Uğur Vardan

Trajik virajlarla dolu bir hayat yarışı

23 Aralık 2023
Büyük usta Michael Mann’in son filmi ‘Ferrari’, İtalyan otomotiv sektörünün dev firmalarından birinin kurucusu Enzo Ferrari’nin trajik yaralarla bezenmiş hayatından büyük bir kesiti aktarıyor. Ana karakteri Adam Driver’ın canlandırdığı filmde Ferrari’nin eşi Laura’da izlediğimiz Penélope Cruz çok başarılı bir performans sergiliyor.

Sinema tarihine ‘Heat’ gibi bir klasiği armağan eden emektar yönetmen Michael Mann’in son adımı bir araba markası olmanın yanı sıra motorsporlarının da öncü grubu Ferrari’nin geçmişinde dolaşıyor ve bu devasa imparatorluğun sancılı bir dönemini perdeye taşıyor. Film 1957’de açılıyor. Bir zamanların otomobil yarışçısı Enzo Ferrari’nin eşi Laura’yla birlikte kurdukları şirket krizdedir. Bir yanda oğulları Dino’nun erken yaşta (24) ölümü, öte yanda zor koşullarda ayakta durma çabası derken kurtuluş İtalya’da düzenlenen ünlü ‘Mille Miglia’da alınacak başarıya endekslenmiştir. Bütün bunların yanı sıra Enzo’nun 12 yıla varan yasak ilişkisi ve bu ilişkiden doğan oğlu Piero’nun annesi Lina Lardi’nin meseleyi legalleştirme isteği kopmaya hazır bir başka fırtınanın da habercisidir. Enzo hem iş hem de özel hayatındaki gelgitler karşısında dik durmaya çabalarken yarış takımındaki pilotların yaşadığı trajediler de cabasıdır.

Brock Yates’in 1991 tarihli, ‘Enzo Ferrari: The Man, The Cars, The Races, The Machine’ adlı kitabı esas alınarak 2009’da aramızdan ayrılan Troy Kennedy Martin tarafından yazılan senaryodan çekilen filmde Michael Mann, odağını iki ana arterden oluşturmuş. Bir yanda savaşta babasını ve abisini kaybetmiş, sonrasında oğlunun vefatının yarattığı travmayı bir türlü atlatamamış ve mutluluğu yasak bir ilişkide bulmuş bir patron profili var. Öte yanda da şimdilerden çok uzakta seyreden koşullarda gerçekleştirilen ve ölüm riskinin yüksek olduğu sert otomobil yarışları dünyası ve rekabet ortamı... ‘Ferrari’ bu genel güzergâhlarda gezinirken kocasının, memleketleri Modena’da herkesin bildiği yasak ilişkisinden habersiz yaşayan Laura karakteri dolayısıyla da hırslı, tutkulu, öfkeli ve gerektiğinde silahına başvuran bir profili seyircisiyle paylaşıyor.

Michael Mann bu hikâyeyi görselleştirirken kendince dengeli bir dağılıma gitmiş; film ele aldığı hayat(lar)ın dramasında dolaşırken kamera piste dalıyor mesela, buradan trajik bir kesit sunuyor, tekrar karakterlerin hayatlarında geziyor, peşi sıra yeniden piste dönüyor ve büyük bir yarışın etaplarını izler duruma geliyoruz. Elbette yarış sahasında da bir hayli trajik safhalar var. ‘Ferrari’ bence sinematografik açıdan üç zirve bölümüne sahip; biri huzur verici bir opera sahnesi ki burada karakterler kendi geçmişlerine uzanıyor ve bir tür hesaplaşma yaşıyor. Diğer ikisi de önce test sürüşü sırasında pilot Eugenio Castellotti’nin hayatını kaybettiği sekans ve beşi çocuk, dördü yetişkin toplam dokuz kişinin hayatına mal olan, 1.600 millik ‘Mille Miglia’ yarışının son bölümlerinde, Guidizzolo kasabasında takımın İspanyol pilotu Alfonso de Portago’nun da karıştığı unutulmaz kaza sahnesi. Michael Mann özellikle bu iki kaza bölümünde görsel virtüözlüğü, bir başka deyişle sanatını konuşturmuş...

Filmde karakterlerin hayatlarında gezinirken adeta büyük bir yarışın etaplarını izler duruma geliyoruz.

