Umut Fırat Eroğlu

‘Tanrı parçacığı’na şimdi daha yakın

14 Nisan 2024
Evren ve fizik anlayışımızı değiştiren, Higgs bozonunun teorisyeni biliminsanı Peter Higgs geçen pazartesi sonsuzluğa uğurlandı. Mütevazı, kibar bir biliminsanı, usta öğretmen Higgs sevilen, saygı duyulan biriydi.

Tanrı parçacığının kâşifi Higgs, dünyadan ayrıldı. Yaşarken isminin bilim tarihine altın harflerle yazıldığını bilen insanlardan biriydi Profesör Peter Higgs. 2013 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü alan, evrende her şeyin birbirine nasıl bağlı olduğunu, bilinen adıyla ‘Tanrı parçacığı’nı bulan ve Higgs bozonunun teorisyeni. Günümüz fizik anlayışının en önemli anahtarlarından birini keşfeden İskoçyalı biliminsanı geçen pazartesi sonsuz yolculuğuna uğurlandı. Edinburgh Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Peter Higgs, 1960’larda bir grup fizikçiyle beraber evreni bir arada tutan bir yapı bağı olabileceği teorisini ortaya atmıştı. Kütleden parçacığa, parçacıktan elektronlara kadar atomaltı her şeyi kapsayan bir alan (Higgs field) öne sürüyordu ve bu alanın varlığını ispatlamak, klasik fizikte açıkta kalan her şeyi tamamlamak anlamına geliyordu. Alanı ispatlayacak olansa teoride varlığı düşünülen Higgs parçacığıydı (bozon). Higgs’in teorisini ispatlamak, kuantum fiziğinin temelini oluşturan Standart Model’i doğrulamak anlamına geliyordu. Bu amaçla inşa edilen CERN Laboratuvarı’nda 2012 yılında yapılan bir atom çarpışmasında Higgs mekaniği deneyle ispatlandı ve bulunan parçacığa Higgs bozonu adı verildi.

 

‘HAKLI OLMAK ÇOK HOŞ BİR ŞEY’

Ertesi yıl Peter Higgs fiziğe ve evren anlayışımıza katkısı dolayısıyla Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. Kibar ve mütevazı karakteriyle bilinen profesör, teorisinin yıllar sonra ispatlanmasıyla ilgili ne düşündüğü sorulduğunda “Bazen haklı olmak çok hoş bir şeydir” yanıtıyla hatırlanıyor. 94 yaşında dünyadan ayrılan Peter Higgs’in tevazusu, centilmenliği ve usta öğretmenliğiyle herkes tarafından sevilen ve takdir edilen bir isim olduğunu paylaşan CERN Başkanı Fabiola Gianotti üzüntüsünü dile getirirken onu çok özleyeceğini ifade ediyor. Vizyonerliği sayesinde tüm bilim dünyasına ilham veren ve evrenin yapıtaşlarının daha iyi anlaşılmasını sağlayan Higgs hakkında Oxford Üniversitesi’nden Profesör Alan Barr “Her zaman başkalarının hakkını veren ve geleceğin biliminsanlarını nazik bir şekilde yüreklendiren gerçek bir beyefendiydi” şeklinde övgüyle söz ederken, önceki hafta İskoçya’nın ilk Müslüman başbakanı seçilen Hamza Yusuf ise ünlü İskoç biliminsanı hakkında “Fikirleri ve keşifleriyle 48 yıl sonra evren anlayışımızı dönüştüren bir vizyoner” ifadesini kullandı. 

Profesör Higgs BBC’de yayımlanan biyografisinde okul yıllarındayken klasik fizikten heyecan duymadığını, bu nedenle ilerleyen yıllarda teorik fiziğe yöneldiğini ve kendisini burada yetkin ve yararlı hissettiğini anlatıyor. Kings College’da yetişen Higgs’in hikâyesi, ortaokulda derslere ilgisizliğiyle bilinen Albert Einstein’ın bilim yolculuğuyla benzerlikler taşıyor. Higgs için Einstein’ın ardından gelen ‘yüzyılın en vizyoner biliminsanlarından biri’ ifadesini kullanmak abartılı olmaz. Ben de iyi kalpli Profesör Peter Higgs’in, belki de şimdi Tanrı parçacığını daha derinlemesine kavrayabileceği, sonsuz bir boyuta uzanışını hayal ediyorum.

Yazının Devamını Oku

Küresel ısınma, zamanı bile yavaşlatıyor!

7 Nisan 2024
Kutuplarda eriyen ve okyanusa karışan su kütleleri öylesine bir ağırlık yapıyor ki Dünya yavaşlıyor. Normalde zamanda geri kayma tespit edildiğinde Evrensel Koordine Zaman (UTC)sistemine 1 saniye ekleniyor ama bu durumda, eksi yönde saniye atlamak gerek. Bunun teknolojik açıdan çok sorun yaratacağı düşünülüyor.

