Hep karanlık

‘Karanlık Sular’, insan sağlığını hiçe sayarak kimi deneylere imza atan, kullandığı bileşimlerde bulunan yüksek oranlardaki zararlı maddelerle çevredeki birçok canlıya zarar veren, genetik yapılarıyla oynayan ve kimi ölümcül hastalıklara ortam hazırlan kimya devi DuPont’a karşı verilen 20 yıllık mücadeleyi anlatıyor. Film, hukukun ve vicdanının sesini dinleyen avukat Robert Bilott’un gerçek hikâyesinin izlerini sürüyor.

Haberin Devamı

Kapitalizm için insan hayatının değeri nedir ki? Sadece ‘olası’ müşterilerin sayısının azalması sorun yaratabilir. Lakin pazar geniş olunca bu da dert teşkil etmez... Haftanın öne çıkan yapımlarından ‘Karanlık Sular’ (‘Dark Waters’), uzun yıllara yayılan ve sisteme karşı verilen gerçek bir hukuk (ve dahi insanlık) mücadelesinin hikâyesini anlatıyor.
Todd Haynes imzalı yapım, 2016’da The New York Times Magazine’de yayımlanan Nathaniel Rich imzalı ‘The Lawyer Who Became DuPont’s Worst Nightmare’ (“DuPont’un En Kötü Kâbusu Haline Gelen Avukat”) başlıklı bir makaleden yola çıkılarak çekilmiş. Söz konusu yazının öznesi Cincinnati’deki Taft Stettinius & Hollister Hukuk Bürosu’na bağlı çalışan Robert Bilott adlı bir avukat.
Hep karanlık
Senaryosunu Mario Correa ve Matt-hew Michael Carnahan ikilisinin kaleme aldığı filmde her şey, çocukluğunun geçtiği Batı Virginia’dan gelen bir çiftçinin (ismi Wilbur Tennant), mesleğinde yükselme dönemini yaşayan Bilott’tan bir konuda yardım istemesiyle başlıyor. Hukukun evrensel ilkelerine sadık bir avukat olarak meselenin hafiften deşilmeye başlamasıyla birlikte, suyun altındaki koca bir buzdağının varlığı ortaya çıkıyor.
Bilott, çalıştığı şirketin de müşterisi olan ünlü kimya devi DuPont’un Batı Virginia’da satın aldığı geniş arazide insanların sağlığını hiçe sayarak kimi deneylere imza attığını, kullandığı bileşimlerdeki yüksek oranlı zararlı maddelerin çevredeki birçok canlıya zarar verdiğini, genetik yapılarıyla oynadığını ve elbette kimi ölümcül hastalıklara ortam hazırladığını fark ediyor. Bütün bu süreçte patronu Tom Terp’in de yanında yer alması sahaya güçlü, kuvvetli çıkmasını sağlıyor ama nihayetinde karşısında Amerikan ekonomisinin en önemli çarklarından biri sayılan devasa bir şirket olması işleri zora sokuyor.
Tarz bakımından yer yer Douglas Sirk ve Rainer Werner Fassbinder türü melodramları çağrıştıran ve daha çok ‘öteki’lerin hikâyelerine kulak kabartan filmleriyle (‘Velvet Goldmine’, ‘Far from Heaven’, ‘Carol’) karşımıza çıkan Todd Haynes, elbette geleneksel çizgilerden uzakta bir yönetmen. Fakat ‘Karanlık Sular’da gerçek bir öyküyü perdeye taşırken geleneksel bir anlatımı tercih ettiğini söyleyebiliriz. Öte yandan vicdanıyla hareket eden ve ele aldığı davayla yıllar içinde yalnızlaştırılan, kapitalist yapı içinde ‘öteki’leştirilen bir insanın portresini anlatması bakımından kendine özgü çizgisini koruduğunu belirtmek lazım.
Filmin ortaya attığı denklem şu: Devasa bir şirkete dava açıyorsunuz, ki bu modern zamanların kapitalist toplumlarındaki en zor işlerden biridir. Çünkü arkasına sistemi, siyaseti almış, binlerce kişi için ekmek kapısı olmuş bir yapı var karşınızda.
Hep karanlık
Mark Ruffalo’nun (sağda) bu filmde de yolu, ‘Foxcatcher’da olduğu gibi DuPont ailesiyle kesişiyor.
ABD’nin Çernobil’i
Ayrıca hukuki prosedürün ağır işleyen dişlileri de cabası. Dolayısıyla Bilott’un 1998’de haberdar olduğu bu kirli yapıya karşı mücadelesi yaklaşık 20 yıla yayılıyor; bu süreçte çocukları büyüyor, davalılardan bazıları hayatını kaybediyor, umutlar kırılıyor, aynı büroda çalıştığı meslektaşlarıyla etik sorunlar yaşıyor ve zaman zaman sağlığı bozuluyor. Üstelik her an hayatını tehlikede hissediyor.
Bir suçun cezalandırılması kadar o suçun nasıl ve kimler tarafından işlendiğinin herkesçe bilinmesi de gerekiyor; ‘Karanlık Sular’ın ana dertlerinden biri de bu. Todd Haynes’in filmi ‘Başkanın Bütün Adamları’, ‘’Silkwood’, ‘The Insider’, ‘Erin Brockovich’, ‘Spotlight’, ‘The Post’ gibi sistemin karanlık noktalarına odaklanan ve tarihin kimi dönemlerinde işlenen suçların (günahların) sinemasal belgesi konumundaki yapımların izinden gidiyor. Robert Bilott, adeta ‘araştırmacı avukatlık’ türü bir özel alanın üyesi gibi. Doğrunun ve vicdanın yanında bir gazetecinin, hukuk alanındaki temsilcisi sanki ve iz sürdüğü dava derinleştikçe karşısına kasıt, ihmal, yolsuzluk türü meseleler çıkıyor.
Oyunculuklara gelince: Mark Ruffalo’nun (namı diğer ‘Hulk’) başı bir kez daha DuPont’larla belaya giriyor. Kuşağının en iyilerinden olan deneyimli aktör 2014 tarihli ‘Foxcatcher’dan sonra bir kez daha aynı şirketi karşısına alıyor. Sıkı bir Demokrat Parti ve de özellikle Bernie Sanders destekçisi olan Ruffalo, sakin, pek de çizgi dışı olmayan ama ömrünü adadığı davayla binlerce insanın hayatına yön veren Bilott’ta etkileyici bir portre çiziyor. Bilott’un patronu Tom Terp’te Tim Robbins, eşi Sarah Barlage’de Anne Hathaway ve de Wilber Tennant’ta Bill Camp filmin diğer öne çıkan isimleri...
Satır aralarında çokça hukuk dersinin verilmesinin yanı sıra öyküsü itibariyle ‘teflon’ tavaların nasıl yapıldığı türünden bilgilerle donatıldığımız, ayrıca ‘PFOA’ (‘Perflorooktanoik Asit’, ‘C8’ olarak da biliniyor) denilen maddeyle kitlelerin nasıl zehirlendiğine tanıklık ettiğimiz ‘Karanlık Sular’, bir anlamda “ABD’nin Çernobil’i”ni anlatıyor. Kesinlikle kaçırmayın derim...
Hep karanlık

