Uğur Vardan

‘Dune’ dünde kalmış cancağızım!

2 Mart 2024
Frank P. Herbert’ın ünlü klasiği ‘Dune’un son uyarlamasında, ikinci film karşımızda. Genç Paul Atreides’in mesih olarak kabul edilme sürecini hanedan çekişmeleri ve bir aşk hikâyesi eşliğinde anlatan bu adım da görsel açıdan kayıtsız kalınamayacak bir yapım. Lakin Denis Villeneuve imzalı çalışmada inanç sömürüsü, iktidar çatışmaları, ezilenlerin başkaldırısı gibi ideolojik tabanlı meseleler yüzeysel hamlelerle kıyıya vuruyor.


Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki
◊ Yönetmen:
Denis Villeneuve
◊ Oyuncular:
Timothée Chalamet, Rebecca Ferguson, Zendaya, Javier Bardem, Josh Brolin, Austin Butler, Florence Pugh, Dave Bautista, Christopher Walken, Léa Seydoux, Stellan Skarsgård, Charlotte Rampling, Souheila Yacoub
ABD-Kanada ortak yapımıChani (Zendaya), Paul’e âşık oluyor ama onun dinsel kimliğine karşı çıkıyor.

Yıl 10100’lerin sonu... Atreides Hanedanı galaksinin en değerli maddesi olan baharatın üretildiği Arrakis’in yönetimini kendi üzerlerine geçirmek için gittikleri seferde, Harkonnen Hanedanı tarafından yok edilir. Bu eylemde Dük Leto Atreides öldürülürken eşi Leydi Jessica ve oğlu Paul kurtulur ama hayat onları zorlu bir gelecekle baş başa bırakır. Çok geçmeden ikili çölün sakinleri Fremenlerin safına geçer ve bütün bir sistemin yöneticisi konumundaki İmparator güçlerine karşı direnişe katılır.

Yazının Devamını Oku

Kötülüğün sıradanlığı

24 Şubat 2024
‘İlgi Alanı’ hemen yanı başlarındaki Auschwitz Toplama Kampı’nda onca insanın canına kıyılırken hiçbir şey yokmuşçasını hayatlarını neşe içinde sürdüren kampın komutanı Rudolf Höss’le eşi Hedwig’i odağına alıyor ve kötülüğün sıradanlaşmasını anlatıyor. Jonathan Glazer imzalı yapım En İyi Film, En İyi Yönetmen, Yabancı Dilde En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Ses dallarında Oscar’a aday.

Hedwig ve Rudolf Höss çifti doğa içinde mutlu bir yaşam sürmekte ve yeni doğmuş bebekleri dahil 5 çocuklarıyla Polonya kırsalındaki bahçeli evlerinde günlerini gün etmektedirler. Yakınlardaki nehirde yüzerler, ormanlık alanda piknik yaparlar; genç kadın evlerinde parti verir, eşi dostu toplar... Bu orta sınıf değerleriyle yüklü sorunsuz, meşakkatsiz bir şekilde dönen yaşamın sahibi çiftten Hedwig ev kadınıdır. Eşi Rudolf ise hemen yaşadıkları yerin az ötesindeki Auschwitz Toplama Kampı’nın komutanıdır...

Jonathan Glazer, Martin Amis’in 2014 tarihli romanının serbest uyarlaması ‘İlgi Alanı’nda (The Zone of Interest) soykırıma farklı bir açıdan bakıyor. Film insanlık tarihinin en büyük ve en utanç verici suçlarına imza atılıp az ötelerinde 1 milyondan fazla Yahudi gaz odalarında ölüme yollanırken gündelik hayatlarını sürdüren Nazilere odaklanıyor. Aile görüntüleri eşliğinde izleyicisinde soğuk duş etkisi yaratıyor. Öykü Höss’ler üzerinden aktarılırken bu 7 kişiden oluşan aile, basit ve sıradan işlerle gündelik rutinini sürdürüyor. Hedwig bu çok sevdiği yerde çocuklarını yetiştiriyor. Muhtemelen öldürülen bir Yahudi kadından alınmış kürkü giyiyor, annesi Linna evlerine ziyarete geliyor, o da kamptan bahsederken eskiden temizliğe gittiği Yahudi kadını kastederek “Belki o da oradadır” diyor. Rudolf ise zaten son derece çalışkan, işine gönülden bağlı bir Nazi. Bütün kampın başsorumlusu sıfatıyla hareket ediyor. Üstleriyle, altlarıyla toplantılar yapıyor, tesisin daha işlevsel olması için projeler geliştiriyor, bir seferde daha fazla insanın nasıl yok edilebileceğine kafa yoruyor. Aynı zamanda çok iyi de bir baba, bütün evlatlarıyla ilgileniyor, onlara yatarken ‘Hansel ve Gretel’i okuyor. Filmin en çarpıcı sahnelerinden birinde, çocuklar yakınlardaki nehirde yüzerken suyun içinde küller olduğunu fark ediyor ve onları hemen dışarı çıkarıyor. Çocuklar eve getirilip bütün bu ‘kir’den kurtulmaları için hemen banyoya sokuluyorlar!