Zamanın her geçen gün daha da hızlandığını hissediyoruz. Evet, zamanın hızlandığı fiziksel açıdan da bir gerçek; 2022 yılında Dünya’nın şimdiye kadar ölçülen en kısa günü kaydedilmişti. Günlük hayatın içinde algıladığımız sürate kıyasla çok küçük olsa bile 1 saniyeden az olan bu hızlanma, bilgisayar sistemleri açısından kritik bir rol oynayabiliyor. Sistemlerin şaşmaması için hassas zaman ayarlamaları gerekebiliyor.

Buna bağlı olarak 2026’da küresel bir zaman düzenlemesi öngörülüyordu. Şimdiyse işleri tersine çeviren yani dünyanın dönüşünü yavaşlatan yeni bir fenomen keşfedildi. Hiç sevinmeyin; çünkü sebebi küresel ısınma. Uluslararası bilimsel makalelerin yayımlandığı Nature’da mart sonu yayımlanan güncel bir analize göre son yıllarda eriyen buzullar sebebiyle yer değiştiren su kütlelerinin, Dünya’yı yavaşlatacak kadar fazla olduğu gözlendi. Üstelik zaman düzenlemesini 2026’dan 2029’a kaydıracak kadar! Çalışmayı kaleme alan Duncan Agnew, Kaliforniya Scripps Oşinografi Enstitüsü’nden bir biliminsanı. Oşinografi okyanus ve deniz hareketlerini inceleyen bilim dalı. Makalesinde “Eğer kutuplardaki buzulların erimesi bu kadar hızlanmasaydı, dünya çapındaki saatleri etkileyen problemle 3 yıl daha erken karşılaşacaktık” açıklamasına yer veren Agnew “Küresel ısınma halihazırda küresel zaman ölçümümüze etki ediyor” diyor. Suların hareketiyle zaman arasındaki ilişkiyi anlamak için denklemin iki tarafına bakmakta fayda var.

 

ASLA GERİ KALMIYOR

Küresel ölçekte zaman standardını belirleyen yani dünyanın ortak saati olarak düşünebileceğimiz UTC, Evrensel Koordine Zaman anlamına geliyor. UTC yüzlerce atomik saatin oluşturduğu kusursuz zaman ölçümünü baz alan bir sistem. Sistemin saati asla geri kalmıyor veya ileri gitmiyor. Ancak Dünya’nın rotasyon hızı değişken olduğu için yeryüzünde tuttuğumuz zamanla atomik saat merkezi arasında küçük farklar oluşabiliyor. Saniyeden az bile olsa 1 saniyelik bir sapma, hassas zaman ölçümüyle çalışan GPS sistemleri, bilgisayar ağları ve finansal sistemler için kritik önemde. Dolayısıyla zamanda geri kayma olacağı tespit edildiğinde, UTC’ye 1 saniye ekleniyor ve sistemler güncellenebiliyor. 2022’de gezegenin dönüş hızının arttığı tespit edildiğindeyse bu kez tam tersine, eksi saniye uygulaması gündeme gelmişti. Hesaplamalara göre tarihte bir ilk olarak 2026’da evrensel saati 1 saniye geri almak gerekecekti. İşte bu, dünya çapındaki sistemler için zorlayıcı bir durum. Agnew olayı “Birçok sistemin artı 1 saniyeyi kabul edecek uygulamaları var ancak çok azının eksi 1 saniye için hazırlığı var. Dolayısıyla eksi yönde saniye atlamanın teknolojik açıdan pek çok zorluk yaratacağı tahmin ediliyor” şeklinde açıklıyor. Gezegenin yavaşlamasıysa durumu tersine etkileyip zamanı uzatarak, söz konusu düzenlemenin 2026 yerine 2029’da yapılmasına sebep olmuş.

Felaket tellallığı değil, mühim bir hatırlatma; gezegenin ayarlarıyla oynamak adeta mahşere davetiye çıkarıyor.

Kutuplarda donarak yoğunlaşan ve bir arada durduğu için ağır gelen su kütleleri (su donduğunda hafifler ancak burada yüzölçümüne düşen birim ağırlığı söz konusu) çözülerek okyanuslara karıştığında milyonlarca tonluk ağırlık ekvatora doğru kayıyor. Dünya’yı bir topaç olarak düşündüğünüzde, yukarıdan aşağıya doğru bir genişlemenin ivmeyi yavaşlatacağını tahayyül edebilirsiniz. Sular buzullardan okyanuslara kaydığında gezegenin ekvatoru genişlemiş oluyor ve dönüşü çok az da olsa yavaşlıyor.