2021 tarihli ‘Gucci Ailesi’nde Maurizio Gucci’yi canlandıran Adam Driver, Enzo Ferrari’yle yeniden ‘Çizme’ye dönüyor. İtalyan aksanına sahip İngilizce eşliğinde tatlandırarak sunduğu bu yeni karakterine kırlaşmış saçlarıyla hayat veriyor. Ferrari’nin gerçek biyografisini okuduğunuzda daha Akdenizli bir profil canlanıyor zihninizde, Amerikalı aktörün önümüze getirdiği kişilikse Anglosakson çizgilere daha yakın seyrediyor.

 

Yazının Devamını Oku

Ben sana mecburum...

16 Aralık 2023
Zeki Demirkubuz son çalışması ‘Hayat’ta nişanlandıktan sonra sırra kadem basan Hicran’la onu aramak için İstanbul’a giden taşralı genç Rıza’nın yıllara yayılan serüvenleri eşliğinde yine insanın karanlık taraflarında gezinen etkileyici bir öykü anlatıyor. Film, yönetmenin geçmişteki en güçlü adımları ‘Masumiyet’ ve ‘Kader’in izlerini sürüyor.

◊ Yönetmen:
Zeki Demirkubuz
Oyuncular:
Miray Daner, Burak Dadak, Cem Davran, Melis Birkan, Umut Kurt, Osman Alkaş, Doğu Demirkol, Ozan Dağara, Kayhan Açıkgöz, Muttalip Müjdeci, Seyit Nizam Yılmaz, Berfun Beşel, Hande Özen, Özlem Türkad, Caner Cindoruk
Türkiye yapımı

Rıza kendisini büyüten dedesinin işlettiği fırını amcasıyla birlikte ayakta tutan iki emekçiden biridir. Yakın zaman önce fotoğrafı vasıtasıyla gördüğü ve toplamda iki kez buluştuğu Hicran’la nişanlanmış ama kız aniden sırra kadem basıp gitmiştir. Genç adam zaten ortada pek bir yaşanmışlığın olmadığı bu olayı kafasına takmamış gibi görünse de içten içe bir huzursuzluk benliğini sarmaya başlar. Taşranın yalnızlığında dert ortağı arkadaşlarıyla acısını bir nebze azaltmaya çalışsa da bir noktadan sonra kendisine engel olamaz, İstanbul’da olduğunu öğrendiği Hicran’ın peşinden koca kentin bilinmezliğine doğru yelken açar. Burada kimi cılız ipuçlarını takip eder ve…

Zeki Demirkubuz, sinematografisinin bir önceki adımı 2016 tarihli ‘Kor’un ardından tam yedi yıl sonra yeniden karşımızda. Girişte konusunu özetlediğim ‘Hayat’ yönetmenin kendine özgü dünyasındaki temel meselelere bir kez daha bizleri çeken bir öyküye ve derinliğe sahip. Demirkubuz’un filmleri insan doğasının yer yer kötücül, bilinemez, tahmin edilemez yanlarında dolaşan, Fyodor Dostoyevski, Albert Camus gibi çınarların dünyasına selam ve saygı gönderen, sunan, temalarını edebiyatın engin sularından çekip çıkardığı ve bu coğrafyaya ait reflekslerle özgün bir tada ulaştırdığı genel bir tablonun ifadesi oldu hep. Sinemamız açısından da 90’lar başı itibariyle filizlenen ve kısa bir süre içinde ana gövdesini ortaya çıkaran bir ruhun, hareketin (ekol de denebilir elbet) birkaç öncelikli isminden biriydi. Anlattığı öykülerin ana damarına ilişkin en belirgin tanım ‘takıntı’, ‘saplantı’, ‘tutku’ sözcükleriydi belki de. ‘Hayat’ geride kalan bütün toplama bakıldığında ‘Kader’ ve ‘Masumiyet’in izlerini takip eden, yeni bir harmanla sunan, daha geniş bir sosyolojik katmanda dolaşan ve kimi yan karakterler yoluyla da ‘Yeni Türkiye’ye ait sözlerini, düşünceleri peliküle yansıtan bir çalışma olmuş.

