GeriSeyahat Yeni yılda Stockholm’ün ışıkları hiç sönmez
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Yeni yılda Stockholm’ün ışıkları hiç sönmez

Yeni yılda Stockholm’ün ışıkları hiç sönmez

Yazın İsveç’te batmak bilmeyen güneş, kış aylarında da neredeyse gün boyunca saklanır. Işıklarla süslenen başkent Stockholm bu dönemde kış masallarını andırır.

Yılbaşında yurtdışında masalsı bir ortamda kışın tadını çıkarmak istiyorsanız Stockholm’ü görmelisiniz. Yurtiçinde kalmaya niyetliyseniz, yeni yıla Antakya’da lezzet turuyla başlayabilirsiniz.

Aslında doğru bir öneri midir tam kestiremedim ama soğuğuyla, karanlık günleriyle, ışıl ışıl sokaklarıyla Stockholm bence tam bir yılbaşı gecesi kentidir. Çünkü yılbaşı demek kar, kış, üşümek, sonra sığındığınız sıcak ortamda çeşitli yollarla ısınmak demektir.
Eğer önerime uyup İsveç’in bu tabloyu andıran kentine gitmek isterseniz, uçuş süresinin 3 saat 20 dakika olduğunu hatırlatmakla yazıya başlamak isterim. Bu kentin Türk yazın hayatına çok eski dönemlerde girdiğini belirtmekte yarar görüyorum. Örneğin bu coğrafyaya ilk olarak giden Ahmed Mithat Efendi, 1889 tarihli “Avrupa’da Bir Cevelan” da İsveç’ten uzun uzun söz etmiştir. Yazar kitabında Stockholm’ü Venedik’e benzetmiştir. Burada tiyatro sanatının hayli ilerlemiş olduğunu, gayet büyük bir opera ile dram ve komedi tiyatrolarının bulunduğunu, bunların yanı sıra Beyoğlu’nun kafe-şantanları gibi birkaç küçük tiyatro olduğunu, sayısız kitapla dolu olan kütüphanenin ise hayranlık uyandırdığını ballandıra ballandıra anlatmıştır.

BOĞAZİÇİ’NİN 50 KATI GÜZELLİK

1912’de İsveç’e giden Celal Nuri ise “Şimal Hatıraları”nda, kentin İstanbul’a benzeşen yönlerine değinir: “Stockholm şimdiye kadar gördüğümüz memleketlerin en latifidir. Elli adet Boğaziçi tasavvur ediniz. Bunların içine bine yakın Büyükada, Heybeliada, Kınalıada koyunuz. Latif fakat koyu renkte bir deniz. Zarif ormanlar, simsiyah kayalar. Pek şairane yapılmış köşkler, villalar, sayfiyeler, oteller, kahvehaneler... Stockholm şu andaki medeniyetin en yüksek numunesini teşkil eder...”
Kenti tanımaya Gamla Stan’dan başlamınızı öneririm (tarihi bölge). Biraz gezindiğinizde, küf rengi yeşil çatılar, yüksek gotik kulelerle Stockholm’un suların üstünde yüzen bir kente benzediğini görürsünüz. 1252’de tarihi bölgenin bulunduğu bu büyükçe adada kurulmuştur. 15 ve 16’ncı asırdan kalma binaların arasındaki sokaklarda yürümeye başladığınızda aniden çöken karanlık sizi şaşırtabilir. Zaman karmakarışık olabilir. Akşamın olduğunu sanırken kolunuzdaki saatin henüz 14.30’u gösterdiğini görünce ne yapacağınızı şaşırırsınız. Ama sokakları süsleyen ışıklar, pırıl pırıl parlayan vitrinler sizi zamana adepte eder. Yalnız karanlıkla birlikte soğuğun şiddetini artıracağını aklınızdan çıkarmayın.
Dolaştığınız daracık sokaklardaki tüm binalar eskilikleriyle övünür. Bir çok kapının üstünde 1600’lü, 1700’lü yapım tarihleri yer alır. Bir eczanenin 1656, bir lokantanın 1722, bir pastanenin 1785’den beri aynı yerde hizmet verdiklerini belirten tabelalarını okuyunca, bu kentin geçmişine ne kadar düşkün olduğunu görüp Stockholm’e saygı duyarsınız. Yürürken üşürseniz kendinizi hemen bir mağazaya atıp bir süre ısınabilirsiniz.