Yazının Devamını Oku

Güneş 'bilinçli' olabilir mi?

31 Mart 2024
Ödüllü biyolog Rupert Sheldrake’e göre Güneş bilinçli bir varlık olabilir. Biliminsanı ortaya attığı bu hipotezi elektromanyetik alanların ritmik salınımlarla bilinç akışları oluşturabilme olasılığı üzerinden açıklıyor.

Antik zamanlarda insanlar yaşamın kaynağı olan doğal varlıkları ilahi karakterde algılamaya meyilliydi. Afrika’daki nehirler, Asya’daki dağlar, Kuzey Avrupa’daki ormanlar... Tüm insanlar ve kabileler için ortak akılda -veya sezgide- birleşen ilahi sembolse gökyüzünde ve bir taneydi: Güneş.

İlkel insanların idraki ilerledikçe kabileler klanlara dönüştü ve medeniyetler ortaya çıkmaya başladı. Erken medeniyetler zamanında, yaklaşık 3 bin yıl önce evrenin üzerinde ve her şeyi yaratan bir güç, bir yüce tanrı olduğu fikrini herkesten önce idrak eden Göktürkler için Güneş ve onun ötesinde Sirius gibi yıldızlar daha derin bir anlam taşıyordu. Amerika’daki yerli kabilesi Hopiler bugün bile biliminsanlarını şaşırtan astronomik bilgilere ulaşmıştı.

Semavi dinlerin yükselişiyle birlikte toplumların ‘evrene hâkim bir yüce bilinç’ algısı tek bir yaratıcı odağında toplanmaya başladı ve böylece doğadaki ilahi addedilen güçlere dair algı değişir oldu. Öte yandan 8 milyarlık dünya nüfusunun semavi dinlere mensup olmayan, çoğunluğunu Hinduların ve Budistlerin oluşturduğu 3,7 milyarlık, yani yaklaşık yüzde 45’lik kesimi içinse durum farklı. Farklı kültürlerde ‘doğa, yaradan ve evrenin ilahi bilinci’ fikirleri çeşitli geleneklere ve tarihsel olgulara göre şekilleniyor.

Hemen hepsinde elementlere ve doğa varlıklarına bir nevi bilinç atfedildiğini görmek mümkün (Eski Şaman Türklerde bunlara ‘kültler’ deniyordu; dağ kültü, ağaç kültü, iyeler kültü gibi... Türkler bunlara tapınmaz fakat iradeleri olduğunu bilerek saygı, korku ve sevgiyle karışık bir duygu besler, adaklar sunar ve sunaklar yaparlardı). Güneş’in varlığını ve ışığını selamlamak Batı kültüründeyse daha çok edebi, şiirsel ve romantik bir karşılık bulur. Daha bilinçli bir hali bugün halen ünlü yoga akışı ‘Güneş’i Selamlama’ (Surya Namaskar) ile dünyanın her yerinde uygulanıyor. Surya, Sanskrit dilinde Güneş demek.

ÇEVRESİYLE ETKİLEŞİMLİ

Bilinç konusu spiritüel ve pozitif bilimler için gizemli alanlardan biri. Yakın zamanlarda, Cambridge mezunu, ödüllü biyolog Rupert Sheldrake spiritüel yaklaşımın dışına çıkarak, elektromanyetik alanların ritmik salınımlarla bilinç akışları oluşturabilmesi suretiyle Güneş’in bilinçli, ne yaptığını bilen ve uzaydaki çevresiyle etkileşime giren bir varlık olabileceği hipotezini ileri sürdü.

Biliminsanının 21 sayfalık İngilizce makalesi akıcı bir dille yazılmış, ezoterik dünyadan ve felsefecilerden yaklaşımlarla desteklenen ve fizik etrafında dönen keyifli bir okumaya sahip. Dünya gezegeninin canlı, bilinçli bir varlık olduğunu kati biçimde öne süren ilk felsefecinin Platon olduğunu öğrenmek heyecan vericiydi. Yer Ana ismiyle hitap ettiğimiz, mitolojide tanrı Gaia adıyla anılan Dünyamızın biyolojik, bilinçli bir varlık olabileceği fikrine geçmişteki yazılarımda değinmiştim.

Yazının Devamını Oku

Şimdi de ‘yapay yaşam’ geliyor!

17 Mart 2024
Laboratuvar ortamında, ikinci bir canlıya ihtiyaç duymadan ‘yaşam’ın üretilmesiyle ilgili araştırmalarda önemli bir adım atıldı. Peki biz, yapay zekânın süratli ilerleyişine adapte olmaya çalışırken yapay yaşam da ortaya çıkarsa halimizin nice olacağını kestirebiliyor muyuz?