Önce şu noktadan meseleye gireyim; Rıza’yı Hicran’ın peşinden sürükleyen motivasyona bakıldığında, tamam iki kez buluşulmuş ama asıl sürükleyici unsurun bir fotoğraf karesi olduğunu zamanla anlıyoruz. Bu açıdan ‘Hayat’ın uzaktan uzağa Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’na bir göndermede bulunduğunu söyleyebiliriz (ya da ben söylemiş olayım). Sonrasında yan karakterler meselesini açmak lazım; mesela Rıza’nın dedesi muhteşem bir portre olmuş. Eski toprak, kadir kıymet, üslup, insanlık bilen bir karakter. İstanbul’da Hicran’ı ararken evinde kaldığı memleketlisi mesela.

Yazının Devamını Oku

Kral’ın gözdesi...

9 Aralık 2023
Oyuncu-yönetmen Maïwenn son çalışmasında zekâsı, muzip kişiliği ve çekiciliğiyle Kral XV. Louis’nin metresi olan Jeanne du Barry’nin öyküsünü perdeye taşımış. Bu yıl Cannes’ın açılış filmi olan yapım, Johnny Depp’i eski eşi Amber Heard’le yaşadıkları fırtınalı mahkeme sürecinin ardından ilk önemli rolünde karşımıza getiriyor.

Yakın bir zaman önce  ‘Napolyon’ vasıtasıyla uğradığımız Fransız tarihine ve Versailles Sarayı’ndaki şatafata yeniden dönüyoruz. Ridley Scott’ın filmi giyotine teslim edilen Marie Antoinette sonrasında yani ‘Devrim’in artçılarında dolaşıyordu, haftanın yenilerinden ‘Jeanne du Barry’ ise daha erken bir zaman dilimine, XV. Louis dönemine uzanıyor. Yönetmenlik kariyerinde daha çok 2011’de Cannes’da ‘jüri ödülü’ kazandığı ‘Polis’le (Polisse) tanınan Maïwenn’in yönetip ana karakterini kendisinin canlandırdığı film, taşrada iyi yetiştirilmiş, daha sonra Paris’e giderek başkentin zevk ve sefa ortamında sivrilmiş, peşi sıra hayatını Fransız Sarayı’nda Kral’ın metresi olarak sürdürmüş tarihi bir kişiliğin öyküsünü perdeye taşıyor.

Bu ‘seks işçisi Kral’ın dikkatini elbette önce gece hayatındaki şöhretiyle çekiyor ama sonrasında aralarındaki çekimin gerçek odağı; Jeanne’ın XV. Louis’nin son derece resmi, mesafeli, soğuk sınırlarda biçimlenen gündelik rutinine kattığı neşe, hareketlilik ve muziplik oluyor. Karısı hasta yatağında yatarken Kral’ın hayatla bağını alt sınıftan gelen, her şeyi tiye alan, sarkastik kişiliğiyle ilgi odağına dönüşen bu kadın sağlıyor adeta.

Yönetmen ve oyuncu olarak günümüz Fransız sinemasının önde gelen profillerinden biri olan Maïwenn’in yukarıda konusunu aktardığımız bu son adımı, bu yılki Cannes Film Festivali’nin açılış filmiydi. ‘Jeanne du Barry’yi beğenenler oldu ama genelde çok iyi eleştiriler almadı; kimileri kötü, kimileri vasat buldu, bazıları da #MeToo çağında karikatürize bir portre olarak değerlendirdi.Depp’le başrolü paylaşan ve filmi yöneten Maïwenn senaryoya da ortak.

Filmin bir başka özelliği de eski eşi Amber Heard’le mahkeme salonlarından tüm dünyaya taşan olaylı sürecin ardından ilk hacimli rolüyle Johnny Depp’i karşımıza çıkarması. Amerikalı aktör film boyunca dönem kostümleri eşliğinde gezinirken XV. Louis’de kötü bir performans ortaya koyduğunun altını çizen bazı eleştirmenler ancak Kral’ın çiçek hastalığına kapıldığı bölümde yüzüne ifade geldiğini yazmışlar!

