Yeni Türk dış politikasına Batı ilgisi

Toplantıdan yarım yıl öncesinden haberdardım. “Türk Kimliği ve Yeni Dış Politika” adlı panelde Prof. Kemal Kirişçi ile birlikte konuşmacı olduğumu ve panelin moderatörünün Tony Blair olduğunu da iki haftadır biliyordum. Bizimkinden önceki panelin konuşmacısının Kemal Derviş olduğunu da.

Türkiye’nin 10 saat gerisinden havalanıp 12 saat uçtuktan birkaç saat sonra İstanbul’daki büyük otellerden birinin toplantı salonuna girdiğimde, dörtgen geniş masanın çevresinde oturan dinleyici ve tartışmacıların kim olduğunu bilmiyordum.
Girer girmez, birkaçını tanıdım. Başta Henry Kissinger’ı ve Kofi Annan’ı. ABD Dışişleri’nin eski yetkililerinden, şu sırada ülkesinin en etkili dış politika düşünce kuruluşu olan Council on Foreign Relations’ın başkanı olan Richard Haass’ı, yıllar öncesinden zaten tanışık olduğum ABD’nin önde gelen Ortadoğu uzmanlarından, Filistin kökenli profesör Shibley Telhami’yi.
Konuşma bölümü sona erdikten sonra bir saate yakın süren soru-cevap bölümü sırasında Tony Blair’den söz alıp soru yönelttiği sırada Alvaro Uribe’yi de tanımış oldum. 2002-2010 yılları arasında Kolombiya Cumhurbaşkanlığı yapmış olan liberal Uribe, Türkiye’de büyük tepkiye yol açan Mavi Marmara konusundaki BM Raporu’nu kaleme alan komisyonun başkan yardımcısıydı. Katılımcılardan biri ile konuşma sonrasında Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği üzerinde kısa bir sohbet yaptım. Kendini tanıttığı anda derhal tanıdım. İsrail ekonomisinin başarısıyla isim yapmış olan Merkez Bankası Başkanı Jacob Frankel. Şimdi JP Morgan’ın başkanı olarak New York’ta yaşıyormuş.
Bu tür toplantılarda genellikle “Chatham House kuralları” uygulanır. Kimin ne söylediği açıklanmaz ama neler konuşulduğu haber olarak bildirilebilir. Bu toplantı, onun da ötesinde. “Chatham House kuralları”nın da ötesinde kapalı imiş.
Öyle ki, toplantıdan medya dünyasında tanınmış birkaç arkadaşıma söz ettiğimde Henry Kissinger ve Kofi Annan’ın, Tony Blair ile birlikte İstanbul’da haberdar olduğundan bile haberleri olmamıştı.
Kissinger’ın Türkiye değerlendirmesi
Henry Kissinger, Türkiye’nin uluslararası politikada “daha büyük rol oynayabileceği” kanısında ve bunu olumlu görüyor.
“Türkiye’nin nüfuzu, ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekilmekte olduğu ve Libya’nın dünyaya açıldığı bir sırada artıyor. Dolayısıyla, Türkiye önemli bir rol oynayabilir” diyor.
Bununla birlikte, “uyarı”da bulunmayı da ihmal etmiyor; “Türkiye’nin bu rolü ABD’nin tayin edici saydığı çıkarlara ters düşmemelidir. İlişkilerin yapıcı olduğunu umut ediyorum” diye ekliyor.
Kissinger, ABD-Türkiye ilişkilerinin, rekabet için potansiyel taşımakla birlikte güçlü bir temele dayandığına işaret ederek, buna örnek olarak NATO’nun anti-füze sistemine erken uyarı radarını kabul ederek katkıda bulunmasını gösteriyor. Kissinger, bunu “Bazı meselelerde ABD ile Türkiye’nin paralel ilişkilerinin bulunduğunun bir kanıtı olarak görüyorum” diye ifade ediyor.
Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda ise, Kissinger, her iki tarafın da hatalı olduğu görüşünde. “Her iki taraf da, pozisyonlarında bir düzenlemeye gitmeli. Bu sadece Netanyahu’nun sorunu değil. Herkes sorunun ne olduğunu biliyor, çözümün ne olduğunu da biliyor, ama gereken adımı atamıyorlar” sözleriyle biraz “bilmeceli” bir açıklamada bulunuyor.
Kissinger’ın bu açıklamalarını toplantıda dinlemedim. Toplantıya girmeden önce biliyordum. Bilmediğim Kissinger’ın da benim konuşma yapacağım toplantıda bulunacak olmasıydı. Biliyordum, çünkü sabah toplantıya giderken Wall Street Journal’da “Kissinger Sees Great Role for Turkey” başlıklı haber yazısını okumuştum.
Konuşmadan sonra söz alıp soru yöneltmemesi işime geldi doğrusu. Bir başka oturumda söz alıp tespitte bulunduktan sonra yönelttiği bir soruya, Shibley Telhami cevap verirken, şaka yollu “Henry, seninle ters düşmeye cesaret edemem” diye söze girdi ve ne söyleyecekse söyledi.