Yapay yaşam deyince akla belki hemen tuhaf, ucube yaratıklar gelebilir. Neyse ki şimdilik yaratık sayılabilecek bir organizma ortada yok ve var olanlar mikroskobik düzeyin epey altında seyrediyor. ABD’li Salk Enstitüsü’nden biliminsanlarının biyoloji alanında büyük gelişme sayılan çalışmaları, geçen haftalarda The Washington Post’a verdikleri bir röportajla gündem konusu oldu. Biliminsanları laboratuvar ortamında yaşamın kendi kendine ortaya çıkmasıyla ilgili evrim teorisinin temel bir adımını ispatlamaya yaklaştılar. Bir başka deyişle, laboratuvar ortamında, ikinci bir canlıya ihtiyaç duymadan ‘yaşamın’ belirmesi, yani bir anlamda üretilmesiyle ilgili araştırmalarda önemli bir adım atıldı.

VAROLUŞUN TEMEL SORUSU

Dünya’da ya da kâinatın herhangi bir yerinde yaşamın ortaya nasıl çıkmış olabileceği biyoloji biliminin ve varoluş felsefesinin temel sorusu kabul edilebilir. Nereden geldik ve neden varız? Yanıt olarak teorilerden öteye gitmemiz, şayet o bilgi bize ‘gönderilmediği’ sürece mümkün olmayacak gibi görünüyor. Ama yaşamın temel mekaniği hakkında biraz fikir sahibiyiz. En azından yaşam ortaya çıktıktan sonrasına dair... DNA’nın kodunu çözdüğümüzden beri genetik konusunda muazzam ilerleme kaydeden bilim, işi tasarım bebekler seviyesine kadar getirse de yaşamın nasıl yoktan ortaya çıktığına dair anlayışımız halen oldukça kısıtlı ya da yok seviyesinde. Konuyu en ufak ölçekte, hücresel düzeyde anlamaya yönelen biliminsanları, DNA ve proteinlerden de önce RNA’yı anlamaya yönelmişler. Yaşamın, yani canlılığın ilk belirişine dair klasik teorilerden biri, genetik kodu kopyalama yoluyla hücreleri çoğalttığı bilinen RNA’nın durup dururken kendini kopyalamaya başlamış olabileceği yönünde. Bu süreci yapay ortamda geliştirmeyi amaçlayan biliminsanları, laboratuvarda bir RNA üretmişler. RNA’yı tek başınayken bir kopyalama makinesi olarak düşünebiliriz. Salk Enstitüsü’ndeki çalışmanın başarısı da yapay üretilen RNA’nın doğru çalışmasından, yani yakınındakileri kopyalayabilmesinden kaynaklanıyor. Üstelik RNA sonunda işe yarar bir enzime dönüşmeyi de başarmış. Bir anlamda, kendi kendini çalıştırabilen, çok küçük ölçekte bir makineden söz ediyoruz. Gerçekten büyük bir başarı sayılsa da mucizevi veya ‘ilahi’ bir durum söz konusu değil. Öte yandan, şayet RNA kendi kendini kopyalamaya başlarsa işler değişebilir.

Asıl mesele, RNA’ya iş yaptıran kodun nerede durduğunu ve kaynağını anlamaktan geçiyor olmalı.

Darwin’in evrim teorisinin oluşabilmesi için RNA’nın aslına çok yakın kopyalar üretmesi gerekiyor. Aksi halde DNA birbirine tutunamıyor ve hücre dağılmaya, bozulmaya başlıyor. Ancak RNA’nın kendini bire bir kopyalaması da çözüm değil çünkü gelişimin ve evrimin sağlıklı gerçekleşmesi için kodun içinde küçük mutasyonlar olması gerekiyor. Yani RNA yaşamın kodunu kopyalarken onu eşsiz ve çevreye uyumlu olabilecek şekilde mutasyona uğratmazsa evrim sağlıklı gerçekleşemiyor.

Mutasyonlar varyasyonları yaratıyor ve sonunda var olan koşullara adaptasyon kabiliyeti en yüksek olanları, evrimin halkalarını oluşturmaya başlıyorlar. Şayet kopyalar birbirine çok benzerse, ‘evrimi reddettikleri için’ yine hayata tutunamıyorlar; genetik hastalıklar, sözgelimi akraba evliliklerindeki gibi sorunlar ortaya çıkabiliyor. RNA’nın mutasyon zorunluluğuna bakılacak olursa, orada sanki bizim bildiğimiz anlamda bilgisayar koduna benzeyen bir koşullama, bir mantık işlemi olduğunu sezebiliriz. Asıl mesele, RNA’ya iş yaptıran kodun nerede durduğunu ve kaynağını anlamaktan geçiyor olmalı.

