Tuğrul Şavkay

Türkiye bademle mi tanıtılacak?

23 Şubat 2003
Türk mutfağını yeterince ciddiye almadığımızı düşünüyorum. O, ‘‘dünyanın üçüncü büyük mutfağıyız’’ iddiaları falan boş. Bir defa niye üçüncü? Sonra bunu bile ciddiye alan birisi, Japonya'ya tanıtım olsun diye sadece bademle taze fasulye mi götürür? 2003 Japonya'da Türkiye yılı ilan edildi. İşin aslına bakılırsa, bu ‘‘di’’li geçmişin ‘‘di’’si hayli geçmişte kalmış bir ‘‘di’’. Tokyo'da restoran sahibi bir Türk arkadaşım, aylar önce Galata Kulesi'nin kapı komşusu Anemon Otel'in çatısında İstanbul'u ayaklar altına seren o müthiş manzarayı seyrederken iç geçirerek anlatmıştı olmayıp bitmeyeni! Önce manzaraya bakıp hasretinden iç geçiriyor sandım. Meğer dertlendiğinden böyle iç geçirirmiş. Bir kere daha sıranın bize gelmesi için neredeyse bir asır beklememiz gerekecek. Bize altın tepsi içinde sunulmuş bir fırsat olarak değerlendirdi arkadaşım durumu. Kabahat onun değerlendirmesini değerlendiremeyenlerde diye düşünmüştüm o zamanlar. Bu arada hak yememek için bir önceki Tokyo büyükelçimizin uyarı ve gayretlerini, arkadaşımdan naklen, kaydedeyim.

DİPLOMATLA KAVGA

Sonra vaveyla geçtiğimiz cuma günü koptu. Hürriyet'in magazin sayfasında, Tokyo'ya bir tanıtım seferi düzenlendiği yolundaki haber yer alıyordu. Haberin flaşı böyle ama, sayfaya girmesini sağlayan asıl özelliği, modacı Yıldırım Mayruk'un asistanı Barbaros Şansal'ın seferden sorumlu diplomat Osman Çetintaş ile kavgası. Dışişleri Bakanlığı Tanıtım Daire Başkanı Çetintaş, sözüm ona, Şansal'a ‘‘bademler nerede?’’ diye sormuş. Hatta daha ileri giderek, kötü niyetli yorumculara göre hırsını alamayıp, muhatabına ‘‘taze fasulyeler nerede?’’ diye ikinci bir soru yöneltmiş.

Haber, modacı asistanının badem ve taze fasulyeler konusundaki sorumluluğunu açıklamıyor. Küsüp uçaktan inmesi ayrı bir soru işareti. (Karşı cephenin yorumcuları, kendisinin uçaktan inmediğini, aksine atıldığını söylüyor.)

Ben bunları geçtim de, iyi kötü mürekkep yalamış -herhalde Barbaros Şansal zır cahil değil- bir Türk'ün yüce devletini idare eden bir bürokratı, ‘‘sen benim kim olduğumu biliyor musun?’’ durumuna düşürecek hale getirebilmesi.

Her okur yazar Türk, yüce devletimizin Türk bürokrasisinin seçkin kesimlerince yönetildiğini bilir. Belki Milli Mücadele'nin ilk yıllarında ve DP döneminde bazı sapkınlıklara rastlanır ama o kadar kusur her yerde mevcut. Ayrıca devletimiz, 1960 askeri darbesinden hemen sonra, ‘‘mümtaz’’ hukukçularımızın desteği ile, Türk bürokrasisinin konumunu anayasal tedbirlerle tahkim etti. O kale hiçbir güç tarafından işgal edilemez, işgal edilmesi teklif dahi edilemez, böyle bir durumun hayali dahi feci şekilde suçtur. Çünkü Türkiye, halkının kıymetini takdir edemeyeceği ölçüde önemli bir ülkedir ve asla erazil ve esafil sürülerine teslim edilemez. Bu önemdeki ülkenin yönetimi de diplomatik ve askeri seçkinlere aittir.