Sofia Coppola’dan ilhamla

Bana sorarsanız Maïwenn’in yapıtı Wikipedia’daki ‘Jeanne du Barry’ maddesini birkaç ilgi çekici sahne, geniş perspektiflerle çekilmiş saray kadrajları, tarihsel kostümler ve ‘yer yer başarılı’ notu düşülecek performanslar eşliğinde görselleştirmiş. Senaryonun da kimi yerlerde hicivlerle süslü olduğunu belirtmeliyim... Ne kadar başardığı tartışmalı elbette ama yönetmenin, kendisinin hayat verdiği gerçek karakter eşliğinde cazibesi, zekâsı ve mizaha yatkın kişiliğiyle sınıfsal katmanları aşarak sarayda kendine yer edinen bir kadını, tarihin tozlu sayfalarından çekip çıkararak günümüz seyircisinin hafızasında yer edinmesi için çaba harcadığı iddia edilebilir. Kral ve Jeanne birbirlerini seviyorlar ama ortada bir tutku olduğu söylenemez, Maïwenn’in Teddy Lussi-Modeste’yle kaleme aldığı senaryo da zaten ikili arasındaki bağı özellikle Kral’ın saray içindeki yalnızlığı üzerinden yansıtıyor.
Filmi izlerken aklınıza Sofia Coppola’nın 2006 tarihli ‘Marie Antoniette’i geliyor. Ki Maïwenn de söz konusu yapımdan etkilendiğini ve orada Asia Argento’nun canlandırdığı Jeanne du Barry karakterini perdede göründüğü an büyülendiğini belirterek “Kendi filmimin de masal gibi olmasını istedim” demiş. Sinemada çok daha iyi anlatılmış, daha çarpıcı öykülere sahip masalları izlediğimi(zi) belirterek son noktayı koyayım...

Yazının Devamını Oku

Yine öldürürken güldürüyorlar!

2 Aralık 2023
Asıl hayran kitlesini zaman içinde edinen ve devam projesi merakla beklenen ‘Ölümlü Dünya’nın ikinci serüveninde Mermer Ailesi kaçırılan üyeleri Zafer’i kurtarmak için kimi eylemlere girişmek zorunda kalıyor. Ali Atay’ın yönettiği, senaryosunu da Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi’yle birlikte kaleme aldığı yapım yılın en ilgiye değer komedisi unvanını hak ediyor.

Legal kimlikleri itibariyle ‘Anadolu Tat 1071’ adlı lokantalarını işletmek, kutlama, düğün vs. gibi etkinliklerde yeme-içme hizmeti vermek gibi faaliyetlere sahip Mermer ailesinin aslında gizli bir dünyaları ve bambaşka profesyonel uğraşları olduğunu 2018 tarihli ‘Ölümlü Dünya’da anlamıştık. Peki, neydi onların bir tür ‘paralel evren’deki meşguliyetleri? Şuydu: ‘Kiralık katil’ olarak aldıkları ihalelerin (!) üstesinden gelmek. Bütün bu kanlı eylemleri sırasında da en temel kriterleri aile olgusuna, değerlerine sadık kalmak, dayanışma ruhunu ve yardımlaşmayı her daim hazır tutmak, acıda ve sevinçte ‘hep beraber’ hareket etmekti. Ekip 2023 sonunda tekrar beyazperdede varlığını aksettirirken bu kez öykü bir rehin alınma vakası etrafında biçimleniyor. Aile üyelerinden Zafer’i ‘Örgüt’ kaçırmıştır, Gazanfer oğlunun kurtarılması için eski dostu ‘Maestro’dan yardım ister. Bu işin hallolması için yapılacak eylemler bellidir; korumalar eşliğinde yaşayan dört ayrı kişideki USB belleklerin ele geçirilip ‘Örgüt’e teslim edilmesi. Gazanfer, Serbest, Oktay, İlhami,  Serhan, hamile karısı Begüm ve Atakan’dan oluşan ekibe uzman tetikçi Şenol da katılır ve harekete geçilir. 

◊ Yönetmen: Ali Atay

◊ Oyuncular: Ahmet Mümtaz Taylan, Doğu Demirkol, Feyyaz Yiğit, Giray Altınok, Alper Kul, Mehmet Özgür,
Sarp Apak, İrem Sak, Özgür Emre Yıldırım, Reha Özcan

Yazının Devamını Oku

Savaşıyor ve sevişiyor!

25 Kasım 2023
Ridley Scott imzalı ‘Napolyon’, Korsikalı topçu subayı Napolyon Bonapart’ın Fransız Devrimi sonrasının kaotik ortamında yükselişini, iktidara geçişini, emrindeki onca askerin hayatına mal olan savaş tutkusunu ve karısı Joséphine de Beauharnais’yle olan fırtınalı ilişkisini anlatıyor. Filmde başrolleri Joaquin Phoenix ve Vanessa Kirby paylaşıyor.