Glazer filminde bizi Auschwitz’in odalarına, koridorlarına, velhasıl içine sokmuyor. Biz kameranın gezindiği mekânların çok yakınındaki bu işkence ve kıyım merkezini bekçi köpeklerinin havlamaları, uzaktan gördüğümüz bacalar ve onlardan tüten dumanlardan, yani çoğunlukla seslerden duyuyor ya da hissediyoruz. Tıpkı orada yaşayanlar gibi. Bu yanıyla ‘İlgi Alanı’ havası, yaydığı atmosfer ve yönetmeninin tarzı olarak Michael Haneke filmlerinin ruhuna yakın düşüyor. Mesafeli, korkuyu direkt göstermeyen, hissettiren, gözlerimizden çok kulaklarımızla farkına vardığımız bir etkiye dönüşen cinsten. Keza sonlara doğru Rudolf, Sachsenhausen’daki kampa atandığında Hedwig kocasına telefonda Auschwitz’in çocukların büyümesi için en ideal yer olduğunu ve onların orada kalması için üstlerine baskı yapması gerektiğini söylüyor. Yani onca insanın kanının döküldüğü o yer Hedwig’e göre muhteşem bir site adeta. Öte yandan telefon konuşmalarında Rudolf da katıldığı bir balo üzerinden mekâna ilişkin ‘gazla zehirleme’ esprileri yapıyor.

 

DEHŞETİ YUMUŞATIYOR MU?  

Glazer ‘İlgi Alanı’nda kötülüğün söylenceler, romanlar ya da kimi filmlerdeki gibi görkemli, özel, devasa boyutlarla olmayabileceğini, sıradan insanların gündelik çizgileri arasında da pekâlâ çok büyük suçlara imza atabileceğini gösteriyor -ya da bu gerçeğin altını çiziyor- diyelim. Finalin çağrıştırdığı güncel mesajlar da var: İnsan her daim unutmaya meyilli bir varlık. Film hem finali hem de genel olarak gezindiği koridorlar itibariyle “Hafızai beşer nisyan ile maluldür” demeye getiriyor. ‘İlgi Alanı’nı izlerken günümüz kötülerini, barbarlarını ve onların yaptıklarına karşı sessiz kalanları, görmezden gelmeyi yeğleyenleri de hatırlıyoruz elbet. Bu arada filmin en etkileyici yanlarından biri de Mica Levi’nin huzursuz edici müziği.

Yazının Devamını Oku

Bu ülkeyi kurtaracağız, başka yolu yok!

17 Şubat 2024
Abdullah Oğuz imzalı ‘Zaferin Rengi’, 1919’da işgal altındaki İstanbul’da verilen direniş mücadelesini Fenerbahçe’nin o dönem yabancı takımlarla oynadığı maçlar ve meşhur Harington Kupası’nda ortaya koyduğu mücadele eşliğinde anlatıyor. Filmin başrollerinde Kubilay Aka, Gülper Özdemir, Nejat İşler, Timuçin Esen, Yılmaz Bayraktar, Gonca Vuslateri, Yiğit Özşener ve Birce Akalay gibi isimler var.

Fenerbahçe tarihinin önemli karakterlerinden Galip Kulaksızoğlu’nu Kubilay Aka canlandırıyor.

