Tom Miks’i hiç sevmedim

ÇOCUKKEN kovboy filmlerini severdik biz. Ama yengeç misali yandan yandan, dayı dayı yürüyen John Wayne değildi kahramanımız. (Onun o külhan yürüyüşüne bakın, Amerika’yı bizim keşfettiğimize dair en kuvvetli delile ulaşırsınız)

Haberin Devamı

Kızılderilileri tutardı hep, bizim mahalle.
Tom Miks’i muhallebici bulurdu, Kinowa dersen o zaman adını koyamasak da, ırkçıydı harbiden.
Ama Teks Willer’ı severdik nispeten; öldürülen karısı ve kankası (Tiger Jack) Kızılderili (Navajo) olduğu için.
Çünkü özgürlük, yabanlık kıymetliydi bizim için de...
Yani, ufacıkken.
* * *
Ata, eğersiz-çıplak binerlerdi mesela; onun özgürlüğüne de saygı gösterircesine... Dostlarıydı, atlar da…
O Navajo sözündeki gibi:
“Yeryüzünün sonuna gittim, gökyüzünün sonuna... /Dağların sonuna gittim. /Sonuna gittim, ormanın. /Ağaçların sonuna... /Arkadaşım olmayan bir şey bulamadım.”
* * *
Doğa ve doğanın tüm varlıkları, tüm canlılar kutsaldı onlar için.
Çünkü insanın tabiattan uzaklaştıkça kalbinin sertleştiğini, önce onlar anlamış, onlar söylemişti:
“İlkbaharda usul usul yürü, Toprak Ana hamiledir...”
* * *
Kızılderili için insan, nehir, çiçek, kuş, taş-toprak birbirine bağlı ve bağımlıydı.
Nehiri öldürürsen toprak, onu öldürürsen kuş ölürdü... Sonra sıra insana gelirdi.
Nazım, “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş...” deyince, benim onları düşünmem, bundan.
Ve “Topraktan öğrenip, kitapsız bilendir” dizesinde, önce onları hatırlamam...
* * *
Dansları, şarkıları, ritimleri de doğadan devrişirilmişti. Süsleri, bilezikleri, kolyeleri, başlıkları, doğadan…
Hapishaneleri olmadı
onların, “tımarhane”leri, huzur evleri, petrol kuyuları, bankaları, tapuları da...
* * *
İsimlerini de sevdik Kızılderililerin.
Çünkü doğuştan değil, sonradan “kazanırdı” isimlerini onlar... Bir şey yapınca, başarınca...
İsimlerini, hak ederlerdi.
Tom Miks’i hiç sevmedim
Neden kızılderileri severdik, aslında bu uzun uzadıya izaha muhtaç değil. Bugün doğaya, mazluma, “öteki”lere bakın, anlarsınız.
Yeri geldiğinde yaman savaşçıydı kızılderili de, sanki biz onların “barış çubuğu”nu, deyim olarak bugünlere kadar gelen “baltaları gömmeleri”ni de sevmiştik.
Ama solukbenizler, uymadı hiç barış an(t)laşmalarına…
Çoluk-çocuk, katledildiler.
* * *
Savaşın, onuru, kahramanlığı, barıştan daha acı, daha ölümcül test ettiğini erken hissettik.
Ama geç öğrendik.
Kahraman olmanın yolunun savaştan geçtiğine inandık hep, öyle öğrettiler…
En sıkı kahramanları barışın yarattığını, Gandhileri, Mandelaları, Martin Luther Kingleri neden sonra idrak ettik.
.* * *
Kızılderili de çubuğu, gömdüğü baltasıyla barışa özlemin simgesiydi bir bakıma.
Çayırları, bizonları, dağlarıyla dev, ama çadırlarıyla küçücük ülkesinde…
Siyu kabilesi reisi Kara Geyik’in sözleri küpe oldu da sonradan kulağımıza… Ama –kalıcı olması için- kulağımızı deldirmedik:
“Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik. Ama bir arada, kardeşçe yaşama sanatını unuttuk.
İki tür barış vardır.
Birincisi, en önemlisi, gerçek barıştır. İnsan ruhundadır o.
Diğeri onun aksidir.
İnsanın ruhunda barış yoksa, başka insanlarla da barışık olamaz.”
* * *
Amerikan ordularına karşı savaşan son Kızılderili reisi Oturan Boğa (Tatanka Iyotake) 124 yıl önce, 15 Aralık’ta öldürüldü.
Beyazların emrine giren “yerli polis”le, kendi halkı tarafından...
İsmi, beyazların baskılarına karşı “oturarak ayak diremesinden” geliyordu.
* * *
İki asır sonrasına, şu sözleri kaldı:
“Sahip olma isteği onlarda bir hastalık olmuş.
Bu insanlar, kendilerinin bozabileceği ama yoksulların bozamayacağı birçok kural koymuşlar.
Toprağımızı binalarıyla, süprüntüleriyle çirkinleştiriyorlar. Komşularını çitler, duvarlar yaparak kendilerinden uzaklaştırıyorlar.
Onlar, baharda yatağından taşarak, yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor.”
* * *
Bir aralar (da) Kızılderililerin aslında Türk olduğuna dair bir muhabbet yürümüş gitmişti...
Sizce Türk müdür?

Yazarın Tüm Yazıları