Şaka yapıyorum sanmayın. Bu vatanın entelektüellerine sol cenahtan yanaşan bir gazetemizin birkaç gün önceki sayısının beşinci sayfasındaki köşe yazarı -hadi adını da söyleyeyim, Radikal'den Türker Alkan- makalesine şöyle başlık atmış: ‘‘Hakimiyet kayıtsız şartsız AKP'nin midir?’’ Haşa! Milletin ve onun vekillerinin siyasi temsilcilerinin bir demokraside böyle bir iddiası veya talebi olabilir mi hiç?

TÜRKİYE-İTALYA FARKLI

İşte beni cehaletiyle sinirlendirip asıl konudan uzaklaştıran modacı asistanı bunları bilmeden davranmış.

Hadi o cahil diyelim. Ama Türkiye'nin tanıtımından sorumlu olanlar nerede? Salı günü Gila Benmayor, Hürriyet'teki köşesinde Japonya tanıtımında İtalya'nın sıra kendisinde iken yaptığı tanıtımın bütçesini yazmış. Kısacası biz onların üçte birine varamamışız.

Şimdi hemen ‘‘her şeyi devlet mi yapsın?’’ sorusu gündeme taşınmasın. Elbette her şeyi devlet yapmasın. Ancak hiç olmazsa bilgilendirme ve koordinasyon işi devlete düşmez mi?

Gila, bu tanıtım işinin Japonya ayağındaki Densu şirketiyle sadece iki ay önce bağlantı kurulduğunu yazıyor. Geç, hem de çok geç değil mi?

Özel sektörümüz bu işe istekli değilmiş. Bunu son anda girişilen çerden çöpten uygulamalarda para saçmamak sağduyusuna bağlıyorum. İşini ciddiye alan adamlar elbette laf olsun torba dolsun diye yapılan gözboyamacılığına para yatırmaz. Öte yandan büyük şirketlerin Japonya'da 2003'ün Türkiye yılı ilan edilmesi işinden ve buna bağlı tanıtım meselesinden haberdar olmamasına da şaşmamak elde değil. TÜSİAD, Ticaret Odaları, İhracatçı Birlikleri nerede?

Her hafta bu köşeyi okuyanların, yazının burasına kadar sabrı yettiyse, şaşırayazdıklarını sanırım. Çünkü benden beklenenin bir yemek yazısı olduğunu elbette biliyorum. Oysa yazı bambaşka bir seyir izledi. Doğrusu da buydu. Çünkü Türk mutfağını yeterince ciddiye almadığımızı düşünüyorum. O, ‘‘dünyanın üçüncü büyük mutfağıyız’’ iddiaları falan boş. Bir defa niye üçüncü? Sonra bunu bile ciddiye alan birisi, Japonya'ya tanıtım olsun diye sadece bademle taze fasulye mi götürür?

Türk gıda sektörünü suçluyorum. Onlar bu memleketten kazandıklarını tekrar bu ülkeye yatırmıyor. Et, süt, pirinç, elma yetiştirmekle iş olmaz. Olmuyor da zaten. Biz de zeytinyağı yapıyoruz, Japonya'daki tanıtımını ciddiye alan İtalyanlar da. Bizimki üç kuruşa müşteri bekliyor, İtalyanlarınki bizimkinin beş misline kapanın elinde kalıyor. Aradaki fark modern üretim, akademik yatırım ve işin kültürel yanını vurgulamak. Bizde gıda alanında akademik işlere veya kültürel alanlara özel sektör ne yatırım yapıyor? Yatırım olmayınca getiri de yok. Türkiye dışında kimse Türk tarım ürününü tanımıyor. Markalı satışımız hiç düzeyinde.

Yine İtalyanlardan bir örnek vereyim. Adamlar Alice diye bir televizyon kanalı kurmuşlar. Günde yirmi dört saat İtalyan mutfağının ve tarım ürünlerinin reklamını yapıyorlar. Hem de tanıtımı nasıl güzel başarıyorlar, seyreden görüyor.

FOLKLORİK TANITIM YETMEZ

Bizdeki kısır döngü ise bumerang etkisiyle geri dönüp Türk gıda sektörünü vuruyor. Onlar yere düşünce, köylüye ve tarımsal alandaki diğer üreticilere kalan mezara girip ölmek oluyor.