ZAFERİN RENGİ
◊ Yönetmen: Abdullah Oğuz
◊ Oyuncular: Kubilay Aka, Gülper Özdemir, Nejat İşler, Timuçin Esen, Yılmaz Bayraktar, Gonca Vuslateri, Yiğit Özşener, Lorin Merhart, Kemal Burak Alper, Şeyma Peçe, Birce Akalay, Erkan Baylav, Emircan Kahyeri, Ruhi Sarı, Atsız Karaduman, Kenneth James Dakan, David Masterson,
Pelin Uluksar / Türkiye yapımı

Kulaksızzade Mustafa Bey’in büyük oğlu Galip savaştan bir bacağında kurşun yarası ve hafif topallamaktan mustarip dönmüştür. Bu acı hatıra onun, formasını giydiği Fenerbahçe çatısı altında artık top oynayamayacağının da ifadesidir. Galip hayata küsmüş gibidir, nitekim cepheden mektuplar yazdığı sevdalısı Peyker’le de arasına mesafe koymuştur. Lakin ortada daha büyük bir sorun vardır; vatan elden gitmektedir. İstanbul İngiliz işgali altındadır ve devlet erkânı bu duruma karşı aymaz bir görüntüdedir. Galip, Fenerbahçe’yi yöneten Sabri Bey ve çok sayıda vatansever aynı istek ve arzu etrafında birleşerek ülkeyi kurtaracak olan Mustafa Kemal’e yardım için kolları sıvarlar. Bu süreçte Fenerbahçe de İşgal Kuvvetleri’ni temsil eden takımlarla maç yapıp onları yenerken halka umut, sevinç ve güven aşılayacaktır...

Abdullah Oğuz imzalı ‘Zaferin Rengi’ geçen yüzyıl başında çöken bir imparatorluğun külleri arasından doğan yepyeni bir devletin kuruluş öyküsünü, ülkenin bugün itibariyle en bilinen kulüplerinden Fenerbahçe’nin futbol şubesi üzerinden anlatıyor. Senaryosunu İsa Yıldız, Safran Banu Erdoğan, Evren Oğuz ve Abdullah Oğuz’un kaleme aldığı yapımda sonraları Sarı-Lacivertli kulüpte kaptanlık, teknik direktörlük ve başkanlık yapmış Galip Kulaksızoğlu’nun odağında gelişen bir öykü anlatılıyor. Savaştan fiziken ve ruhen yaralı dönmüş bir genç adam hayata, sevdiklerine ve futbola küskün bir haldeyken Gazi’nin gayretleriyle ve vatanı kurtarma şevkiyle ümidini yeşertiyor ve geçirdiği ameliyatla yeniden ayağa kalkıyor.

Filmin diğer karakter açılımlarındaysa Sabri Bey, Peyker, Topkapılı Cambaz Mehmet Bey ve İngiliz Yüzbaşı John G. Bennett ön plana çıkıyor. Öte yandan öyküde Mustafa Kemal de ağırlıklı olarak var tabii ki. Gazi kulübü ziyaret ediyor, Sabri Bey ve futbolcularla hasbihal eyliyor, takımın alacağı galibiyetlerin halkın şevkini ve umudunu yükseltme yolunda ne kadar önemli bir etken olduğunun altını çiziyor. Hikâyede bir başka yükselen motif de Galip’le Peyker’in aşkı; savaş ortamında mutlu bir geleceğin ve işgalden kurtarılabilecek bir vatanın hayalini kuran gençlerin ilişkisi kimi gelgitler eşliğinde gelişiyor. Çünkü o dönem ahaliye ve direnişin önde gelen simgelerine kan kusturan, işkenceci Yüzbaşı Bennett, Peyker’i, amcası üzerinden şantaj yaparak, casusluk için zorluyor... Halide Edip Adıvar, Ali Sami Yen, Sadrazam Damat Ferit, Padişah Vahdettin, İsmet İnönü, Ali Naci Karacan ve Münir Nurettin Selçuk öyküdeki karakterler arasında.

Yazının Devamını Oku

Zincirler kırılırken...

10 Şubat 2024
Yorgos Lanthimos’un 11 dalda Oscar’a aday gösterilen son filmi ‘Zavallılar’, yetişkin vücudunda çocuksu bir kişiliğe sahip Bella Baxter’ın adeta zincirlerini kırarak cinselliği ve dünyayı keşfetmesini anlatıyor. Dış basında “Feminist bir başyapıt mı yoksa bir erkek seks fantezisi mi” şeklinde tartışmalara neden olan yapımda ana karakteri canlandıran Emma Stone çok başarılı bir performans sergiliyor.