PENCERELERDE YEDİŞER MUM

Küçük otellerin, lokantaların, kahvelerin, caz kulüplerinin bulunduğu bu adada daha çok yazarlar, sanatçılar ve politikacılar oturur. Evlerin pencerelerindeki piramit şeklindeki mumluklarda yedi mum yanar. Her dar yol sıcak şarap kokan bir meydancığa açılır. İki kişinin bile yan yana yürüyemeyeceği kadar dar olan sokaklar, sizi kralın 608 odalı kışlık sarayının önüne çıkarır.
Her seferinde gece yarısı sokaklarda yürüdüğünüzü sanırsınız ama saatinize baktığınızda henüz akşamüstü olduğunu görüp, sevinirsiniz. Kentin en eski kahvesi Sundberg Konditori de bu adadadır. Burada mola verebilirsiniz. Orta masada etrafı fincanlarla çevrili semaver benzeri kaptan kahvenizi doldurup, akşam yemeği için plan yapabilirsiniz. Bana soracak olursanız Kral’nın arada bir yemek yediği, bodrum katındaki Cattelin adlı bir restoranı öneririm.
Gamla Stan’ın hemen yanı başındaki küçük Riddarholmen’ni geçip, Stockholm’un yeni bölümüne geçebilirsiniz. Birbirlerini haç biçiminde kesen Drottninggatan (Kraliçe Caddesi) ile Kungsgatan’ın (Kral Caddesi) iki yanına tüm şık alış veriş mağazaları sıralanmıştır. Alışverişe niyetliyseniz bu caddelerde her aradığınızı bulabilirsiniz.

SEYYAR MANGALLAR

Stockholm’ün gezilecek, görülecek yerleri pek geniş bir alana yayılmaz. Bir kahvede, bir kahve içimi sürede kent haritasını inceledikten sonra, neyin nerede olduğunu hemen çözebilirsiniz. Meydanlardaki mangalların ilginizi çekeceğinden eminim. Meydanın dört bir yanına konan mangalların yanında, birer çuvalda odun durur. Üşüyenler kısa süreliğine ateşe ellerini uzatıp ısınırlar. Tabii ateş geçiyorsa odun atmayı da ihmal etmezler. Mangalın başından uzun süre ayrılamazsınız. Yeteri kadar ısındıktan sonra deniz kıyısına doğru yürüyüp, ünlü opera binasını görmeniz gerekir. Bu binada tam 120 yıldan beri perdeler açılıp kapanır. Lezzetli bir akşam yemeğinden sonra bir caz klübüne gitmenizi, geceyi orada bitirmenizi öneririm.
Ertesi gün Grand Oteli’nin önünden kalkan gezi teknelerine binip, kanalların arasından kentin diğer yüzlerini görebilirsiniz. Kanallar, göller, adalar, parklar şehri Stockholm, Kutup soğuğuna rağmen çok sıcak görüntüler sunar size.

LEZZET KEŞİFLERİ

Bir başka günün aydınlık bölümünü de, biraz sokaklara biraz da müzelere ayırabilirsiniz. Önce Skeppsholmen Adası’na geçip, Modern Sanatlar Müzesi’ni gezebilirsiniz. Sonra önünde küt burunlu, karpuz kıçlı kuzeyli teknelerin bağlandığı kuzeyli evlerin önünden yürüyüp, ünlülerin ve zengin tabakanın ikamet ettiği Djurgarden Adası’na geçebilirsiniz. Adanın hemen girişindeki Vasa Müzesi’ndeki eski bir batığın sizi şaşırtacağından emin olabilirsiniz. Müzeyle aynı adı taşıyan 68 metre uzunluğundaki gemi, 1628’de yapılmıştır. Bu muhteşem gemi, tek gülle atamadan, tek kılıç sallamadan ilk seferinde, adanın bir mil uzağında batmıştır.
Eğer lezzet keşiflerine meraklıysanız, öncelikle iki alışveriş merkezi önereceğim. Bunlardan biri, Hötorget Meydanı’ndaki Hötorgshallen adlı etnik pazardır. Yüzlerce küçük dükkanda yok yoktur. Timsahtan ayı etine, akla gelmedik çeşit çeşit balıklara, sebzelere kadar her şeyi bulmak, yemek yemek de mümkündür. Diğeri, Ostermalmstorg Meydanı’ndaki Ostermalms Saluhall’dir. Burada da akla hayale gelmeyecek gıda maddeleri satılır.
Akşam yemekleri için daha çok yerel mönüler sunan restoranları öneririm. Örneğin 1722’de kurulan Den Gyldene Freden adlı restoran bunlardan biridir. Burada yanında tatlı patatesle servis edilen, Maderia şarap sosuyla pişirilmiş rengeyiği etinin tadına doyamazsınız. Önereceğim diğer bir mekan da, opera binası içindeki Operakallarens Matsal adlı restorandır. Ama buraya neredeyse bir ay önceden rezervasyon yaptırmak gerekir.
Tüm kuzey ülkelerinde olduğu gibi, Stockholm’de de deniz mahsulleri, mönülerin en baş köşesinde yer alır. Soğuk kuzey denizinde tutulan Ringa en çok rağbet edilen balıktır. Kral Yengeçler, iri karidesler, ıstakozlar, uskumrular, dil balıkları, midyeler, somonlar, kalkanlar, istiridyeler, deniz levrekleri mönülerin vazgeçilmezleridir.
Restoranları akşam yemeklerine saklamanızı, öğle yemeklerini ise ayaküstü geçiştirmenizi öneririm. Her köşede karşıma çıkan seyyar sosisçilerde, küçücük bir sandviçin içinde sunulan baharatlı çorizo sosisinin tadına doyum olmaz. Bazı öğle yemeklerinde de deniz kıyısına inip, kağıt tabaklarda verilen kızarmış ringa yiyebilirsiniz.
Şunu belirtmek isterim, Stocholm çılgın yılbaşı kutlamak isteyenler için ideal bir adres değil. Ama bu kısacık tatili bahane edip, kış günlerinden keyif alıp, huzurla dolmak istiyorsanız bu kent tam aradığınız yer.