Kısa yoldan özetleyeyim; biliminsanlarının çalışmalarıyla laboratuvarda yaşamın yapay olarak üretilebilmesi için aslında RNA’ya yüklenmesi gereken programın bir adı var: ‘Doğal Seçilim’. Hangi dille yazıldığını bilmemiz ve bir yerden yüklememiz teknolojik olarak mümkün görünmese de kodlayanın kim olduğuna dair fikir yürütmemiz zor olmasa gerek. Ona, doğanın üstün bilinci diyebiliriz.

Yazının Devamını Oku

Yıldızlardan ‘uzaylı’ sinyalleri alındı

10 Mart 2024
Biliminsanları uzun zamandır yakınlarda bir yerlerden, akıllı bir medeniyetten gelebilecek sinyallerin peşinde. Dünya Dışı Akıllı Yaşam Arama Programı SETI’den bir biliminsanı grubuysa yapay zekâ yardımıyla böyle bir potansiyel taşıyan Dünya dışı sinyalleri ayıkladı.

Dünya dışından alınan sinyaller çoğunlukla kaotik olur ve normal bir insan bunların içinden çıkamaz. Bazen uzaydan gelen, düzenli yapısı herkesçe fark edilebilecek sinyaller tespit edilir. Hepsinde “Acaba bu sefer kesin mi” diye merak edilir fakat hiçbirinden “Evet, uzaylılar da bize selam söylüyormuş” gibi bir yanıt alınmaz. Ama biliminsanları aramaktan vazgeçmez. Şimdiyse elleri güçleniyor, hatta ilk denemeler gayet olumlu sonuçlar verdi. Yapay zekâyla eğitilen yeni bir algoritma milyonlarca sinyalin içinden ‘derinlemesine incelemeye değer’ nitelikte 8 sinyalin ayırt edilmesine yardımcı oldu.

Dünya Dışı Akıllı Yaşam Arama Programı (Search for Extraterrestrial Intelligence-SETI) yıllardır var olan bir oluşum. Başlarda yeterince ciddiye alınmadı fakat sonra dünyanın her yanından binlerce biliminsanı ve araştırmacıyı kazandı. Dönemimizin önemli bilimsel projelerinden biri oldu. Projeyle bağlantılı olan ‘Çığır Açan Dinleme İnisiyatifi’ adlı bilim grubu yapay zekâ yardımıyla gökyüzünün derinlerinden alınan sinyalleri işliyor. Akıllı medeniyet izi olanları ayıklıyorlar. Kanada’daki Toronto Üniversitesi’nden Peter Xiangyuan Ma ve ekibi normalde milyonlarca farklı sinyali araştırmayı gerektiren işi makine öğrenimiyle büyük oranda hızlandırmayı başardı.
Parazit karışabilir

Yıldızlardan gelen sinyallerin ortak noktalarından biri, teleskoplar yalnızca doğrudan yıldıza baktığında alınabilmeleri. En basitinden, teleskopu yıldıza çevirirseniz 1 verisi, dışarı tutarsanız 0 verisi alıyorsunuz. Dışarıdan sonsuz sinyal alınırken doğrudan gelen yıldız sinyallerinin arasına her türlü parazitin karışma ihtimali var. Milyonlarca yıldızdan alınan sinyaller önce potansiyel bir havuza indirgeniyor, ardından yaşam ihtimali olanlar için yeni ayıklamalara başlanıyor. Makine öğrenimi algoritmaya büyük hız kazandırarak 115 milyon sinyalin değerlendirilebilmesini sağlamış (Giderek her şeye yapay zekâ diyor olsak da bunların yüzde 90’ı aslında makine öğrenimi). Astronomlar makine öğrenimini eğitmek için bahsini ettiğimiz pozisyon değişikliği değerini kullanmışlar. Radyo sinyalleri gibi düzenli sinyal yapılarını öğrenen algoritma, rastgele verilerle yıldız verilerini de kıyaslamayı öğrenmiş. Böylece 100 küsur milyon sinyal önce 3 milyona, sonra 20 bin 515 adede indirgenmiş. Geri kalanını biliminsanları -halen yapay zekâdan üstün olan- insan gözleriyle incelemişler. Sonuçta 8 sinyali ‘alien signal’ (uzaylı sinyali) kabul edip bunların akıllı bir kaynaktan gelme potansiyeli taşıdığına karar vermişler. 

