Beden oturdu ama ya ruh?

Tarsem Singh imzalı ‘Self/less’, beden transferi üzerinden adeta bir ‘Alacakaranlık Kuşağı’ hikâyesi anlatıyor. Film bilim kurgu gibi başlayıp sonradan rotasını aksiyona kırıyor.

Haberin Devamı

Beden oturdu ama ya ruh

Onca servet, mal-mülk, birikim... Lakin ölümlüdür dünya. ‘New York’u inşa eden adam’ unvanıyla zamanında birçok derginin kapağını süsleyen milyarder işadamı Damien Hale kanserdir ve yaklaşık altı aylık bir ömrü kalmıştır. Hayatta kalmak üzere yeni bir hamleye soyunur. Özel bir tıp merkezinde geçirdiği operasyon sonucu artık yeni ve genç bir bedenin içindedir. Fakat böyle bir transferin bedelleri yüksektir.

Video-klip piyasasındaki işleriyle tanınan (ki en ünlülerinden biri REM’in ‘Losing My Religion’ıydı) Tarsem Singh, uzun metraj serüvenini ‘The Cell’, ‘The Fall’, ‘Immortals’, ‘Mirror Mirror’ gibi filmlerle taçlandırdı ama ortaya gerek anlamda bir başyapıt koyamadı. Böyle bir beklenti var mıydı? Vardı; çünkü büyük bir görüntü ustasıydı ve kameraya olan hâkimiyetiyle sinemaya, görsel anlatımı yüksek standartlarda seyreden kayda değer izler bırakması beklendi hep. Özellikle Jennifer Lopez’li ‘The Cell’, onun adına heyecan verici bir başlangıçtı ama bir türlü gerisini getiremedi, sinemasındaki güzel kadrajlar, muhteşem çerçeveler bir türlü derinleşemedi. Hint kökenli sinemacının bu hafta bizde de gösterime giren son filmi ‘Self/less’ kendi adıma benzer bir beklentinin ifadesiydi. Bir ‘Alacakaranlık Kuşağı’ öyküsü tadındaki yapım, doğrusu çok iyi başlıyor, hikâye etkileyici diyalogların da yardımıyla hemen sizi sarıyor ve kendi içine çekiyor. Lakin film, kıyıdan uzaklaştıkça farklı noktalara ulaşacağına çok sığ olmasa da bildik sulara taşıyor bizi.

‘Ölümün yan etkileri’

‘Self/less’ öyküsünü kendi lisanında ‘deri değiştirme’ şeklinde zikrettiği, farklı bir bedende yeni bir hayatın ve de kaderin parçası olma fikri üzerinden şekillendirirken akla ilk elde ‘Face/Off’ (Yön: John Woo) ya da ‘The Island’ (Yön: Michael Bay) gibi filmler geliyor. Öte yandan ana karakter Damien’ın genç suretinde Mark adlı bir kimliği üzerine geçirdiğinde de karşımızda yeni bir ‘Jason Bourne’ çıkıyor. Genel bir tabloda ise filmin fantastik düzlemi ‘The Box’ (Yön: Richard Kelly) türü bir etki de yapıyor. İşte bütün bu çağrışımlar filmin kendi içindeki güzelliklerini özgünlükten vasata taşıyor. Öykünün alkışı hak eden yanı ise ‘Kapitalist düzen içinde modern tıp ve ahlaki refleksler’ meselesine bakışı.

Oyunculuklara gelince: Damien Hale’de Ben Kingsley kısa ama öz bir giriş yapıyor ve bayrağı genç Damien’da ya da Mark’ta karşımıza gelen Ryan Reynolds’a devrediyor. Kanadalı aktör zaman zaman bir aksiyon yıldızı gibi de takılıyor ama sanki böylesi bir karaktere oturmamış gibi. Bence kadronun en iyisi modern zamanlar Dr. Frankenstein’ı tadındaki Albright’ı canlandıran Matthew Goode. İngiliz aktör hafif Clark Kent esintileri taşıyan tiplemesinde gayet iyi (Küçük bir not: Canlandırdığı karakterin onca özlü sözünden “Ölümün bazı yan etkileri vardır” bana en çarpıcısı geldi). Tarsem Singh’in daha iyi yapımlara imza atması dileğiyle de son noktayı koyalım.

Yazarın Tüm Yazıları