Antakya’da tarihin bağrında

/images/100/0x0/55ea35a8f018fbb8f87183f9

Yılbaşı gecesi demek eğlencenin yanı sıra biraz da yemek demek. Onun için size bu yılbaşı gecesini Antakya’da geçirmenizi öneriyorum. Çünkü bu kentin mutfağı gerçekten de damak çatlatan cinsten. Bu nedenle de Antakya Mutfağı, UNESCO’nun “Korunması Gereken Dünya Mutfakları” listesine girmek üzere.
Yemeklere geçmeden önce kentin geçmişinde ve bugününde bir yolculuk yapalım.
Bu bir barış kentidir. Asırlardan beri farklı inanışta, kültürdekiler barış içinde, kavga dövüş etmeden, huzur içinde yaşar. Sünniler, Aleviler, Katolikler, Ortodokslar, Süryaniler... Hatay’da, birinin diğerine, dinini, mezhebini sorması çok büyük bir ayıptır. Bir yanda camiler, diğer yanda kiliseler, öte yanda Cem Evleri. Kolkola yola çıkan iki hemşehri, sadece ibadet yerinin kapısında ayrılır. Kimi camiye, kimi kiliseye, kimi Cem Evi’ne gider, ibadet bitince, yine aynı tavlaya zar atar, yine bir dilim künefeyi paylaşır, yine aynı tepsi kebabına ekmek banarlar. Sadece son yıllarda, ezan sesinin arkadaşı olan çan sesi artık duyulmaz olmuştur.

SOLUK KESEN MOZAİKLER

Oysa burası, Hıristiyanlığın Kudüs dışında yayıldığı ilk kenttir. İsa’ya inanlara ilk kez burada Hıristiyan denmiştir. Bu konu, İncil’de Resullerin İşleri bölümünde şöyle anlatılır: “Ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağrılması Antakya’da oldu.” Hıristiyanlığın ilk toplanma yerlerinden biri olan Aziz Pierre mağara-kilisesi de buradadır. İsa’nın havarisi Aziz Petrus, bu mağarada vaaz vermiştir. Papa 6’ncı Paul burayı hac yeri ilan etmiştir.
Eğer Antakya’nın geçmişi hakkında bilgi sahibi değilseniz, eski kentin yoksul görüntüsü sizi yanıltabilir. Buranın bir zamanlar, yarım milyon nüfusu ile Roma İmparatorluğu’nun üçüncü büyük kenti olduğu aklınızın ucundan bile geçmez. Antakya’nın bir armağan kent olduğunu da belki bilmezsiniz. MÖ 4’üncü yüzyılda, Amanos ve Habib Neccar dağlarının arasındaki ovada bu kenti kuran Suriye Kralı I. Seleukos’un, buraya çok sevdiği babası Makedonyalı soylu Antiokhos’un adını koyup, ona armağan ettiği de gözünüzden kaçmış olabilir. Dahası, biraz önce kıyısında yürüdüğünüz Asi Nehri’nin, buradan 29 kilometre uzaktaki gemileri, bir zamanlar Antakya’ya taşıdığını hayal bile edemezsiniz. O devirde Antakya’da yaşayanların zengin, mutlu, asil bir halk olduğuna inanmakta zorlanırsınız. Tüm bunları bilirseniz, daracık sokaklarda, yıkılmamak için yandaki komşusuna omuz vermiş eski evlere başka türlü bakarsınız.
Antakya’ya gidince, Mozaik Müzesi’ni görmeden dönmek olmaz. Burada sergilenen antik Roma’ya ait mozaik döşemeler, insanın aklını başından alır. Bunların içinde en ünlüsü Yakro Mozaiği’dir. Bu mozaiğin kenarlarında, Antakya’nın Roma dönemlerindeki kent yaşamından tasvirler yer alır.