Victoria dönemi Londra’sı... Hamile bir kadın kendini Tower Bridge’ten Thames Nehri’ne atar. Dönemin ileri gelen biliminsanlarından Dr. Godwin Baxter kadının cesedini alır, kendi bebeğinin beyniyle yeniden hayata döndürür. Bella adını verdiği bu kadın, bedeni bir yetişkine sahip ama hayata dair her şeyi öğrenmeye yeni başlamış, çocuksu, kırılgan bir varlıktır. Onu yetiştirmesi için asistanı Max McCandles’a emanet eder. Öğrenim sürecinde Max, Bella’ya âşık olur. Godwin onun yanında kalmaları suretiyle ikisinin evlenmesine izin verir. Derken genç kadın karşısına çıkan çapkın avukat Duncan Wedderburn’den etkilenir. Onun vaatlerine inanıp bir anlamda hayatı keşfetmek üzere peşinden Lizbon’a gider ve sonrasında bambaşka serüvenlerin parçası olur...(Emma Stone (soldaki), filmde yetişkin bedenindeki çocuksu bir varlığı canlandırıyor. Mark Ruffalo ise onun âşık olduğu Duncan Wedderburn rolünde.)

ZAVALLILAR
◊ Yönetmen:
Yorgos Lanthimos
◊ Oyuncular:
Emma Stone, Mark Ruffalo, Willem Dafoe, Ramy Youssef, Christopher Abbott, Suzy Bemba, Jerrod Carmichael, Kathryn Hunter, Vicki Pepperdine, Margaret Qualley, Hanna Schygulla, Attila Dobai, Emma Hindle, Carminho, John Locke
İrlanda-İngiltere-ABD

Yazının Devamını Oku

‘Tuhaf filmler’ ondan sorulur!

10 Şubat 2024
Yorgos Lanthimos 2000’lerin sonunda ortaya çıkan ve ‘Yunan Tuhaf Dalgası’ olarak adlandırılan ekolün önde gelen yönetmeni. ‘Köpek Dişi’, ‘Alpler’, ‘Lobster’, ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ ve ‘Sarayın Gözdesi’ gibi yapıtlarıyla tanınan sanatçı, son filmi ‘Zavallılar’la yeniden gündemde.


Yakın komşumuz Yunanistan’da 2000’lerin sonunda ortaya çıkan durgunluk, çalkantılı hayat, olumsuz mali tablolar arasında yeni bir sinema akımı filizlendi, dallanıp budaklandı ve genişledi. Bu kültürel bir canlanmanın da ifadesiydi. Panos H. Koutras, Yannis Economides, Athina Tsangari ve de Yorgos Lanthimos gibi yönetmenlere ait çoğu gerçeküstücü anlatımlara, absürt diyaloglara ve temalara sahip filmler uluslararası arenada ilgi çekmeye başladı. The Guardian gazetesinin film eleştirmeni Steve Rose onları aynı parantezde topladı ve bu ortak kümeye ‘Yunan Tuhaf Dalgası’ adını layık gördü.Yakın komşumuz Yunanistan’da 2000’lerin sonunda ortaya çıkan durgunluk, çalkantılı hayat, olumsuz mali tablolar arasında yeni bir sinema akımı filizlendi, dallanıp budaklandı ve genişledi. Bu kültürel bir canlanmanın da ifadesiydi. Panos H. Koutras, Yannis Economides, Athina Tsangari ve de Yorgos Lanthimos gibi yönetmenlere ait çoğu gerçeküstücü anlatımlara, absürt diyaloglara ve temalara sahip filmler uluslararası arenada ilgi çekmeye başladı. The Guardian gazetesinin film eleştirmeni Steve Rose onları aynı parantezde topladı ve bu ortak kümeye ‘Yunan Tuhaf Dalgası’ adını layık gördü.
Bu tanım sektörde de benimsendi. Duygusal derinliği ve sosyal taşlamaları da olan söz konusu yapıtların ekolü ‘Yunan Yeni Dalgası’ olarak da adlandırılırken içlerinden Lanthimos özellikle ‘Köpek Dişi’yle (Dogtooth, 2009) aradan sıyrıldı. Zamanla festivallerin gözdesi oldu, evrensel hikâyeler buldu, yazdı, çekti, şöhretli oyuncularla çalıştı ve en önemlisi kendini sanat filmi jürilerine, Akademi’ye ve kitlelere sevdirdi.