Gıdanın, tarımın küçümsenmesine karşıyım. Bu işlerin ciddiye alınması gerekiyor. Oysa bizde tam aksi bir davranış moda. Mesela yeni hükûmet -tabii hálá yeniliğinden söz edilebilirse- Davos'ta yemekli bir Türk gecesi düzenleyince bu işe kızanlar hemen yoksulluk edebiyatına başlamıştı.

Oysa bir ülkenin yiyecekleriyle sahneye çıkarılması yerinde bir davranış. Yanlış ya da eksik olan bu tanıtımın folklorik düzeyde tutulması.

İşin özü şu: Eğer yemeklerimizin tanıtımının arkasında gıda sektörünün bilinçli, kararlı ve planlı desteği olmazsa yapılanlar uzun vadede sonuç vermez. Buz üstüne yazılmış yazı gibi çabucak kaybolur. Bir hoşluktan ibaret kalır. Türk üreticisine ve ekonomisine yararı dokunmaz. O yüzden de nafile işler dosyasına kaldırılır. Yapılanlar eleştirilecekse, doğrusu budur.


F KLAVYE KAMPANYASINI DESTEKLEYELİM


Dert bir değil ki yazıp kurtulalım. Kendi kültürünün önemini bilmeyenler, ya da bir küreselleşme masalının peşine takılmış yarı cahiller yüzünden Türkçe'nin düştüğü hale her gün ağlıyorum.

Türk dili bizzat bizim insanlarımızca böylesine küçümsenince elin oğlu da boş durmuyor. Biz Türkçeyi tanımazsak, o hiç tanımıyor. Türkçeye özgü klavyelerin ortadan kalkışından anlıyorum bunu.

Anlamak bir yana, her gün Q klavye ile yazı yazmanın ıstırabını yaşıyorum. Yurtsan Atakan'ın Türkçeye özgü F klavyenin bilgisayarlarda yer almasına ilişkin mücadelesini yürüttüğü bayrağın altında toplanalım. Kendimizi küçük görmekle bir yere varamayız.
Yazının Devamını Oku

Mutfak demokratikleşti ama yenilik yapmak için desteğe ihtiyacı var

9 Şubat 2003
Mutfağın demokratikleşmesi, diğer sanatlar gibi, devrimler sonucu işsiz kalmış sanatçı-aşçı takımının kurduğu restoranlarda başlamış. Ama sadece popüler talebe dayanarak iş yapılmaya kalkılırsa, mutfak sanatı bilinen klasik yemek repertuarının dışına biraz zor çıkar. İlerlemeci girişimleri destekleyen koruyucu kişi ve kurumlara gereksinme var. Son sözü başta söyleyeyim: Sanat koruyucusuz olmaz. Uygarlığın son birkaç yüzyılı dışında bu durum hiç değişmedi. O döneme kadar sanatçı hayatını soyluların sayesinde sürdürebiliyordu. Onların maddi desteğini elde edemeyenler için Batı'da bin beş yüz yıl kadar bir başka sığınak Kilise'ydi. Sanat alanında önemli bir dönüm noktası, Ortaçağ'ın sonuna doğru sanatın soyluların tekelinden çıkması oldu. Önce matbaa kitabı, sonra plak endüstrisi müziği, sinema endüstrisi ise tiyatroyu -bir başka biçimiyle de olsa- bu tutsaklıktan kurtardı. Geniş kitleye kolay ve ucuz ulaşım, halkı sanatın ‘‘tüketicisi’’ haline getirdi. Böylece sanatçı kişiye bağımlılıktan büyük ölçüde kurtuldu.

Mutfak sanatı yalnız soylulara veya daha sonra onların yerini alan burjuvaziye tahsis edilemeyecek kadar beşeri özelliklere sahip. Hepimiz yaşamak için besleniyoruz ve dolayısıyla mutfak sanatıyla ilgiliyiz. Yine de işin incelikleri, hayati bir zorunluğun sanata dönüşümü, her zaman ve her yerde, toplumsal katmanlaşmanın üst seviyelerinde oluşmuş.

