Ah o kol saatleri

“PARDON, saatiniz kaç acaba?” Bu soruyu en son ne zaman duydunuz? Ben hatırlamıyorum, doğrusu... Ama bu sorunun, başka bir şeylerle beraber nasıl yok olduğu konusunda fikir yürütebilir, hatta sıkı hikayeler anlatabilirim.

Haberin Devamı

Epey gerilere gidelim önce, diyelim en az yarım asır öncesine...
Bu sorunun, “Saatiniz var mı?” şeklinde sorulduğu, saatin bir ayrıcalık olduğu zamanlara...
Herkeste olmazdı saat eskiden; elbet önce saati var mı, onu soracaktınız.
“Var” deyip saati söylemeden geçip giderse de, zalim bir esprinin kurbanı olacaktınız belki.
* * *
Evet... Esprisi, alayıyla da zalim olabiliyor insanoğlu.
Mesela Sait Faik “Zemberek” adlı öyküsünde, çocukların bile zalim olabildiği okul yıllarına götürür bizi. Ki, çocuklar bir dönem -içtenlikle- zalimdir.
Sınıftaki tek saat Celil’indir. Dedesinin erken hediyesidir.
Herkes saati ona sorar, hatta öğretmeni bile:
“Celil Efendi, teneffüse ne kadar var?”
Ama bir gün o büyü de bozulur, saat de. Zembereği boşalır saatinin...
Öğretmen saati sorunca; “Zemberefi bozulmuş efendim” deyiverir.
Ve adı artık ölene kadar, “Zemberef Celil” kalır. Saati olmayanlar intikamını fena almıştır.
* * *
O günlerde kol saati kıymetlidir;en kıymetli sünnet hediyesi, ritüelidir hatta.
Nacar, Atomik marka olanları nispeten hesaplıdır da...
Büyük tüccar, mebus, paşa torununa da altın kaplama, kristal camlı, 17 taşlı Hislon, Omega yakışır.
Dededen, babadan en yaygın aile yadigârı da saattir zaten.
Ama kapağına “Babam sağolsun” yazdırmak, henüz adetten değildir.
Kaç taş, kaç ayar altınla yapılsa da, bugün vaka-i adliyeden olan 700 bin liralığı da icat edilmemiştir.
Saattir sonuçta... Ve deli saraylılar dışında bir adabı vardır, zenginliğin...
* * *
Kol saatinin bir kuşak öncesinde ise, kösteği, kordonu, ön-arka çift kapağıyla cep saatine uzanır saatli marif takvimimiz.
Arnavut işi gümüş zinciri, kurma düğmesine basıldığında trink diye açılan işlemeli kapağı varsa...
Yelek cebinizde, şatafatıyla 100 metreden bile seçiliyorsa...
Haliniz de, “vaktiniz” de yerindedir, demek ki.
Ah o kol saatleri
Hele Rus yapımı üzeri lokomotif kabartmalı, “Şimendiferli Serkisof marka”ysa köstekli saatiniz...
Hem efsanedir, hem mekaniğiyle evladiyelik. (¹) Bugün bile bakar bakar, sebeplenirsiniz.
İçlenirsiniz de... Çünkü Türkiye için yapılanların kadranının üzerinde, geçenlerde Ankara Garı’ndan kaldırılan “TCDD” ibaresi vardır.
Kapağındaki lokomotifin altında da “Demiryolu” yazar.
Bir dönem TCDD’den emekli olan erkana verilen hediyedir, demiryolcu saatidir zira.
* * *
Bir kurmayla, iki gün tıkır tıkır çalışır da...
Bir zamanlar dedelerin sabah kalkınca ilk işi, sabah seremonisi, saati kurmaktır yine de.
Belki de tek işidir; “su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da...” (²)
* * *
O şimendiferli saat, Sait Faik’in Türkçe’ye çevirdiği “Gümüş Saat” öyküsünde de yer alır:
“İşte o günlerde karşıma sen çıktın Zehra. Yanıma sokuldun.
Hemen saatimi çıkarıp sana gösterdim. İçindeki çarkları; kırmızı taşları, üstündeki şimendifer resmini beraberce seyrettik.
Şimdi sen de benim saatim gibi bir şeydin. İnsanın insandan bir saati olması da güzel bir şey, diye düşünmüştüm.
Sen gümüş saatimi almış, pembe kulağına götürmüştün...”
Ya... İlkokul aşkları unutulur da...
Bazen akılda sadece, hediye edilen ilk saatin o büyülü tıkırtısı ve yârin pembe kulağı, kırmızı kurdelesi kalır.
Ah o kol saatleri
Yani saat de, saat sormak da, yabana atılmayacak kilometre taşlarıdır sözlü tarihimizin.
Yeşilçam senaryolarının dolgu cümlelerinden de birisidir.
Kötü adam Turgut Özatay yelek cebinden çıkarır saatini; “Sana iki saat veriyorum, yoksa sevgilin ölecek” der, filmin kahramanına.
Yahut “Hanımefendi saatiniz kaç?” diye mevzuya girmek ister jön Türk delikanlımız...
Hanımefendi, omuzunu silkip burun kıvırınca da verir karşılığını:
“Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da...”
* * *
Ben de mevzuya, yani “Saatiniz kaç?” sorusunun hayatımızdan nasıl, ne zaman yok olduğuna giremedim.
Bilgisayarın sağ alt köşesine baktım; 03.29 yazıyor bir sürü ikonun yanında...
Oysa birisine saati sormak geçiyordu içimden.
Yarın, belki...

Haberin Devamı


(¹) Mehmet Aycı, “Serkisof Ahbabım Olur” kitabında şöyle yazar:
“Serkisof elbette ahbabım olur. Treni kaçırdığımda neler yaşadığımı ben bilirim. Treni beklemenin nasıl bir şey olduğunu da...
Serkisof’un büyüsü, tüketim kültürüyle izah edilemeyecek kadar ağır bir büyüdür.
Siz onun akrebine, yelkovanına bakarak bir saat olduğunu düşünüyorsanız yanılırsınız.
Ülkemizin demiryolu tarihini taşıyan bir kaç kişiden biridir; hâlâ hayattadır ve tıkır tıkır çalışmaktadır...”

Haberin Devamı

(²) Edip Cansever - Umutsuzlar Parkı

Yazarın Tüm Yazıları