Otoriter bir babanın öncülük ettiği bir aile üzerinden tuhaf, çizgidışı bir öykü anlatan ‘Köpek Dişi’nin aynı zamanda hem Yunan mitolojisine (babaya ‘Zeus’ diyenler oldu) hem de ülke tarihinin diktatoryal yakın geçmişine (Albaylar Cuntası) göndermeler yaptığına dair yorumlar yapıldı. Sonrasında ‘Alpler’ (Alpeis, 2011), ‘Lobster’ (2015) ve ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ (The Killing of a Sacred Deer, 2017) geldi. Nihayetinde ‘Sarayın Gözdesi’yle (The Favourite, 2018) Akademi’nin de ‘gözdesi’ oldu. 10 dalda Oscar’a aday gösterildi ve filmdeki performansıyla Olivia Colman En İyi Kadın Oyuncu’da heykele uzandı. Lanthimos’un bu hafta bizde de gösterime giren son adımı ‘Zavallılar’ (Poor Things) benzer şekilde büyük bir ilgi gördü.Yorgos Lanthimos ve Emma Stone

1973’te Atina’da doğan yönetmenin babası Antonis basketbolcuydu, Pagrati BC kulübünde oynadı, yöneticilik yaptı, milli takımda da forma giydi. Yorgos da gençlik yıllarında parkeye sevdalıydı, babasının kulübünde altyapıda oynadı ve 1991-92 sezonunda A takıma çıktı. Daha sonra sinema aşkı ağır bastı, Atina’daki Stavrakos Film Okulu’nda eğitim gördü ve ilk uzun metrajı olan ‘Kinetta’yı 2005’te çekti. Kara mizahla ördüğü filmlerine genel bir çizgide zekice bir bakış hâkimdi ve daha çok bireyin psikolojik dünyasının yansıması olan travmalarıyla, yalıtılmışlığıyla ilgilendi. Seks ve şiddet sıkça uğradığı limanlardı ve distopik dünyalarda da çokça gezindi. 

‘Sanat filmi’ ya da ‘bağımsız sinema’ gibi açılımların orijinal tanımı olan ‘art house’ sinemadan yola çıktı ama hafiften ‘anaakım’a kaymaya başladı. Bu dönüşümün ilk güçlü ayak sesi bence ‘Sarayın Gözdesi’ydi. Filme ilişkin yazımda da belirttiğim gibi alegorik anlatım, kökleriyle olan bağını bir nebze ayakta tutan ya da yitirmediğini gösteren en belirgin yandı. Bu cephe değiştirmenin ‘Zavallılar’da ise iyiden iyiye kıyıya vurduğu kanısındayım. Yine birtakım hınzırlıklar, ana tema olarak seksin ön plana çıkması, görselliği zengin bir atmosfer, Hollywood patentli oyuncular ama iyiden iyiye merkeze, ‘anaakım’ seyircisine seslenen, birkaç entelektüel gönderme ve sosla süslü bir metin... 

Şimdi sıra Lahthimos’ta

Bu tür dönüşümleri, yani bağımsızdan popülere kaymaları sinema, kendi tarihsel sürecinde kimi yönetmenler için çokça yaşadı ve şimdi sahne sırası Lanthimos’ta.

Yazının Devamını Oku

Her şey kitaplardaki gibi olmuyor!

3 Şubat 2024
Yazdığı kurgusal casusluk romanlarıyla ünlenen Elly Conway’in karşısına gerçek bir casus çıkar ve onu Londra’dan Fransa’ya uzanan farklı bir serüvenin içine dahil eder. Bond filmlerini tiye alan ‘Kingsman’ serisiyle tanıdığımız Matthew Vaughn son filmi ‘Argylle: Gizli Casus’ta delidolu bir casusluk komedisine imza atmış.

Çok satan casusluk romanlarıyla tanınan Elly Conway, annesini ziyaret için bindiği trende çok geçmeden karşısında bir hayranının oturduğunu fark eder. Yarattığı serinin son kitabını elinde tutan hırpani sakallı bu okuru, çok geçmeden ‘gerçek’ bir casus olduğunu belirtir. Derken kompartımanın bu gerçek casusu yok etmek isteyenlerle dolu olduğunu anlar. Ortalık karışır ama asıl karışıklık onun farkında olmadan yazdıklarıyla gerçek istihbarat örgütlerine ilham verdiği ve bu yüzden hedef haline geldiğidir. Elly yanında Aidan adlı casus, önce Londra’ya, oradan da Fransa’ya uzanan bir serüvenin içinde bulur kendini...