Mutfağın demokratikleşmesi ise, diğer sanatlara paralel olarak, Amerikan ve Fransız Devrimleri ve bunu izleyen diğerlerinin peşisıra ortaya çıkan işsiz sanatçı-aşçı takımının başının çaresine bakmak amacıyla oluşturduğu restoranlarda başlamış. Böylece patrona bağlı sanatçıdan bağımsız ve kendisi patron olan girişimci aşçı modeline geçilmiş. Sanatta belirleyicilik, soylu patronlardan bağımsız sanatçı aşçıların eline geçmiş. Ortaya çıkan eserler -ki konumuz çerçevesinde bunlar müşteriye sunulan yemeklerden başka bir şey değil-, bu sanatsal ürünlere talip daha geniş bir kesim tarafından tüketilir ve dolayısıyla desteklenir olmuş. Bir benzetmeye izin verilirse, adeta patronun şoförü gitmiş yerine dolmuş şoförü gelmiş diyelim. Böylece yemek sanatı demokratikleşmiş!

TEMCİT PİLAVCILARI

Bütün bunların göze güzel, kulağa hoş geleceğine hiç şüphem yok. Buna karşılık, halk desteğinin küçük bir kusuruna değineyim. O da sanatın doğası gereği öncü ve zamanın ruhunu sık sık aşan atılımcı yanının böyle bir ortamda kolay nefes alamaması. Eğer sadece mevcut popüler talebe dayanarak iş yapılmaya kalkılırsa, mutfak sanatı sadece bilinen klasik yemek repertuarının ve sunumunun dışına biraz zor çıkar. Temcit pilavı gibi aynı yemekleri yapan aşçılar alkış toplar. Toplumun ortalama zevkine hitap edenler kazanırken, öncü projeleri uygulamak isteyenler geri kalır, hevesleri kırılır. Oysa biliyoruz ki, eğer uygarlığın 'ilerleme'sinden söz edilebilirse, bu ilerlemeyi temcit pilavcılarına değil, aksine alışılagelmişin sınırlarını aşanlara borçluyuz.

Bütün bu sayıp döktüklerime dayanarak, mutfak sanatlarında da, alanın demokratikleşmesine bütün saygımla birlikte, ilerlemeci girişimleri destekleyen koruyucu kişilere -veya kurumlara- gereksinme duyulduğunu ısrarla söylemek isterim.

Son yıllarda mutfak geleneğimizi tekrar canlandırmak için gayret gösteren bu tür koruyucuların ortaya çıktığını sevinerek görüyorum. Ama artık biraz da farklı sözü olan mutfak sanatçıları yetiştirmek ve onların önünü açıcı işler yapmanın zamanı geldi ve geçiyor.

Gelenek müzeye yakışır. Gelecek ise söyleyecek sözü olan öncü insanların biçimlendirdiği bir zaman dilimi. Söylediklerime delil arayanlar Fransa gibi dev bir mutfak geleneği olan ülkenin 1980'lerde gerçekleştirdiği ‘‘Yeni Mutfak’’ akımını hatırlasın ya da İtalyanların son on yıldır başarıyla sürdürdüğü modern İtalyan mutfağı projesinin başarısına baksın. O zaman ne demek istediğim herhalde daha iyi anlaşılır.


2002'NİN YEMEK KİTAPLARI


Teknik eserler: Yemek pişirmeyi kitaptan öğrenecek olanlar için yemek tarifi kitaplarının önemini yadsıyamam. Son yıllarda bu alanda iyi kitapların iki önemli yazarı var. Birisi Cemal Türkan ustamız. Türkan on yıllık mesleki okul eğitimi ve otuz üç yıllık aşçılık birikimini iki kitabında da yansıtmış. Yazar, ‘‘Mutfak Teknolojisi’’ adlı eseri, genç meslektaşları için kaleme aldığını söylüyor. Kitap, Unilever'e ait Food Solutions'ın katkılarıyla yayınlanmış. Cemal Türkan'ın ikinci eseri ise bir tarifler kitabı: Uygulamalı Yemek Yapma Temel Tekniği. Türkçe'de büyük bir boşluğun kapatıldığını düşünüyorum (İnkıláp Kitabevi). Cemaliye Tüter'in ise hangi kitabını okuduysam, hepsinde yılların deneyimini hissettim. Yemek yapmayı seven herkes Tüter'in iki ciltlik temel eserini kitaplığında bulundurmalı. (Cemaliye Tüter, Açıklamalı Yemek Kitabı, İnkıláp.)