DAPHNE’NİN GÖZ YAŞLARI

Antakya’nın yanı başındaki Harbiye ise bir çok efsaneye kaynaklık eden yeşil bir vadidir. Onu gözleriyle gören antik dönemin önemli coğrafyacısı Strabon şöyle anlatmıştır: “Fıskiyeli çeşmelerle bölünmüş sık ağaçlıklı büyük bir koru, orta yerinde bir şifahane ile bir Apollon ve Artemis tapınağı var. Burada Antiokheialılar ve çevre kentlerin halkları kutlama yaparlar.”
Antik dönemdeki adı Daphne (Defne) olan Harbiye, bir zamanlar Efes ile boy ölçüşecek bir ihtişama sahipmiş. MÖ 40 yılında Roma İmparatoru Antonius ile Kleopatra muhteşem bir törenle burada evlenmiş. Roma İmparatorluğu’nun gözbebeği ve haz mekanı Daphne’de bugüne sadece mozaikler, parçalanmış sütunlar kalmış. Tabii bir de, antik dönemin güzeller güzeli Daphne’nin dönüştüğü defne ağaçları ve Daphne’nin göz yaşlarından oluşan şelale duruyor.
Antakya’daki antik efsaneler anlatmakla bitmez. En iyisi oraya gidip, bütün bunları gözünüzle görmeniz, asırlar öncesini düşlemeniz, ardından da Yılbaşı Gecesi kendinize Antakya’nın muhteşem yemekleriyle ziyafet çekmeniz gerekir.

DAMAK ÇATLATAN LEZZETLER

Antakya’da yöre yemeklerini pişiren lokanta sayısı her geçen gün artmaktadır. Ama bunların çoğunun mönüsünün, kentin mutfağını tam olarak yansıttığı söylenemez. Bu lezzetli yemeklere ulaşabilmek için biraz gayret sarf etmeniz, aşçılarla dostluk kurmanız gerekebilir.
Antakya’da çok zengin bir meze kültürü vardır. Masanız önce, çeşit çeşit mezeyle donatılır. Benim önereceğim mezeleri şöyle sıralayabilirim: Tuzlu yoğurtlu bakla ezmesi, biber yoğurtlama, cercerun, cevizli biberli patlıcan ekşilemesi, tereyağlı humus, zeytinyağlı zılk sapı, küflü acı çökelek salatası, tuzlu yoğurt, bezirgani. Eğer değişik balık yemek isterseniz size tahinli kaya balığı yahnisini, yılan balığı dolmasını, tepside karabalığı önerebilirim. Ama bunların öyle kolay cinsten yemekler olmadığını da belirtirim.
Antakya’da Oruk denen içli köfte benzeri köftenin onlarca çeşidi yapılır. Hepsi de çok lezzetlidir. Ama içlerinden Fellah köftesinin, haşlama ve kızartma oruğun, rahip köftesinin yeri ayrıdır.
Kentin en sevilen yemeği tepsi kebabıdır. Bu yemeği hemen her kasap yapar. Tepside hazırlanan et, en yakın fırına gönderilir. Bu yemeği kasaptaki küçük masada yemek gerekir. Ayrıca kayısılı gerdan yemeğini de öneririm.
Antakya’dan künefe yemeden dönmek olmaz. Bunu büyük restoranlarda değilde çarşının içinde, mangal üstünde pişiren küçük tatlıcılarda yemenizi öneririm. Bu künefeyi yedikten sonra bir daha başka yerde yiyemeyeceğinizden emin olabilirsiniz.
Hıristiyan, Müslüman, Süryani, Arap, Türk mutfaklarının karışımından oluşan Antakya Mutfağını bu kısıtlı mekanda anlatmak olanaksızdır. Onun için yılbaşını bahane edip Antakya’ya gitmenizi ve bu damak çatlatan yemeklerin bir bölümüyle tanışmanızı öneririm.

False