Kissinger için ne derseniz deyin, uluslararası diplomasinin en yaşlı devlet adamı ve Realpolitik ustası olduğu gerçeğini değiştirmez. Benim konuşmadan sonra, “İyiydi” diye kestirip atmasına, ben de şaka yollu “sınıfı geçtik yani” diye karşılık verdim.
Türkiye’nin yeni dış politikasını anlatırken, bu dış politikanın sorumlusu olan iktidar partisi çevrelerinin özellikle ve önemle vurguladığı “değerlere dayalı dış politika” anlayışını paylaşmıyorum ben. Birçok boyutuyla paylaştığım ve desteklediğim Türkiye’nin “yeni dış politikası”nı, esas olarak Realpolitik üzerinden değerlendirerek destekliyor ve öyle anlatıyorum.
Kissinger, anlaşılan, yöntem ve yaklaşım bakımından itiraz edeceği pek bir şey bulamamıştı anlaşılan ve dolayısıyla “Realpolitik dersi” bakımından durumu kurtarmıştım.
Türkiye’nin yeni dış politikasını, “değerler”i öne çıkartarak açıklamaya kalkarsanız, bu, kolayca lime lime edilir.
Bu konuya ve konulara önümüzdeki dönemde döner, nedenlerine ve ayrıntısına gireriz.
Tony Blair’den Obama’ya
Tony Blair’in ilginç bir sözünü de yer vermeliyim. “Türkiye’nin büyük bir ilgi odağı haline geldiğini” söylerken kendisinden örnek verdi, gayet içten bir şekilde “Ne yalan söyleyeyim” dedi, “10 yıl önce Türkiye’den söz edildiğinde dikkatimi özellikle çekmezdi. Oysa, şimdi iki gündür sürekli Türkiye konuşuyoruz ve büyük ilgi duyuyorum.”
Tony Blair ile de konuşma sonrası sohbet ederken, benim Türkiye’nin yeni dış politikasının çarpıcı temsilcisi Tayyip Erdoğan’a ilişkin değerlendirmemin, kendisinin İngiltere Başbakanı olduğu dönemdeki gözlemleriyle uyuştuğunu, kendi gözlemlerini onaylamış olduğumu” söyledi.
“Siz de siyasetçisiniz. Tayyip Erdoğan’ı bu salondakiler arasında herhalde en iyi siz anlarsınız ya da anlıyorsunuzdur” karşılığını verdim. Bunun üzerine, heyecanla, “politikacı bakış açısı”nın, “herkesinden farklı” özelliklerini anlatmaya koyuldu.
Toplantı kuralları gereği Tayyip Erdoğan’a ilişkin neler konuştuğumuzu yazamam ama “olumlu” olduğunu belirtebilirim.
Toplantıdan bir gün önce Türkiye’ye dönerken, elime aldığım Los Angeles Times gazetesinde manşet kenarında kocaman bir Tayyip Erdoğan fotoğrafı ve Türkiye-ABD ilişkilerinin son durumuna ilişkin kocaman bir haber vardı. Haber yazısında, Washington’da bazı çevrelerde gelişmeye başlayan Tayyip Erdoğan’a yönelik muhalefete ve bu yüzden Obama’ya yöneltilen eleştirilere yer veriliyordu. Yazıya bakılırsa, BM Genel Kurulu sırasında Obama’nın ikili görüşmelerinde en fazla yer ayırdığı, övdüğü ve son bir yıl içinde en çok telefon görüşmesi yaptığı iki liderden biri Tayyip Erdoğan imiş.
Obama’nın Tayyip Erdoğan’ı arkaladığı yazıdan açıkça anlaşılıyor.
Bu yazıyı yazmaya oturmadan önce İsveç Dışişleri Bakanı ve şu sırada Avrupa’nın “en bilge” devlet adamlarından biri sayılan Carl Bildt’in bir twiti gözüme çarptı. “Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki sorunları tartışmak üzereTürkiye’de Bodrum’a doğru” diye yazmış.
Anlaşılan, dünya siyasetinin nabzı Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da atmaya başlayınca, Türkiye’de tam bu “jeopolitik alanda” bir güç merkezi ve faal bir uluslararası aktör olarak sahneye çıkınca, Türkiye sahnesine uluslararası politika yıldızları yağıyor.
İktidarın aşırı özgüven ve başarı sarhoşluğuna kapılarak riskleri görmezden gelmemesi ve ölümcül sonuçlar verebilecek yanlışlıklar yapmaktan kaçınması ne kadar gerekli gözüküyorsa, Türkiye’nin uluslararası sistemde elde ettiği gücü görmezden gelerek, 1980’lerin, 1990’ların tedavülden çoktan kalkmış bakış açısı ile analiz yapıp, iktidarı yıpratmayı hesaplayan muhalefetin de –Ankara’dan Kandil’e- hesaplarını gözden geçirmesi gerekiyor.
Yazarın Tüm Yazıları