Türk Şarapları: Türkiye'de geçmiş yıllarda şarabı genel çizgileriyle tanıtan rehber kitaplar yayınlandı. Bunlardan ‘‘Şarapla Tanışma’’nın yazarı Şeyla Ergenekon, 2002'de 18 üreticinin 168 şarabını tanıttığı bir rehber kitap yayınladı. Umarım devamı gelir ve bu rehber her yıl yayınlanmaya devam eder.

Rakı ve Rakı Sofrası: Oğlak Yayınları'nın sahibi Senay Haznedaroğlu, ‘‘Yemek’’ dizisinden içki kültürü kitapları da yayınladı. Bunlardan ikisi dostum, yiyecek-içecek sektöründe yönetici Deniz Gürsoy'a aitti. Rakı-şarap çekişmesini bu köşeye taşımıştık. Ama rakının hakkını asla yiyemem, çünkü aksinin bu güzel içkiye bir haksızlık olduğunu düşünürüm. Deniz Gürsoy'un bu dizide yeniden yayınlanan ilk kitabı ‘‘Çilingir Sofrasında Rakı.’’ Diğeri ise ‘‘Çilingir Sofrasında Rakı Mezeleri’’. Rakı seven herkesin bu iki kitabı önce okumasını, sonra da kitaplığında mümtaz bir yere yerleştirmesini öneririm.

Fransızlara çatal bıçağı öğreten İtalyan Kraliçe

Mutfaktaki öncülüğün korunmasına en iyi örnek olarak aklıma hemen İtalyan soylusu Caterina de Medici geldi. Tarhçiler, Medici ailesinin İtalya tarihinin en karanlık olaylarında baş rolde olduğunu söylerler. Başrol için kötü olmak yetmez, güce de sahip olmak gerekir. Medici'ler bu gücü uzun süre korudu. Fransa kralı I. François'nın oğlu Henri'nin Medici'lerin kızı Caterina ile evlendirilme projesi de ilhamını bu güçten almış olmalı. Ama çeyizin her şeyi çözmediği evlilkten üç yıl sonra anlaşıldı. Fransa tahtına çıkan Henri, karısı Caterina'dan on dokuz yaş büyük olan soylu güzel Diane de Poitiers ile alenen ilişkiye girdi ve Diane'a Chenonceau şatosunu tahsis etti.

Caterina de Medici intikam için eşinin ölümünü bekledi. Şatoyu Diane'dan aldı. Nehrin öbür tarafına bir ek bina yaptırdı ve mutfak haline getirdi. Kendisi ve İtalya'dan getirdiği aşçıları Fransızlara Rönesans İtalya'sının yiyeceklerini ve sofra adabını öğretmeye başladı.

Fransızlar, milliyetçiliğin icadından önce de kendilerini küçük düşürdüğünü varsaydıkları bu muhabbeti sevmedikleri için hemen bu yargıya karşı çıkarlar. Ancak aklı milliyetçilikle malul olmayan her yemek meraklısı kıvırcık lahananın, taze fasulyenin, enginarın Fransa'ya Caterina tarafından getirildiğini ikrar eder. Aynı kişiler, Fransızların pek övündüğü ‘‘portakallı ördek’’ ile İtalyanların ‘‘anitra all'arancia’’sı arasında bir bağ olduğunu da inkar etmezler. Sicilya'da Araplardan öğrenilmiş ballı ve meyvalı kar tatlısı olan dondurmanın atası türlü sorbenin (Ortadoğu'da 'şerbet') Fransa'ya Caterina kanalıyla geldiği de görmezden gelinemez. Daha da iyisi, yemekleri tahta masalarda bıçakla kesip elleriyle yiyen Fransız soylularına Caterina de Medici sofra örtüsü ve peçete kullanmayı ve yemeği çatal bıçakla yemeyi öğretti. Bence çok da iyi etti. Son Fransa Kralı -pardon Cumhurbaşkanı!- Recep Tayyip Erdoğan'a ‘‘Avrupa Birliği'ni istemek yetmez. Biraz da medeni olmak lazım’’ demişti. Nedense bu sözleri hatırladım. Haklı. Medeniyet ne de olsa güzel şey!
Yazının Devamını Oku

Türk mutfağının büyük klasiği Fahriye Hanım

2 Şubat 2003
Türkçe yemek kitaplarının serüvenini bilenler, Fahriye Hanım'ın adını duyunca şöyle bir durup soluklanır. Çünkü Türk yemek yazarlarının en büyük yıldızı Fahriye Hanım'ın tahtı ancak Ekrem Muhittin'in gelişiyle sarsılmıştır. Fahriye Hanım'ın eserlerini ancak eski yazı bilenler okurdu. Geçen yıl, Osmanlıca seminerlerine devam eden bir grup, Fahriye Hanım'ın 1924 tarihli ‘‘Tatlıcıbaşı’’ başlıklı kitabının çeviriyazısını yaptı.