Başlarda Guy Ritchie’nin ‘Ateşten Kalbe Akıldan Dumana’ (Lock, Stock and Two Smoking Barrels, 1998), ‘Kapışma’ (Snatch, 2000) gibi unutulmaz suç filmlerinin yapımcısı olarak tanıdığımız Matthew Vaughn, sonrasında kendisi de kamera arkasına geçti. ‘Bir Dilim Suç’ (Layer Cake, 2004) gibi enfes bir yapımla yönetmenliğe adım attı. Çeşitli türlerde boy gösterse de daha çok Bond filmlerini ve casusluk evrenini hafiften tiye alan ‘Kingsman’ serisiyle hatırlanır oldu. Girişte konusunu özetlediğim son adımı ‘Argylle: Gizli Casus’ (Argylle) da yine delidolu bir casusluk komedisi. Lakin bu kez genel bir gizli örgüt yapısını ele alıp dalga geçmek ya da göndermeler yapmak yerine bireysel bir kahramanın öyküsünde ve onun sislerle örülü belleğinde gezinmeyi yeğlemiş.

Jason Fuchs’un kaleme aldığı senaryo Elly Conway’in kurgusal karakteri Argylle’la gerçek ajan Aidan arasındaki gelgitlerde dolaşıyor. Birinin yakışıklı, uzun boylu fiziksel özellikleriyle öne çıkan bir modelle, diğerinin daha sıradan bir prototiple sunulması bence filmin öne çıkan hoşlukları arasındaydı. Yani casuslar James Bond gibi her daim ‘janti’ değildirler, aksine süklüm püklüm olabilirler. Ayrıca bir okur buluşmasında en bilinen casusluk romanlarına imza atanların, yani Ian Fleming ve John le Carré gibi isimlerin gerçek casus olmalarına yapılan vurgu da bence iyiydi.

Uzun ama sıkılmıyorsunuz

‘Argylle: Gizli Casus’ aslında ana yatağını ikinci yarısında bulan bir yapım. Başlarda yarattığı kurgusal karakterin gerçek ajanlar dünyasındaki yansımaları arasında dolaşan nahif bir yazarın, uzak durduğu bir ortamın içine sürüklenmesini izlerken sonrasında işler başka boyuta taşınıyor. Bu kez de bir hafızanın yerine gelme sürecine tanıklık ediyoruz. Aslında ben bu yanıyla da Matthew Vaughn’un sanki ‘Jason Bourne’a bir selam gönderdiğini düşündüm.

Conway’de Bryce Dallas Howard’ı, Aidan’da Sam Rockwell’i izlediğimiz yapımda Henry Cavill (son Süpermen’imiz) de kurgusal ajan Argylle’ı canlandırıyor. Kadroda ayrıca Bryan Cranston, Catherine O’Hara ve Samuel L. Jackson gibi isimler de var. Dua Lipa ise özellikle girişteki dans sahnesiyle dikkat çekiyor. Bu arada Conway’in yanından ayırmadığı scottish fold türü kedisi Alfie de önemli bir karakter olarak hikâyeye hizmet ediyor ve aslında yönetmen Vaughn’un kızlarının kedisiymiş. İsmi de Chip’miş. Bir ek bilgi daha: Vaughn 90’lı yılların ünlü modellerinden Claudia Schiffer’la evli ve çiftin iki kız ve bir de oğulları var. Öte yandan kızlar bu kediyi scottish fold türüne ilgisi olan Taylor Swift’e ilişkin bir belgeseli izledikten sonra sahiplenmişler. Bu durum filmin senaryosunu Swift’in kaleme aldığına dair bir komplonun kapısını aralamış. Ardından Vaughn böyle bir şey olmadığını açıklamış.

Sonuçta casus filmleri de onların hakkında yapılan komediler de sinema tarihi içinde eskimiş bir tür ama yine de insanların ilgisini çekmeyi başarıyor. ‘Argylle: Gizli Casus’ bildik temaları farklı sulara açılarak önümüze getirmeye çalışan bir komedi. Bu hedefine belli ölçülerde vardığı söylenebilir. Süresi fazla uzun (2 saat 19 dakika) ama buna rağmen sıkılmadan izleniyor.

