Çocukluğumun gripleri ve “hastalıklı” aşklar

“İLİŞKİLER içinde en çok hastalıklı olanları severim, ateşimin yükselmesini, sayıklamalarımı, kâbuslarımla hayallerimin birbirine karışmasını, en dokunulmaz yerlerimde hissettiğim sızıları.”

Haberin Devamı

Ahmet Altan böyle yazıyor, Kristal Denizaltı’da...

Aşka, ilişkilere dair başka yazıları da, benzer koridorlarda dolaşıyor çoğu kez.

O yolda eşlik etmesem de, kaç gündür yazılarımda “Aşk hastalıklı bir hâldir” teşhislerinin kıvrımlarına dolanan cümleler kuruyorum.

Fakat meramım da, düşüncem de pek öyle değil.

* * *

Baştan söyleyeyim, ben öyle hastalığı pek sevmem; çocukluğumdaki o eski gripleri severim.

Halsizlik başgösterir, ateşin çıkar, bir Aspirin içersin... Annen alnına sirkeli suda ıslatılan mendiller koyar, ballı, elmalı, ıhlamur kaynatır...

Siyah-beyaz TV’nin karşısındaki kanepede, battaniyenin altında, yarı uyur-yarı uyanık iyice terlersin. Nazlanırsın, yerine göre.

Sabahına da ateş düşer...

Bu da bir ritüel.

Ve o nostaljik grip, terleyip de bile isteye soğuk su içmekten mütevellit soğuk algınlığı, neredeyse sevilesi, özenilesi bir rahatsızlıktır.

Haberin Devamı

Bu mutluluğu örseleyen tek şey, nihayetinde yine okula gideceğindir.

* * *

Bu örnekle, aşkı küçümsediğimi, sıradanlaştırdığımı, “geçici hevesler/şeyler” rafına koyduğumu, sonra da “Aşkın ömrü şu kadardır” kitaplarını referans vereceğimi düşünmüyorsunuzdur, umarım.

Aşkın farklı bir hâl olduğu, uyuklayan duygulara “Kalk gidelim” dediği malûm, eyvallah.

Ama bu duruma “hastalıklı” demek, her zaman geçerli de değil, yeterli de...

* * *

Öncelikle o “hastalıklı” denilen “hâl”, sadece aşkın değil, hayatın, ruhun kıyılarında-köşelerinde, derinlerinde zaten gezinen bir durum.

Aşkı ayırt ederken sereserpe kullanılan, kuşku, kıskançlık, öfke, tutku, keder, sahip olma arzusu, o tutsak, o habis, hatta bazen zalim hâller, sadece aşkın uç verdiği durumlara da mahsus değil.

Öyle olsa, karşılaştığınız ilk doğuştan apartman yöneticisiyle yıldırım aşkı yaşarsınız.

Zihni komplo teorileriyle örülü, hayatı komplodan, muhakemesi haber kompostosundan ibaret bir insanın, aşkısının cep telefonunu karıştırmasına, hatta casus yazılım yerleştirmesine şaşırmak, safdilliktir.

* * *

Öyle duygulardan örülü  zehirli sarmaşığı, bazen toplu iğne başı kadar tohumlarını, iş hayatında, kurumsal ilişkilerde, siyasi arenada, hatta arkadaşlıklarında görürsün.

Haberin Devamı

İnsanlık hâlidir ve “iyi insan, ‘insan’ olmak” da böylesi duyguların ringinden ağzı-burnu fazla dağıtmadan, sedyelik olmadan çıkabilmektir.

Ve böylesi kötü tohumların vahim fidelerini, az-biraz kontrol etme refleksidir herhal.

İçindeki vampiri, kanla değil de kızılcık şerbetiyle doyurup, ehlileştirmektir mesela. Daha fiyakalı ifade etmek gerekirse...

* * *

Ha... Ne kadar başarırsın, nasıl altından kalkarsın o ayrı mesele.

Bu, insanın kendi doğası kadar, kurulan birlikteliğin doğasıyla da ilgili.

Zira aşk, birliktelik, öyle ya da böyle kendine has bir durum.

Ayrıca öyle ya da böyle temelinde en az iki kişi var.

Narkissos mitleri, platonik kokteyller kaideyi bozmaz.

Haberin Devamı

Onun da bir iletişim, “öğrenme”, muhakeme, idrak süreci var yani.

Ve o sayılan yakıcı duygularla başa çıkılan, bazılarının semtine bile uğramayan birliktelikler de, sadece romanlara, filmlere özgü değil.

* * *

Ve dahi, aşkın e-hâli (yönelme), de-hâli (bulunma) filan mevsimse... Misal kızmanın, kederlenmenin, kırılmanın, usulca kıskanmanın mevsim normallerinde seyreden hâllerini, bazen öyle de kabul edebilirsin.

Marazlık, iklime dönüşmezse...

Yakın arkadaşlıklar da biraz öyle değil midir?

 

“ALLA’SEN SÖYLE NEDİR AŞKIN ASLI ASTARI”

 

DÖRT günlük diziye dönüşen karmaşamdan, topu belki Can Yücel’in W. H. Auden’dan “Türkiyelileştirdiği” dizelere atarak kurtulurum:

Haberin Devamı

Kimine göre ufak bir çocuktur aşk, /Kimine göre bir kuş,

Kimi der, onun üstünde durur dünya, /Kimi der, kalp kuruş;

Ama komşuya sordum, nedense yüzüme /Mânalı mânalı baktı,

Karısı bir kızdı bir kızdı, sormayın, /Aşkedecekti tokadı.

* * *

(...) Çalı gibi dikenli mi, batar mı eline, /Andırır mı yoksa pufla yastıkları,

Keskin mi kenarı yoksa yatar mı eline? /Alla’sen söyle nedir aşkın aslı astarı!

* * *

Tarih kitapları dokundurur geçer /Köşesinde kenarında,

Hele bir lâfı açılmaya görsün /Şirket vapurlarında;

Eksik olmaz gazetelerden, bilhassa /İntihar haberlerinde,

Mâniler düzmüşler gördüm üstüne /Telefon rehberlerinde.

* * *

Aç kurtlar gibi ulur mu dersin /Bando gibi gümbürder mi yoksa,

Haberin Devamı

(...) Çiftetelli gibi coşturur mu herkesi /Yoksa ağıraksak bir hava mı?

İstediğin zaman kesilir mi sesi? /Alla’sen söyle nedir aşkın aslı astarı!

* * *

Ona rastladığı zaman duyduğu şeyleri /Kabil değil unutamazmış insan,

Yolunu gözlerim bacak kadardan beri /Ama o geçmedi bile yanımdan;

Merdiven dayadım otuz beşine, /Öğrenemedim gitti bir türlü,

Nemene mahlûktur bu düşerler peşine /Bunca insan geceli gündüzlü?

* * *

Gelsin ya, nasıl, pat diye gelir mi dersin /Burnumu karıştırırken tatlı tatlı,

Ya tutar yatakta bastırırsa sabahleyin? /Talih bu ya, otobüste nasırıma basmalı!

Gelişi yoksa havalardan anlaşılır mı, /Selâmı efendice mi yoksa gider mi aşırı,

Değiştirir mi dersin bir kalemle hayatımı? /Alla’sen söyle nedir aşkın aslı astarı!”

Çocukluğumun gripleri ve “hastalıklı” aşklar

Yazarın Tüm Yazıları