Türkler mutfak kültürleriyle ve dolayısıyla bu alandaki tarihi birikimleriyle övünür. Bunda fazla abartı yok. Türk mutfağı geçmişiyle övünebilir çünkü Orta Asya'dan gelen birkaç bin yıllık yeme içme kültürümüz, bin yıl önce Anadolu'nun beş bin yılı aşkın yerel yeme içme kültürleriyle buluşunca ortaya nasıl bir harika sentezin çıktığını anlamak için tarihçi veya budunbilimci olmaya gerek bulunmuyor. Hititler'den Yunanlar'a; onlardan Romalılar'a ve oradan da Orta Asya göçmeni atalarımıza ulaşan gerçekten göz kamaştırıcı bir tarih serüveninden söz ediyoruz.

Yalnız önemli bir noktayı atlamayalım: Bir şeyin varlığı ile bilinirliği ve tanınırlığı aynı şey değil. Artık 2000'li yıllarda hamaset yerine verileri ve bilgiyi ortaya koymak gerekiyor. Tarihçi Stefanos Yerasimos'un, tek kopyası İstanbul'da Bayezid Devlet Kütüphanesi'nde bulunan Mehmed bin Mahmud Şirváni'nin eserinden aktardığı 15. ve 16. yüzyılda Osmanlı saray mutfağına ilişkin kitabı, ‘‘Sultan Sofraları’’ bence yılın kendi alanında yayınlanan ilk önemli kitabıydı. (Yapı Kredi Yayınları.)

Daha geniş bir tarih dilimi içinde Türk mutfağı üzerine yazılıp yayınlanmış kayda değer ikinci eser de Marianna Yerasimos'un Osmanlı Mutfağı adlı eseri. Burada da 99 yemek günümüze uyarlanmış tarifleriyle verilmiş. Ayrıca -ve daha önemlisi- Bayan Yerasimos, kitabın başına Osmanlı mutfağını anlatan birkaç bölümlük bir tanıtım yazısı eklemiş. (Marianna Yerasimos: 500 Yıllık Osmanlı Yemek kültürü: Osmanlı Mutfağı, Günümüze Uyarlanmış 99 Osmanlı Yemeği, Boyut Kitapları.)

Türkçe yazılmış yemek kitaplarının serüvenini bilenler, Fahriye Hanım'ın adını duyunca şöyle bir durup soluklanır. Bu konudaki tedrisatımı Turgut Kut gibi bir ustadan aldığım için ben de bu ismi nerede görsem heyecanlanırım. Çünkü uzun bir dönem Türk yemek yazarlarının en büyük yıldızı Fahriye Nedim olmuştur ve tahtı çok yakın bir zamana kadar kolay sallanmamıştır.

Bu arada bir parantez açıp ilk darbe yapanın Ekrem Muhittin Yeğen olduğunu söyleyeyim. Üstadın artık yemek yapmak için bakmaktan çok koleksiyon değeri dolayısıyla mutlaka her yemek severin kitaplığında bulundurması gereken eserini İnkıláp Kitabevi himmet edip basmaya devam ediyor. (Ekrem Muhittin Yeğen, Yemek Öğretimi ve Tatlı-Pasta Öğretimi)

Fahriye Hanım'a dönecek olursak, Melce üt Tabbahin'in devamı olan eserlerini uzun süre ancak eski yazı bilen birkaç meraklı okurdu. Geçen yıl, Osmanlıca seminerlerine devam eden bir grup, Fahriye Nedim'in Tatlıcıbaşı: Alaturka ve alafranga tatlılarıyla Türk şekerciliğinden báhis ameli ve mükemmel bir eser başlıklı kitabın çeviriyazısını gerçekleştirmiş. Dönerin büyük ustalarından dostum İsmet Hacıbeyoğlu'nun eşi Gülçin Hanım da bu grubun içinde olduğu için kitap bana ulaştı. 1924'de yazılmış kitapla birden Cumhuriyet'in ilk yıllarına hayali bir yolculuk yaptım. (Bateş kültür yayınları 1. Telefon: 0212-570 3467)

