuştu. Fransa’da felsefe alanında agregasyon alan ilk kadın oydu. Jüri kendisine hiçbir ayrıcalık tanınmadığını açıklamak zorunda kalmıştı.

***

Haberin Devamı

Aynı yıllar Zaza’nın koyu Katolik burjuva annesi ona bambaşka bir hayat yolu çiziyordu.
Kızının, ateist olan Beauvoir ile ilişkisini kesmesini istemişti. Ama ona yapacağı asıl kötülük bu değildi.
Beauvoir, Sartre’la çıkmaya başladığı sıralarda, Zaza da bir başka felsefe öğrencisi olan Merleau-Ponty’ye âşık olmuştu.
Varlıklı bir burjuva annenin kabul edemeyeceği bir durumdu. Sıradan bir subayın oğlu, üstelik felsefe gibi, sadece solculara mahsus bir eğitim alan, geleceği olmayan bir çocuktu o...
Kızını onun elinden kurtarmak için, Berlin’e gönderdi.

***

Beauvoir, bir süre Zaza’dan haber alamadı.
Bir ara yazdığı mektupta, “Kendimi, sırtında çarmıhı taşıyan İsa gibi hissediyorum” demişti. Ne anlama geldiğini anlamamıştı.
Sonra, onun hastalandığını işitti.
Doktorlar ya menenjit ya da ensafalitis demişlerdi.

***

Haberin Devamı

Simone de Beauvoir, çocukluk arkadaşı Zaza’yı son gördüğünde, bir morgun soğuk taşları üzerinde yatıyordu.
Elleri göğsünün üzerinde haç şeklinde birleştirilmişti.

***

Hikâyeyi sonradan öğrenecekti.
Zaza, Berlin’e gittikten sonra Merleau-Ponty’nin gelip onu bulacağını beklemişti. Ama o gelmemişti.
Âşıktı...
Aşk yavaş yavaş melankoliye dönüşmüştü. Beauvoir, ölümünün gerçek nedeninin bu melankoli olduğuna inanıyordu.
Simone de Beauvoir’a yazdığı son mektupta şunu sormuştu: “Çocuklar, anne ve babalarının günahlarını da üstlerine alırlar mı...”
Annesinin günahının ne olduğunu ise hiç söylememişti...

30 yıl sonra, iki kadeh şarabın ardından öğrenilen acı gerçek

Haberin Devamı

Merleau-Ponty, annesinin günahının ne olduğu 30 yıl sonra, birkaç kadeh şarabın arkasından Beauvoir’a analatacaktı.
Zaza’nın annesi özel bir dedektif tutmuş ve Merleau-Ponty’nin ailesi hakkında araştırma yaptırmıştı. Bu araştırma sonucunda gizli kalmış bir şey ortaya çıkmıştı.
Merleau-Ponty’nin babası deniz subayıydı. Uzun süreler denizde kalıyordu ve annesi bu sırada evli bir erkekle ilişki kurmuştu.
Merleau-Ponty ve kız kardeşi işte bu adamdan olmuştu.
Bu, 1920’lerin başında Fransız burjuvazisi bir aile için kabul edilebilecek bir şey değildi. Nitekim anne, anında kızının ilişkisini kesmişti.

İki ayrı mezar iki ayrı hikâye

ZAZA, 1929 yılında öldü. 22 yaşındaydı.
Simone de Beauvoir, yıllar sonra “Bir genç kızın hatıraları” kitabını yazdığında, kapağına Zaza ile çekilmiş bir fotoğrafını koydu.
Hatıralar şu cümleyle bitiyordu: “Uzun yıllar, kendi özgürlüğümü onun ölümü sayesinde elde ettiğimi düşündüm...” Gerçek adıyla Elizabeth Lacoin, Fransa’nın Landes bölgesinde St. Pandelon mezarlığında yatıyor. Kadere bakın ki, bir zamanlar, günahını taşıyıp taşımayacağını merak ettiği annesi ile aynı mezarı paylaşıyor. O soruyu sorduğu arkadaşı Simone de Beauvoir ise, Montparnasse mezarlığında yatıyor ve kendi ahlak özgürlüğünü birlikte yaşadığı büyük aşkı Jean-Paul Sartre’la aynı mezarı paylaşıyor.

Bu yazıyı, arkadaşım Hasan Denizkurdu’nun Hazel Rowley’ye imzalatarak bana hediye ettiği “Tete-a-Tete; Simone de Beauvoir and Jean-Paul Sartre” adlı harika kitabından derledim. (HarperCollins, 2005.) Ne yazık ki, bu harika kitabı yazan kadın, bana bu imzayı attıktan 4 ay sonra genç yaşta öldü.

Yazarın Tüm Yazıları