Ridley Scott tarihi sularda gezinmeyi çok sever. 1977’deki ilk uzun metrajı ‘Düellocular’la (The Duellists) başlayan yolculuğunun ardından uğradığı ‘Gladyatör’ (Gladiator, 2000) ve ‘Son Düello’ (The Last Duel, 2021) durakları onun bu sevdasının öne çıkan ifadeleridir. 30 Kasım’da 86 yaşına basacak olan büyük usta, son adımı ‘Napolyon’da (Napoleon) yine geçmişin sayfalarına uzanıyor ve tarihin en ihtiraslı liderlerinden birinin portresini perdeye taşıyor. David Scarpa imzalı senaryodan çekilen film, genç Korsikalı topçu subayı Napolyon Bonapart’ın Fransız Devrimi sonrasının kaotik ortamında adım adım iktidara yürüyüşünü ve girdiği onca muharebeyi anlatıyor. Ridley Scott, nesli tükenmeye yüz tutmuş yönetmenler kuşağının yaşayan birkaç temsilcisinden biri. ‘Epik sinema’ denen görkemli anlatım, o kuşağın alameti farikalarındandı. Nitekim İngiliz yaratıcının kariyerinde ‘Gladyatör’ gibi böylesi bir hamle vardı, ‘Napolyon’ benzer bir tavrın ve üslubun devamı...

Film 1793’te Concorde Meydanı’nda Kraliçe Marie Antoinette’in kafasını giyotine teslim etme sahnesiyle açılıyor. Muhtemelen kurgu olan bu bölümde genç subay Napolyon’un, idamı seyreden topluluğun içinde bu eyleme müstehzi bakışlar attığını görüyoruz. Ardından idareyi ele geçiren ‘Cumhuriyetçiler’in başta kraliyet yanlıları olmak üzere iç ve dış düşmanlardan korktuğu bir ortamı izliyoruz. İngiliz işgalini engellemek üzere bu Korsikalı subaya görev veriliyor ve Toulon’daki ilk askeri zaferini kazanıyor. Peşi sıra Napolyon, kaygan zeminde yükselme fırsatlarının kendisine açık olduğunu fark ediyor ve zirveye yürüyüşünü sert ve derin adımlarla sıklaştırıyor. Özellikle Austerlitz’de Avusturya-Rusya ortaklığındaki düşmanı top atışları eşliğinde buzlu sularda yok ederek stratejik dehasını da gösteriyor.
Bu arada devrimin infaz ettiği subaylardan birinin dul eşi Joséphine de Beauharnais’ye ilk görüşte (bir baloda) ilgi duyuyor ve çok geçmeden onunla evleniyor.Vanessa Kirby ve Joaquin Phoenix

Kibirli, egosu yüksek...

Filmin bize sunduğu tarihsel profilde hayatının ana ekseni iki güzergâhta belirlenmiş bir kişilik var: Savaşlar ve seks. Savaşlar onun içindeki fetih duygusunu tatmin ediyor lakin takıntı haline getirdiği Joséphine’i pek fethedemiyor. Mesela Mısır seferindeyken kendisini genç bir subayla aldattığını öğrenmesinin ardından apar topar Fransa’ya dönüyor ama ona karşı olan çaresizliğiyle elinden pek bir şey gelmiyor. Zaten bu süreçte iplerin kendisinde olduğunun çoktan farkına varan Joséphine, kocasına “Bensiz bir hiçsin” diyor.
Ridley Scott’ın yapıtı nihayetinde imparatorluk koltuğuna oturan Napolyon’u, Rus seferi ve kaderini belirleyen Waterloo Muharebesi’nin de olduğu dönemeçlerle perdeye aksettiriyor. Bu savaş bağımlısı, dehasına tutkun, kibirli, egosu yüksek kişilik yer yer durum komiği sahnelerle seyirci önüne geliyor. Onun için rakibinin İngiliz, Rus, Prusyalı veya Osmanlı olmasının özel bir anlamı yok, yeter ki savaşacak bir neden bulsun... Tabii Sezar ve Büyük İskender gibi liderler arasında kendisine de yer açmak isteyen böylesi ihtiraslı kişiliğin bedelini, orduları ve muharebelerde yitip giden askerlerin kanları ödüyor. Nitekim Napolyon’un girdiği savaşlarda ve çıktığı seferlerde toplam 3 milyon Fransız askeri hayatını kaybediyor.

