Yenilginin sınırı nereden geçiyor?

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, geçen gün bu köşede dile getirdiğim bir konuya değindi.

Seçimlerde yüzde 34.4 oy alamamaları halinde durumu değerlendireceğini açıkladı.

Bu oy oranı AKP’nin 2002 seçimlerinde aldığı oya karşılık geliyor.

Hatırlayacaksınız, size sözünü ettiğim yazıda seçim kaybeden liderlerin çekilmek gibi bir ádetlerinin olmadığını, bunun da Türk siyasetini tıkayan en önemli hususlardan biri olduğunu anlatmıştım.

O günden beri dikkatle izledim, hiçbir siyasi parti lideri bu yönde bir beyanda bulunmadı.

Bu benim için sürpriz olmadı; çünkü böyle bir geleneğimiz yok.

Ama şimdi Başbakan Erdoğan, "durumu değerlendiririm" diyerek "yenilgi sınırını" açıklamış oluyor.

Yüzde 34.4 oyun altında kalmasının seçimi kaybetmek olduğunu biraz çekingen bir ifadeyle de olsa kabul ediyor.

Şimdi sıra diğer parti liderlerinde!

Hangi sonuç onların yenilgi sınırıdır ve böyle bir tablo ile karşılaşılırsa onlardan nasıl bir davranış beklemeliyiz?

Deniz Baykal, Devlet Bahçeli ve Mehmet Ağar’dan bir açıklama bekliyorum.


Seçilmiş padişahlar sorunu

ÖNCE Başbakan’ın, yurt gezileri sırasında durumundan yakınan vatandaşları azarladığına tanık olduk. Siyasi tarihimize geçen "Ananı da al git" sözü böyle ortaya çıktı.

Seçimlere yaklaşılırken de TBMM Başkanı’nın bir vatandaşa, "Kes sesini terbiyesiz" dediğini duyduk.

Geçen hafta Sağlık Bakanı’nın elini sıkmadığı için uyarılan bir gencin, daha sonra gözaltına alındığı haberleri gazetelere yansıdı.

Bu çok temel bir sorunu işaret ediyor: Demokrasinin anlamını kavrayamamış olmak!

Demokratik bir ülkede "seçilmişler", vatandaşların "hizmetkárı" kabul edilirler.

Seçilmişlerin bunun bilincinde olmaları gerekir.

Çünkü onları kendi içinden seçip o makamlara gönderenler vatandaşlardır.

Kendisini seçen insanları azarlamak ya da polise yakalatıp hapse tıktırmak, her şeyden önce insanın "demokrasi anlayışında" bir eksikliğe karşılık gelir.

Kendisini "seçilmiş bir padişah" gibi konumladığını gösterir.

Bugün iktidarda AKP olduğu için bu örnekleri daha çok AKP’liler arasında görebiliyoruz.

Ama emin olun ki iktidarda olan bir başkası olsaydı, benzer tabloları yine görmek durumunda kalacaktık.

Çünkü sorun, en temelinde Türkiye’de siyasetin tam anlamıyla demokratikleşmemiş olmasıdır.

Bir kere seçilenin, kendisini padişah gibi görmesinin sonucu bu!

Ve elbette bunun suçlusu sadece onlar değil.

Onların, kendilerini padişah gibi hissetmelerini sağlayanlar ve buna ses çıkarmayanlar da bizleriz!

Memur dokunulmazlığını da konuşma zamanı

ORTAÖĞRETİM Kurumları Sınavı’nı yüzüne gözüne bulaştıran Milli Eğitim Bakanlığı sonunda harekete geçti ve okullara bir yazı göndererek diploma notlarının bir kez daha kontrol edilmesini istedi.

Görevini doğru ve eksiksiz yapmayan memurların yol açtığı sorunun kurbanları, şimdi umutla bu incelemenin sonucunu bekleyecekler.

Bu olay da gösteriyor ki ülkemizde kamu yönetimine hákim olan anlayışı tümüyle değiştirecek, ciddi bir devrime ihtiyaç var.

Hata yapan memurun hatasının yanına kár kalmasını sağlayan sistemi değiştirmek zorundayız.

Herkes milletvekili dokunulmazlığından söz ediyor ama kimse kamu yönetimini iş göremez hale getiren "memur dokunulmazlığından" söz etmeye cesaret edemiyor.

Türkiye’de memuriyet, siyasi düzenin "ödül mekanizmasına" dönüştürüldü.

Şimdi imam hatipliler ve AKP’ye oy verenler ödüllendiriliyor. Geçmişte de başka partilere oy verenler ödüllendirilmişti.

Memur kadrolarının (bazı kariyer memuriyetleri haricinde elbette) böyle kullanılmasının tek sonucu oldu: Memuriyet bir meslek haline dönüşemedi. Meslek olarak görülmediği içindir ki memurların yetkileri ve bu yetkiyi kullanmaları sırasında ortaya çıkan durumlardan sorumlulukları konusu hep göz ardı edildi.

Milli Eğitim Bakanlığı örneğinde de gördüğümüz gibi eğer o yetkililer, yandaşlara değil de işin ehli olan insanlara verilmiş olsaydı ya da sorumlular yaptıkları hataların bedelini ödemek durumunda kalsalardı binlerce çocuğun kaderiyle böyle oynanmayacaktı.

Şimdi yapılması gereken, bu durumdan mağdur olan her çocuğun, Milli Eğitim Bakanlığı’na karşı dava açması.

Dava açacak maddi gücü olmayanlara barolar el uzatabilir.

Çünkü bu "vah vah" diyerek üzülüp geçebileceğimiz bir şey değil.
Yazarın Tüm Yazıları