Geçen yılın son günlerinde, bu kez kuzenim Ahmet Altan, kütüphanemde eski yazılı kopyası duran ve arasıra Osmanlıca'yı unutmayayım diye alıştırma yaptığım bir kitabın çeviriyazısını yolladı. Kapakta, ‘‘Evkadını, Eser: Fahriye’’ yazıyordu. Kolayca tahmin edeceğiniz gibi yine aynı yazardan söz edilmekte. Evkadını Fahriye Hanım'ın bence en büyük klasiği. Bunu okumadan Türk mutfağının geçen yüzyıldaki serüvenini ve dolayısıyla bugünkü mutfağımızı da anlayabilmek çok zor.

Evlendiğinde yemek yapmayı bilmeyen kayınvalidesi Seniye Hanım'ın bu sanatı öğrendiği kitabı, damadı Hüsamettin Ziler yıllar sonra Latin alfabesine çevirtmiş ve yayınlamış. Leman Erdemli ve Zeynep Vanlı'nın transkripsiyonu ve Ayşe Karamustafa'nın tasarımı ile hazırlanan kitabın üzerinde, maalesef ne bir yayıncı adı ne de bir isteme adresi bulunuyor.


EDEBİYAT-YEMEK BULUŞMASI

Oburcuğun edebiyat kitabı

Yemeğin edebiyatla buluşması çok eskilere dayanır ve her buluşma okuyucuya ayrı bir lezzet duygusu yaşatmıştır. Kendi hesabıma Marcel Proust'un Geçmiş Zamanın Peşindesi'ndeki madlen bisküvilerini unutamam. Türk edebiyatında da bu tür lezzet-edebiyat buluşmalarının seçkin örnekleri görülür. Geçen yıl yayınlanan Selim İleri'nin ‘‘Oburcuğun Edebiyat Kitabı’’ yazarın bu alandaki son denemesi idi. Akıcı bir Türkçe ile okuyucuyu sarıp sarmalayan ve yakın geçmişte bir tat yolculuğuna çıkaran bu eseri her lezzet meraklısının mutlaka okumuş olmasını diliyorum. (Yayıncı: Doğan Kitap.)


YÖRE MUTFAKLARI


Meftune: Diyarbakır Mutfağı

Yöre mutfakları ile ilgili özellikle o yörede oturan gönüllü araştırmacıların çok güzel kitaplarının yayınlandığını hatırlıyorum. Divriği ve Sivas mutfakları üzerine çıkmış kitapları yazmak için alıp baktığımda bunların daha önceki yıllara ait olduğunu gördüm. Geçtiğimiz yıl yayınlanmış tek kitap, Filiz Parlak'ın ‘‘Meftune: Diyarbakır Mutfağı’’ başlıklı araştırması. Diyarbakır sınırlarını çoktan aşmış ve her yerde bulunur yemek tarifleri dışında kalan ve gerçekten yöreye özgü yemek tarifleri ilgi çekiyor. Ancak kitap, Diyarbakır mutfağı üzerine yemek tariflerinden hiç olmazsa biraz daha fazlasını söylemeliydi diye düşünüyorum. (Filiz Parlak, Meftune: Diyarbakır Mutfağı; Şeyh Şamil Mahallesi, Lefkoşe Caddesi, D.S.İ. Kop. Birlik Apt. No. 6, Diyarbakır; telefon: 0412-224 9977)
Yazının Devamını Oku

2002'nin yemek kitapları

26 Ocak 2003
Fransızların, ‘‘yemekten alınan keyfin yarısı mönüyü incelemektedir’’ mealinde bir sözünü sık hatırlarım. Bu söz, yemeğin yaşamsal gereklilik ve yararın ötesindeki rolüne işaret ettiği için önemli. Yemenin ve içmenin ötesine geçerek söyleyecek olursak, hiçbir sanat eylemi yaşamsal bir zorunlukla açıklanamaz. Sanat olmadan da sefil bir hayat sürmek mümkün. Bırakın esafil sefl içinde yaşasın!