Öte yandan Scott’ın yapıtı öncesi lise zamanı TRT’de izlediğim Sergey Bondarchuk imzalı ‘Waterloo Savaşı’nın (Waterloo, 1970) karşısına yeniden oturdum ve ‘Napolyon’ öncesi bir tür ders çalıştım! Kıyaslama düzlemine geçersek İngiliz büyük ustanın filmi bir hayatı bütünüyle ele almanın problemlerini yaşamış görünüyor.

Yazının Devamını Oku

Diktatör Snow’un gençliğini merak edenlere...

18 Kasım 2023
Çok tutmuş gençlik serisi ‘Açlık Oyunları’nın beşincisi ‘Kuşların ve Yılanların Şarkısı’, diktatör Coriolanus Snow’un gençlik dönemini anlatıyor. 2012’deki ilk film hariç serinin bütün adımlarını yöneten Francis Lawrence’ın imzasını taşıyan yapımda Tom Blyth, Rachel Zegler, Peter Dinklage, Jason Schwartzman ve Viola Davis gibi isimlerden oluşan yepyeni bir oyuncu kadrosu var.

Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı
◊ Yönetmen: Francis Lawrence
Oyuncular: Tom Blyth, Rachel Zegler, Peter Dinklage, Jason Schwartzman, Hunter Schafer, Josh Andres Rivera, Viola Davis,
Fionnula Flanagan
ABD yapımı

Amerikalı yazar Suzanne Collins’in ilki Eylül 2008’de yayımlanan ve üç kitaptan oluşan gençlik serisi ‘Açlık Oyunları’ (The Hunger Games) kısa zamanda okuyucudan büyük ilgi görmüştü. Bu ilgi çok geçmeden sinemaya taşındı ve son adım ikiye bölünmek kaydıyla toplamda dört filmlik beyazperde serüveni yaşadı. Hikâye belirsiz bir gelecekte geçiyordu. 13 bölgeden oluşan Panem adlı ülkede düzenlenen, her bölgeden seçilmiş gençlerin boy gösterdiği, televizyon ekranlarından yayımlanan bir hayatta kalma yarışını anlatıyordu. Yaşanan onca kanlı aksiyonun arka planındaysa diktatoryal bir oluşumun izleri ve distopik bir hikâye vardı. İsminin esin kaynağı Thomas Hardy’nin ‘Çılgın Kalabalıktan Uzak’ romanının kahramanı Bathsheba Everdene olan Katniss Everdeen, seride diktatör Snow’a isyan bayrağını açıyor ve mücadelesini sürdürüyordu.Rachel Zegler ve Tom Blyth

‘Açlık Oyunları’nın sinemadaki yansıması da büyük ilgi gördü. Hatta Katniss rolünde, ilk kez ‘Gerçeğin Parçaları’yla (Winter’s Bone, 2010) dikkat çeken Jennifer Lawrence bir Hollywood yıldızına dönüştü. Seri sona ererken de bayrak ‘Uyumsuz’ (Divergent, 2014) ve ‘Labirent’ (The Maze Runner, 2014) gibi diktatoryal oluşumların hâkim olduğu, benzer yapıya sahip diğer gençlik serilerine devredildi.

Suzanne Collins’in Yunan mitolojisinden ve Roma’daki gladyatör gösterilerinden ilham alarak yarattığı kitapları, yani ‘Açlık Oyunları’, ‘Ateşi Yakalamak’ ve ‘Alaycı Kuş’; 2008, 2009 ve 2010’da basılmıştı. Collins daha sonra 2020’de ilk adımın çok öncelerine giden ve diktatör Coriolanus Snow’un gençliğine uzanan bir metni kaleme aldı. ‘Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı’ (The Hunger Games: The Ballad of Songbirds and Snakes) adını taşıyan bu kitap da beklendiği üzere sinemaya aktarıldı. İlk dört yapımda izlediğimiz isimlerin olmadığı bir kadroyla çekilen film bu hafta vizyonda. Bir zamanlar Kuzey Amerika olarak bilinen yerde yıkıntılar arasında yaşayan Panem ulusunun doğuşunu ve yine hayatta kalmak için umutla savaşan kahramanların hikâyesini konu alan bu beşinci adımda Coriolanus Snow’un gençliğini Tom Blyth canlandırıyor. Serinin 2012 tarihli ilk filmini Gary Ross çekmişti. Diğer üç adımda kamera arkasına geçen Francis Lawrence ‘Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı’nı da yönetmiş.