Şimdilik sinyallerin kaynağını net olarak doğrulayacak belirgin işaretler yok ancak yeni veriler bizi asıl merak ettiğimiz sonuca daha çabuk ulaştırabilir. Üstelik şimdiden ilginç gelişmeler var: 8 sinyalin geldiği yıldızlara yeniden baktıklarında sinyallerin devam etmediği görülmüş.

480 saatlik dinlemeyle oluşturulan veriler 820 farklı yıldızdan geliyor. Genellikle gökcisimlerinin kendi manyetik alanından kaynaklı sinyaller binyıllarca kesilmeden devam edebiliyor. Sinyalin kesilmesi kaynağından bilinçli gönderildiği ihtimalini yaratıyor. Gelen sinyaller Dünya’ya 30 ila 90 ışık yılı mesafede taranıyor. Güneş sistemimiz ortalama 1-1,5 ışık yılı genişlikte. Gelen sinyallerden biri Güneşimize yapı olarak çok benziyor. Bizimkine benzer sistemlerde Dünya gibi yaşam hattındaki gezegenlere rastlama olasılığı güçleniyor.

Bu araştırmalar sonuç verecek mi, bizler yaşamımızda o meşhur ‘ilk kontağı’ görecek miyiz? Mukadderat; hisler güçleniyor. Ben yalnız olmadığımızı hissediyorum. Sürekli taradığım kaynaklarda bir ifşa durumunun yakında gerçekleşebileceğinden söz ediliyor. Hatta CIA kökenli ifşacılardan biri 2027’nin önemine dikkat çekti ve büyük hükümetlerin ifşa gerçekleşmeden insanlığı hazırlamak için telaş içinde olduğu iddialarını ortaya attı. 2027 ezoterik bilgilerle astrolojik bir dönüşüm yılı aynı zamanda. Farkındalığı yüksek tutmakta yarar var. Ayrıca kim bilebilir; belki çoktan karşılaştık, belki daha çok var, belki eli kulağında.

Yazının Devamını Oku

Meğer telepatiyi beynimiz engelliyormuş

3 Mart 2024
Biliminsanları beynin telepatik bilgiyi engelleyen organ olduğunu tespit etti. Haklı sebepleri olabilir. Alakasız uyaranlarla insanın dikkatini hayatta kalmayı tehdit eden çevresel olaylardan başka yöne çekebilecek bir bombardımanı önlemek gibi…

Telepati insana egzotik gelen bir konu; bilginin hiçbir araç olmadan, eşyanın tabiatına aykırı şekilde insanlar arasında iletilmesi... Hatta hayvanlar ve ağaçlar arasında bile... Ve dahası elementlere tesir eder şekilde... İspatlaması zor görünen fakat birçok insanın hissettiği bir aktarımdan söz ediyoruz.

Aşağı yukarı 300 yıl önce, elektrik bulunmadan, eğitimli insanlara bile telepatinin muhtemel işleyişini anlatmak imkânsız olabilirdi. Biz bugün Wi-Fi dalgaları, GSM şebekeleri, radyo antenleri ve bilumum araçla bilginin enerji dalgaları şeklinde gönderilip alınabileceğini biliyoruz. Kafaları kurcalayansa insan beyninin bu kapasiteye sahip olup olamadığıydı. Sesin bir enerji dalgası olduğu malum ve fakat kulak-gırtlak gibi alıcı-verici görevi gören organlar olmadan aktarım nasıl gerçekleşecekti?

Düşünce gücüyle maddeyle etkileşim de bir başka boyut. Psikokinezi veya telekinezi, düşünce dalgalarıyla nesneleri kıpırdatmak veya bir enerji akımını etkilemek anlamına geliyor. Bu iki fenomenin nadiren karşılaşılan gerçekliği, bilim insanları için daimi bir çekicilik yaratmış. Yakın zaman önce de maddenin beşinci halinin ‘bilgi’ olabileceği üzerine, bilim çevrelerinde ilgi gören yeni bir hipoteze yer vermiştim. Her atomun özünde kendisine dair bir bilgi parçacığı olabileceği fikri anlatılıyordu.

Araştırmacılar bugüne kadar telepatiyi çoğunlukla beyin dalgalarıyla anlamaya çalıştılar.

 

TERS KÖŞE HİPOTEZ

Telepatiye dönersek... Biliminsanları, bu hadise çoğunlukla beyinde algılandığı için işi beyin dalgalarıyla anlamaya çalıştı. Beynin 5 duyu olmadan nasıl bilgi iletebileceğini araştırdılar. Şimdi sıkı durun, güncel ve kapsamlı bir araştırma, tam tersi yönde bir hipotezi büyük oranda ispatladı!