Kendilerine ait bir lig
Malum, ‘Suicide Squad’dan da biliyoruz ki Gotham’ın huzurunu sadece Batman sağlamıyor. Söz konusu yapımın, en azından Harley Quinn üzerinden düşünüldüğünde devamı niteliğindeki ‘Yırtıcı Kuşlar ve Muhteşem Harley Quinn’ (‘Birds of Prey: And the Fantabulous Emancipation of Harley Quinn’), ‘İşte kadınların gücü’ tadında bir hava taşıyor. Harley’nin sevgilisi Joker’dan ayrılmasının ardından kendi ayakları üzerinde durma çabası ve kadın dayanışması üzerine bir öykü anlatan film, koreografik aksiyon sahneleriyle dikkat çekiyor.
sistemle her birinin farklı bir derdi olan grupta polis şefi Renee Montoya, ailesi rakip mafya çetesi tarafından katledilen Helena Bertinelli, oktavı çok güçlü bir sese sahip şarkıcı Dinah Lance ve yaşı küçük eli uzun hırsız Cassandra Cain var. Bu ekip, bir tür öncü konumundaki Quinn’le, Gotham’ın yeni kötüsü Roman Sionis’e karşı mücadele veriyor.
Yönetmen Cathy Yan, senaryosunu Christina Hodson’ın yazdığı filminde ruh ve bedenen güçlü kadınların şehre huzur getirme çabasını perdeye taşımış. ‘Yırtıcı Kuşlar ve ...’, ana karakterlerinin dövüş sanatlarıyla olan ilgisi bakımından ‘Atomic Blonde’, ‘Red Sparrow’, ‘Peppermint’ gibi John Wick’vari çizgilerde gezinen kadın kahramanlı aksiyonlara yakın düşüyor. Öte yandan Candy Yan esprili bir grafik anlatımın peşine düşmüş. Bu arada soundtrack’inin de çok güçlü ve gönülçelen şarkılarla dolu olduğunu belirtmeliyim...
Margot Robbie’nin yanı sıra Mary Elizabeth Winstead ve Jurnee Smollett-Bell gibi isimlerin sürüklediği yapımda Ewan McGregor’un hayat verdiği, sınırları zorlayan kötü adam Roman Sionis karakterinin, öyküde yer almayan Joker’ın yokluğunu doldurmaya çalıştığını söyleyebilirim. Ayrıca filmde Howard Hawks klasiği ‘Erkekler Sarışınları Sever’e de gönderme var.
Hep karanlık