Yazının Devamını Oku

Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali! Adaletin peşindeki filmler...

16 Kasım 2023
Kent hayatının kültürel faaliyetlerinden birine dönüşen ‘Uluslararası Suç ve Ceza Festivali’, 13’üncü kez İstanbullu sinemaseverlerle buluşuyor. Bu gece açılışı yapılacak organizasyon 23 Kasım’a kadar sürecek. Festival kapsamında 33 ülkeden 47 film gösterilecek ve bu yılki ana tema olan ifade özgürlüğüne ilişkin paneller düzenlenecek.

Malum, sinema aynı zamanda bir ‘katarsis’ alanıdır ve özellikle sistemin çözemediği, gündelik hayatın ritmi içinde sağlayamadığı adaletin yerine getirilme (!) mercilerinden biri de beyazperdedir. Ekrana yansıtılan hikâyeler yarım kalmış hesapların, hukukun halledemediği meselelerin de ifadeleridir bazen. İstanbul kültür hayatında 12 yıldır var olan ve bu yıl yenisiyle karşımıza çıkan ‘Uluslararası Suç ve Ceza Festivali’ bu tür bir sinemasal buluşma alanı...

Organizasyonun 13’üncü randevusu bu geceki açılış töreniyle start alıyor.

CRR’de düzenlenecek olan ve Pınar Altuğ-Hakan Bilgin ikilisinin sunacağı törende Ayşenil Şamlıoğlu’na,  Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’ye takdim edilecek. Ayrıca sinema yazarı Alin Taşçıyan’a ve görüntü yönetmeni Hüseyin Özşahin’e ‘Sinemaya Katkı Ödülleri’ verilecek. Öte yandan törende filmlerin tanıtımları ve akademik programın ayrıntılarının açıklanmasının ardından Mehdi Fikri imzalı “Alev Sönmeden Önce” (After The Fire) adlı film gösterilecek.

Festivalin öne çıkan bölümlerinden ‘Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması’nda her yıl olduğu gibi Türk ve dünya sinemasından seçilmiş, ana temaları adalet olan dokuz yapım boy gösterecek. Bu filmleri Yolande Zauberman (Başkan), Anna Margarita Albelo, Carmen Gray, Melis Behlil ve Selen Öztürk’ten oluşan jüri değerlendirecek. Yine Türk ve dünya sinemasından seçilmiş, ana temaları adalet olan yapımların katıldığı ‘Altın Terazi Kısa Metraj Kurmaca Film Yarışması’nda 10 film boy gösterirken bu yapıtlar Julie Rousson (Başkan), Lalehan Öcal ve Serdar Orçin’den oluşan jürinin beğenisine sunulacak. Enis Rıza Sakızlı (Başkan), Aslı Akdağ ve Yorgos Zois’den oluşan jüri de 10 yapımın katıldığı ‘Aslı Ildır, Rıza Oylum ve Sezen Sayınalp gibi isimlerin yer aldığı SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) jürisi de ‘Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alan yapıtlardan bir tanesine ‘En İyi Film’ ödülünü verecek. Festival dahilinde yer alan bir başka jüri de Günsu Akçatepe, Merve Baba, Tulya Tuana Diplomat, İrem Varol ve Mert Baran Yeşilbahçe’den oluşan ‘öğrenci jürisi’. Etkinliğin klasik bölümlerinden ‘Adalet Terazisi’nde ise 14 film yer alıyor.

Başta yakınımızdaki Gazze topraklarından olmak üzere tüm savaşların sona erdiği, ateşkesin ilan edildiği, hiçbir cana kıyılmadığı, din, dil, ırk ayrımı yapılmaksızın herkesin eşit haklara sahip olduğu, adaletin sadece bir istek ve beklenti olarak kalmadığı ve yalnızca filmlerde sağlanmadığı, hayata da yansıdığı bir dünya arzusu dileklerimiz eşliğinde “İyi seyirler” diyoruz...

Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması

∆ ‘Çavdar Başağı’ (‘O Corno’) / Yön: Jaione Camborda

Yazının Devamını Oku

‘Bütün süperler toplandık, toplandık, toplandık...’

11 Kasım 2023
2019 tarihli ‘Captain Marvel’ın bir tür devamı niteliğindeki ‘The Marvels’ filminde ‘süper kadın kahramanlar’ın sayısı 1’den 3’e çıkıyor. Film vasatı pek aşamıyor belki ama tarihsel bir özelliğe sahip: Öyküsünde ‘Marvel Sinematik Evreni’ndeki ‘İlk Müslüman süper kahraman’ı, Kamala Khan’ı barındırıyor.

Solo serüveni dolayısıyla 2019 tarihli ‘Captain Marvel’da tanıştığımız karakterin tarihsel bir yanı vardı; o aynı zamanda Marvel Sinematik Evreni’nin ‘ilk kadın süper kahramanı’ydı. Bir nevi DC Comics’teki ‘Wonder Woman’ın da karşılığı... Kendileri dört yıllık bir aranın ardından yeni bir macerayla arzı endam ederken bu kez tek kişilik bir şovdan ziyade ‘takım oyunu’ sunuyor. Nia DaCosta imzalı ‘The Marvels’, ilk adımla organik bağını korurken yeni katılımlarla genişleyen bir ekibin serüvenini de perdeye taşıyor.

Konu özetle şöyle: Kimi gelişmeler Captain Marvel ya da diğer adıyla Carol Danvers’ın karşısına, Hala gezegeni halklarından Kree’lerin başındaki Dar-Benn’i çıkarıyor. Bu ihtiraslı lider, gücüne güç katacak ve evrendeki hâkimiyetini mutlaklaştıracak bir bilekliğin (‘Quantum Band’ ismini taşıyor) peşindedir. Nihayet aradığını bulur ama bu mekanizmanın çalışması için ikincisini bulması gerekmektedir. Diğer parça da Jersey City’de yaşayan genç bir kızdadır. Pakistan kökenli bir ailenin mensubu olan bu kız fanatik bir Captain Marvel hayranı olan Kamala Khan’dır. Derken uzaydaki kimi sıçramalar sonucu Danvers’ın yolu, savaş pilotu yoldaşı Maria Rambeau’nun kızı olan Monica ve Kamala’yla kesişirken güçleri de birbirine karışır. Üçlü, Dar-Benn’e karşı ittifak oluşturarak mücadeleye koyulacaktır.

The Marvels

◊ Yönetmen: Nia DaCosta

◊ Oyuncular: Brie Larson, Teyonah Parris, Iman Vellani, Zawe Ashton, Gary Lewis, Park Seo-joon, Zenobia Shroff, Mohan Kapur, Saagar Shaikh, Samuel L. Jackson, Leila Farzad / ABD yapımı

Doğrusu Kamala karakterinin sürüklediği Disney dizisi ‘Ms. Marvel’ı izlemediğim için filmin öyküsündeki kahramanlar arası kaynaşmayı çok net algılayamamakla beraber bu ikinci hamlenin kimi ilginç yanlarına karşın vasat bir çaba olduğunu söyleyebilirim. 2019 tarihli film bize, düştüğünde yeniden ayağa kalkmasını bilen ve mücadelesini sürdüren ana karakter üzerinden çok derin olmasa da kimi feminist esintiler sunuyordu. Bunlar ‘The Marvels’da da var. Carol Danvers’ın yanına benzer kararlılıklara sahip farklı kuşaktan iki temsilci, Monica ve Kamala ekleniyor ama filmin daldığı koridorlar çok zayıf ve senaryo hem çarpıcı değil hem de meseleleri açıklamakta sarih davranmıyor. Ama Nia DaCosta’nın imzasını taşıyan bu yapım şöyle bir tarihsel özelliğe sahip: Öyküsünde Marvel Evreni’ndeki ilk Müslüman süper kahramanı barındırıyor. Pakistanlı Kamala Müslüman bir ailenin üyesi. Annesi Muneeba, babası Yusuf, abisi de Aimir. ‘Ms. Marvel’ namına da sahip karakter bir sahnede mücadeleye başlarken ‘Bismillah’ da çekiyor.

Yazının Devamını Oku