Yazının Devamını Oku

Dünya şimdi başka bir yere gidiyor

25 Şubat 2024
ChatGPT ile yapay zekâyı insanlığın parmak ucuna getiren ve bir yıl gibi kısa sürede dünyanın en havalı teknoloji şirketine dönüşen OpenAI, video üreten yapay zekâ sistemi Sora’yla çığır açan bir yeniliğe daha imza attı. Ufak tefek hataları var ama görselliği çok etkileyici.

Sora yalnızca bir metin girdisi (prompt) alarak tasvir ettiğiniz herhangi bir film sekansını son derece gerçekçi animasyonlara dönüştürebilen bir yapay zekâ sistemi. Türünün ilk örneği değil ancak kabiliyetleriyle Meta Emu, Stable Video Diffusion, Runway Gen-2 ve Google Lumiere gibi yapay zekâ video üreticilerinden çok daha başarılı. En yakın rakibi Google Lumiere’den 4 kat daha yüksek çözünürlüğe, neredeyse HD kalitesine sahip. Lumiere ortalama 5 saniyelik videolar üretebilirken Sora 60 saniyeye kadar detaylı ve adeta yaşayan film parçacıkları yaratabiliyor.

Sora’nın ve yapay zekânın nasıl dünyayı başka bir yere dönüştürmeye hazırlandığını gözlerinizle görmek için openai.com/sora internet sitesinden hiçbir modifikasyona sokulmadan paylaşılan videoları izleyebilirsiniz. Işıltılı Tokyo sokaklarında salınarak yürüyen kadının hareketlerindeki gerçeklik göz alıcı. Şakaklarındaki bebek saçlarından tenindeki lekelere, yerdeki su birikintilerinden gözlüklerindeki yansımalara kadar incecik detaylar şapka çıkarılacak nitelikte. Meraklısına ortamda satılacak bir bilgi de ekleyeyim: YouTuber teknoloji nördleri hemen Sora’nın ürettiği videolardaki hataları fark etmişler. Tokyolu kadının bacaklarını izleyin, birkaç adım sonra ayaklarının yer değiştirip eski haline döndüğünü görebilirsiniz.

YEPYENİ GÖRSEL DÜNYALAR

Videoların kusursuz olmayışı OpenAI için sorun değil. Ufak tefek hataların yanında görselliğin bu denli etkileyici olması, tabiri caizse internetin aklını başından almaya yetti. Ayrıca OpenAI şimdilik Sora’yı bir ürün olarak konumlandırmıyor. Sitenin ilk paragrafında “Yapay zekâya hareket halindeki fiziki dünyayı simüle etmeyi öğretiyoruz. İnsanların gerçek dünyayla etkileşime girmeyi gerektiren problemleri çözmelerine yardımcı olmak amacıyla modelleri eğitiyoruz” ifadesi var. Sora sayesinde gelecekte ortaya çıkacak fırsatlar neredeyse sınırsız. Akla gelebilecek her türlü video içeriğinin yalnızca birkaç kelimeyle üretileceği, hayal gücüyle yepyeni görsel dünyaların yaratılabileceği bir gelecekten söz ediyoruz. Geçen haftalarda bahsettiğimiz 290K takipçili sanal model Aitana Lopez aklıma geliyor örneğin. Sora sayesinde fotoğraf karelerinden çıkıp hareketli bir yaşama kavuşabilme ihtimali Barselonalı ajansını heyecanlandırıyor olmalı.

Hayal bile edemediğimiz âlemleri canlandırma potansiyeliyle Sora, teknolojinin en ileri noktalarından biri.

OpenAI yeni teknolojiyi kullanıma açacağı tarihi henüz paylaşmıyor. Araştırma projesi olarak yola koyulan Sora şimdilik bir deney grubu tarafından inceleniyor ve zararlı kullanımlara karşı test ediliyor. Video dünyasında yaratıcılığa yepyeni olanaklar sunarken Sora’nın kötü aktörlerin ilgi alanına gireceği de biliniyor. Deepfake videoları, şantaj görüntüleri, olmayan deliller yaratma ya da gerçek görüntüleri manipüle etme gibi kullanımları değerlendiren OpenAI çeşitli önlemler alıyor. Bunlar arasında Sora’nın üreteceği zararlı içerikleri tespite yarayan bir sınıflandırma sistemi ve güvenlik sorunu yaratabilecek her türlü prompt’u reddedecek bir özellik geliştiriyorlar. “İnsanların teknolojimizden faydalanabileceği tüm yolları bilemeyeceğimiz gibi istismar edebilecekleri bütün koşulları tahmin etmemiz de mümkün değil” şeklinde bir ifadeleri de var.