Guatemala’nın faili meçhulleri…
Guatemala’da 1960’ta başlayıp 1996’ya kadar süren iç savaşta solcu gerillalar ABD destekli sağ diktatörlüğe karşı mücadele etmiş, Maya yerlilerinden oluşan geniş bir halk kitlesinden de büyük destek görmüştü. Ne yazık ki bu süreçte 200 bine yakın kişi cunta tarafından katledilmişti. 2013’te başlayan yeni dönemde ise çatışan taraflardan silahlı örgüt URNG (Guatemala Ulusal Devrimci Birliği) devletle uzlaşmış ve barış sağlanmıştı.
Haftanın yenilerinden ‘Annelerimiz’ (‘Nuestras Madres’) bu acılı yılların izlerinde geziniyor. Belçika’nın Oscar adayı yapımın yönetmeni, askeri cunta zamanı gerilla olan babası faili meçhule kurban giden Cesar Diaz. Yaşadıklarından yola çıkan Diaz, filminde polise bağlı çalışan genç bir antropoloğun, kocasının kemiklerini arayan Maya yerlisi bir kadın vasıtasıyla kendi geçmişinin peşine düşmesini anlatıyor. Basit ama son derece çarpıcı, bellek tazeleyici ve insanlığın karanlık sayfalarını hatırlatıcı bir yapım var karşımızda. “Guatemala’nın Cumartesi Anneleri”yle tanışmak isteyenler için diyeyim…
Hep karanlık

Haberin Devamı

Üç buçuk yıldız
Babalar ve oğulları…
İyileşmek için çabalayan uyuşturucu bağımlısı eski bir palyaço (neyse ki ‘Joker’a dönüşmüyor!) olan babası James’le yaşayan ve yıldızı giderek parlayan 12 yaşındaki minik oyuncu Otis Lort. Kendi yolunu bulmaya çalışırken en büyük beklentisi babasının ona göstereceği sevgi ve şefkattir… Shia LaBeouf’un kendi hayatından kesitler sunduğu senaryosundan çekilen ‘Şeker Çocuk’ (‘Honey Boy’), son derece etkileyici bir drama. Alma Har’el’in yönettiği yapımda öykü, yetişkin bir yıldızın alkol probleminden dolayı üçüncü kez tutuklanmasının ardından yatırıldığı klinikteki rehabilitasyon sürecinde, geçmişiyle hesaplaşmasına odaklanıyor.
LaBeouf’un kendi babasını canlandırdığı yapımda minik Otis’in küçüklüğünü Noah Jupe, gençliğini de Lucas Hedges oynuyor. Filmde özellikle küçük oyuncunun anne ve babasının telefon üzerinden kavgasına tanıklık ettiği sahne muhteşemdi diyebilirim. Bu, baba-oğul arasındaki sevgi ve nefret ilişkisini perdeye taşıyan yapıma kayıtsız kalmayın…

Haberin Devamı

Diğer seçenekler
Can Evrenol’un yönettiği ‘Peri: Ağzı Olmayan Kız’da başrolleri Elif Sevinç, Denizhan Akbaba, Özgür Civele ve Kaan Alp Dayı paylaşıyor. Joe W. Nowland imzalı ‘Karabasan’da (‘Wake UP’) Kelly Frances Fischer, Scott Broughton ve Traci L. Newman gibi isimler rol alıyor. Animasyon seçeneği ‘Süper Ajanlar’ı (‘Spycies’) Guillaume Ivernel ve Zhiyi Zhang ikilisi yönetmiş. Ömer Faruk Yardımcı imzalı ‘Naletbebe’den Şahane Hayaller’in kadrosunda Ömer Başdoğan, Cemil Şahin, Çetin Altay ve Suzan Aksoy bulunuyor. Yerli gerilim ‘Humraz Cin Tarikatı’nı Tayfun Can Demirtaş yönetmiş, oyuncular Bahar Günal, Muhittin Gündeşli ve Enver Kurucan.
Hep karanlık


Yazarın Tüm Yazıları