Yazının Devamını Oku

Hepsi memleket sevdasından hey canım hey!

27 Ocak 2024
O müziğimizde ‘Anadolu rock’ adıyla bilinen türün öncü isimlerindendi. Aynı zamanda ezilenlerin, sömürülenlerin yanında oldu ve muhalif kimliğiyle tanınırken nihayetinde ‘12 Eylül cuntası’ tarafından vatandaşlıktan çıkarıldı. Yüksel Aksu imzalı ‘Cem Karaca’nın Gözyaşları’ işte bu öykünün sahibinin yaşadıklarını perdeye taşıyor. Film müzisyen Cem Karaca’nın yanı sıra sistemin cezalandırdığı bir aydının trajedisini de anlatıyor.

Tiyatrocu bir çiftin (aynı zamanda operet olan Toto ya da gerçek adıyla Irma Felekyan ile Mehmet İbrahim Karaca) oğulları olarak dünyaya gelen Muhtar Cem Karaca bütün gençliği boyunca müzisyen olmak için uğraş verir. Babasıysa “Tamam evladım, müzik yap ama kendine asıl olarak başka bir meslek seç, mesela hariciyeci ol” diyerek sürekli baskı yapar. Nihayetinde ikili arasındaki bu mücadeleyi o muhteşem sesinin de ona sağladığı avantajla müzik yaparak hayatına yön verecek olan oğul kazanır. Evlilikler, ayrılıklar, kurulan gruplar, dağılmalar, kısa süren askerlik ve ülkenin politik aksında önemli bir siyasi figür olarak beliren müzisyen profili...

12 Eylül dönemi Almanya’da sürgün yılları, vatandaşlıktan çıkarılma, oğlu Emrah’a ve ailesine duyduğu hasret derken unutulmaz şarkıların eşlik ettiği, acılı yanları yoğun bir yolculuğun hikâyesi çıkıyor karşımıza.

CEM KARACA’NIN GÖZYAŞLARI

◊ Yönetmen: Yüksel Aksu

Yazının Devamını Oku

Yeni bir evrim kapımızı çalarken...

20 Ocak 2024
‘Hayvan Krallığı’ bazı insanların mutasyona uğrayarak hayvan formlarına dönüştüğü bir ortamda annesi de yaratıklar safına geçmiş bir gençle babasının yaşadığı mücadeleyi anlatıyor. Thomas Cailley imzalı film bu tuhaf yaratıklar üzerinden ‘ötekiler’le birlikte yaşama kültürüne dair göndermelerde bulunuyor.

Tanımsız bir zaman diliminde insanlar neden, nasıl olduğu bilinmeyen bir durumla karşı karşıyadır. Piyangonun kime çıktığı belirsizdir ve bazıları mutasyon geçirerek hayvan formlarına dönüşür. Yemek sektöründe şef olarak çalışan François Marindaze ve 16 yaşındaki oğlu Émile’in de kapısını bu tuhaf mesele çalmıştır. Birinin eşi, diğerinin annesi olan Lana bir tür ‘kurt kadın’a dönüşmüş ve tedavi altına alınmıştır. İkili, Lana’nın kaldığı rehabilite merkezine yakın olmak adına Fransa’nın güneyine taşınır. Bu hem baba hem oğlu için yeni bir hayat anlamına gelir. Derken çevrede çıkan çok sert bir fırtına, merkezdeki yaratıkların firar etmesine ve yöredeki ormanlara sığınmalarına sebep olur. Sonrası bir sürek avıdır...HAYVAN KRALLIĞI
◊ Yönetmen: Thomas Cailley
◊ Oyuncular: Romain Duris, Paul Kircher, Adèle Exarchopoulos, Tom Mercier, Billie Blain, Xavier Aubert, Saadia Bentaieb, Gabriel Caballero
Fransa-Belçika ortak yapımı