OpenAI, Sora’nın mevcut modelinin zayıflıkları olduğunu da belirtiyor. Karmaşık bir sahnedeki fizik kurallarını simüle edemeyeceği veya neden-sonuç ilişkilerini tahmin edemeyebileceği anlatılıyor. Örnek olarak bir kişinin kurabiyesini ısırabileceği ancak kurabiyede ısırık izinin kalmayabileceği anlatılıyor. Bunlara rağmen Sora’nın örnek videolarını izlediğinizde etkilenmemek mümkün değil. Sora tek bir fotoğrafı ya da grafiği videoya dönüştürme kabiliyetine de sahip. Tarihi fotoğrafların, hatta tabloların kısa filmlere dönüştüğünü hayal edin… Üstelik mevcut videoları uzatma veya kayıp karelerinin yerini doldurma özelliği var.

Yazının Devamını Oku

Dijital ölümsüzlük sektöre dönüşüyor

18 Şubat 2024
Hayatını kaybetmiş yakınlarımızla dijital ortamlarda buluşabilir hatta onlarla konuşabiliriz. Ya da öldükten sonra insanlara hikâyelerimizi anlatmaya devam edebiliriz. Artık böyle bir imkân var. ‘Ölüm sonrası hizmetler’ denen bu yeni sektör, yapay zekâ ve sanal gerçeklik teknolojileriyle tamamen dijital dünyada yapılanıyor.


Hayata gözlerini yuman insanların ardından yas sürecini yaşamak, ölümle ilgili en zor olan şey. Dünyadan ayrılmak nasıl ki insan deneyiminin mutlak bir gerçeğiyse ardında kalanların yaşayacağı tecrübeler de elbette insanın tekâmülüne yani ruhsal bilincin gelişmesine hizmet ediyor. Şimdilerde güncel teknolojiler sayesinde geride kalanlar için süreci kolaylaştırmaya yönelik yeni servisler çıkıyor. Yalnızca yas duygusuyla sınırlı değil, kıymetli insanların anılarını, dünyaya katkılarını ve değerlerini yaşatmak, yeni nesillere veya aile fertlerine hatırlatmak amacıyla da kullanılıyor.

‘Ölüm sonrası hizmetler’ adı verilen bu yeni sektör, yapay zekâ ve sanal gerçeklik teknolojileriyle tamamen dijital dünyada yapılanıyor. Hizmeti kullanmanın anıları dijital ortamda biriktirmekten ölmüş kişiyle sanal ortamda sohbet etmeye kadar kademe kademe uzanan yolları var. Bunlardan en makul ve başlangıç düzeyinde olanı, kişinin ardında bıraktığı verilerin ve dijital ayak izinin korunması yöntemi.

Facebook Legacy veya Google İnaktif Hesap Yönetimi gibi sistemler alışıldık biçimde herkes tarafından kullanılıyor. Bir adım ötesindeyse vefat eden kişiye sanal bir kimlik yaratma yolu başlıyor. Ölüm sonrası hizmetler, vefatın ardından yakınlar tarafından kullanılabildiği gibi ‘vaktin yaklaştığını’ hisseden veya vizyoner kişiler tarafından hayattayken de oluşturulabiliyor. LifeLegacy gibi mirasını, yapacağı yardımları ve vasiyeti derli toplu tutmaya faydalı platformlar akla gelen ilk örnekler.

Sesli anı kütüphanesi

HereAfterAI, yas sürecini nispeten sevimli hale getirmeyi başaran uygulamalardan biri. Yapay zekânın mülakatla yardımcı olduğu, kendi hazırladığınız ses kayıtlarıyla anılarınızı kaydederek bir sesli anı kütüphanesi oluşturabiliyorsunuz. Fotoğraflarla hikâyeleri zenginleştirmek mümkün. Son olarak kendinize benzeyen bir sohbet avatarı oluşturuyorsunuz. Bu sayede dünyadan ayrıldığınızda geride kalanlar, örneğin torunlar aile büyüklerinin hikâyelerini, karakterlerini kendilerinden, animasyonlu sohbet havasında bir ortamda dinleyebiliyorlar.

İncelediğim benzer sistemler arasında favorim StoryFile.com. Basit bir fikir üzerine kurgulanmış ve makine öğrenimiyle çalışan sistemde, hikâyenizi gelecekte bire bir sizden öğrenmek isteyenler için bir video sohbet alanı yaratıyorsunuz. StoryFile geçmişinizle, anılarınızla, karakterinizle ilgili belirli sorular sorup anlatmanıza yardımcı oluyor. Kayıtları telefondan veya bilgisayardan yapabiliyorsunuz. Yapay zekâ, izleyicilerin soru yönelterek hikâyenizi interaktif videonuzdan dinlemesini sağlıyor.

Video hikâyelerinden bir adım öteye geçip kendisinin sanal kopyasını bırakmak isteyenler için de

Yazının Devamını Oku