Senaryosunu Pauline Munier’nin yazdığı, Thomas Cailley imzalı ‘Hayvan Krallığı’ (Le règne animal), geçen yıl Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün açılış filmiydi. Bu son derece aykırı ama bir o kadar da çekici ve kulak kabartmaya değer öyküye sahip yapım, metaforlarla örülü dertlerini yer yer aksiyonun öne çıktığı bir anlatımla sunuyor. Ortada zamanla bütün gezegeni sardığını anladığımız bir dert var ve bu diğer tüm şimdiki zaman dertleri gibi sosyolojik unsurlarla dolu. Öyle ki Émile’in gittiği lise, ilgi duyduğu Nina, yöre halkı, babasına yardımcı olan jandarma Julia Izquierdo derken senaryonun gezindiği duraklar bize sağlam bir sosyolojik bilimkurgu öyküsü anlatıyor. Mesela tıpkı baba-oğul gibi François’nın çalıştığı restorandaki garson Naima’nın da kız kardeşi bu yaratıklardan biridir ve onun hayatını sürdürmesine gizli gizli yardımcı olmaktadır. Yani aramızdan birilerinin en yakınları bu dertten mustariptir. Yaratıklar, canavarlar, ne derseniz deyin onlar aslında ilk elde göçmenler akla gelmek suretiyle günümüzün ‘öteki’leri olabilir. Film bu yanıyla artık bütün dünyaya hâkim olmuş görünen ve kendinden olmayan herkese nefretini, öfkesini kusan sağ politikalara ve politikacılara da göndermelerde bulunuyor. Örneğin Émile’in sınıf arkadaşlarından bazıları birlikte yaşama çabasına vurgu yaparken kimisi de mutasyona uğramışlara karşı klasik ırkçı tavırları (yok etmek, öldürmek vs.) gösteriyor. Ama asıl olarak Thomas Cailley’nin filminin güzelliği sadece bu tür güncel mesajları öne çıkarması değil. Bu öykü aynı zamanda da ‘Sevdiklerimizi her koşulda sevebiliyor muyuz’un cevabını bulmaya çalışıyor. Ortada tek bir mutasyon vakası yok. Émile’in de giderek vücudunda başlayan değişimler, onun karşı cepheye doğru yol almasına neden olan gelişmeler, henüz uçmayı beceremeyen Fix ve yanında duran Froggy’yle ormanın derinliklerinde başlayan dostluk derken seyirci olarak farklı sulara çekiliyoruz. Bu bir yanıyla bir ergenin büyüme öyküsü aynı zamanda. Keza bir babanın oğlunu her koşulda kabul etmesi de filmin bir başka odak noktası.

Mutasyona uğramış tüm varlıkların genel profili, Émile’de baş gösteren fiziksel değişim, yaratıkların yeni doğalarıyla barışma çabaları derken ‘Hayvan Krallığı’, ‘Frankenstein’dan Cronenberg’in ‘Sinek’ine (The Fly, 1986), hatta ‘Dr. Moreau’nun Adası’ndan (The Island of Dr. Moreau, 1996) ‘Gir Kanıma’ya (Låt den rätte komma in, 2008) kadar uzanan sinemasal (ve de yazınsal) bir hatıralar yolculuğuna çıkmamızı sağlıyor. Ama ben bu film dolayısıyla en çok ‘X-Men’ camiasını hatırladım. Lakin Thomas Cailley’nin yapıtı Hollywood’un kahramanlık figürleri eşliğinde sunduğu ‘Süper’ler mitini adeta yalnızlık, izolasyon ve varoluş meselelerini sorgulayan bir çizgide perdeye taşıyor.Adèle Exarchopoulos

Kadronun en tanınmış yüzleri babada izlediğimiz Romain Duris ve jandarma Julia Izquierdo’da karşımıza çıkan Adèle Exarchopoulos. İkisi de çok iyi oynuyorlar ama bence bu filmin açık ara asıl yıldızı Émile’de izlediğimiz Paul Kircher. Genç oyuncu karakterinin geçirdiği evrimin yanı sıra bir ergenin hissiyatını muhteşem yansıtıyor. Keza kuşa dönüşmüş Fix’te ‘Eş Anlamlılar’dan (Synonyms, 2019) hatırladığımız Tom Mercier de çok iyiydi. Bu arada filmdeki hayvan türlerinin tasarımı bizde Baobab Yayınları tarafından kitapları (‘Mavi Haplar’, ‘Kumdan Kale’ ve ‘Oleg’) basılan çizer Frédérik Peeters’a aitmiş.

Yazının Devamını Oku