Yemeğin toplumda bu kadar ilgi toplamasını aslında pişirmenin ve sunmanın sanatsal yönüne bağlamayı daha doğru buluyorum. Uygar insan, ilkel atalarının aksine, karnını doyurmanın değil, lezzetin peşinde. Böyle olunca, kaçınılmaz biçimde, incelikleri araştırmak ön plana geçiyor. Bulduklarımızı da başkalarıyla paylaşmak istiyoruz. Unutmayın ki, güzellikler paylaşıldıkça artar.

Garip ama gerçek bir durumu belirteyim: Türkiye'de yazı yazarak para kazanılmıyor. Daha doğrusu yazıyla hayatını kazananlar bizde çok küçük bir zümre. Yemek yazılarıyla para kazanabilmek ise tam bir ham hayal. Yine de son birkaç yıldır yemek kitapları giderek daha sık ve çok sayıda yayınlanır oldu. Böylesine sevindirici bir gelişmeyi, cefakár yemek araştırmacılarının bildiklerini ve öğrendiklerini başka lezzet meraklıları ile paylaşma arzusuna bağlıyorum.

Geçen yılın sonunda sayıca ve nitelikçe artan yiyecek-içecek kitaplarının bir yıllık değerlendirmesini yapacağıma söz vermiştim. Bugün o sözü yerine getireceğim. Kitapçı raflarından bulduklarımla yazar veya yayıncıların yolladıkları kitapları yıl boyunca inceledim. Göremediklerime ulaşabilmek içinse bu köşede iki defa yazdım. Değerlendirme dışı kalan kitapların sorumluluğunu artık taşımadığımı düşünmekteyim.

Bir de hatırlatma yapayım: Bundan böyle her ay yeni yayınlanan bir yemek kitabını bu köşede değerlendireceğim. Böylece kitapların Hürriyet-Pazar aracılığıyla daha geniş bir meraklı kesimine ulaşacaklarını ümit ediyorum. Bu keyif de bana yeter.


SANAT VE YEMEK KİTABI


Kalbe Giden Yol

Madem söze sanatla yemeğin buluşmasından girdim, öyleyse yılın en sanatsal yemek kitabını yazının başına alayım. Ergun Baskan bu yıl beni çok heyecanlandıran bir baskı ve cilt güzelliği sergileyen harika bir yemek kitabı yayınladı. ‘‘Kalbe Giden Yol’’ bir matbaacı ve yemek meraklısı olan Baskan'ın her iki alandaki başarısını taçlandıran bir eser.


YILIN EN İLGİNÇ YEMEK KİTABI


Bir sebze monografisi: Kabak Yemekleri

Bana gelen mektuplardan, bazılarınca bu değerlendirmenin bir yarışma gibi algılandığını hissettim. Ortada bir yarışma yok, bir değerlendirme denemesi var. Böyle söylemekle birlikte, geçen yılın en ilginç kitabının bir sebze monografisi olduğunu belirtmekten kendimi alamıyorum.

Kitabın yazarı Mestan Yapıcı, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nü bitirdikten sonra müfettişlik ve öğretmenlik yapmış. İzmir, Aydın ve Manisa'da araştırmalar gerçekleştirmiş. 'Kabak Yemekleri' yayınladığı ikinci kitabı.

‘‘Kabak tadı vermek’’ deyiminin dilde yer ettiği bir ülkede kabak üzerine bir kitap yazmak önce cesaret işi. Nitekim yazar da, ‘‘Kabak ucuz bir yiyecek. Kabağın tüketimi, ekonomik sıkıntıların arttığı şu günlerde doğal olarak çoğalacaktır’’ diye bir not düşmüş. Takip eden cümle ise çok daha anlamlı: ‘‘Bu ucuz yiyeceğin, zevkle bilerek yenmesine bu kitabın yardımcı olacağını umuyorum.’’

150 sayfalık kitabın ilk elli sayfası kabağın türleri, tarihçesi, özellikleri, saklanması gibi teknik açıklamaların yanısıra kabağın edebiyattaki, halkbilimindeki yerine ayrılmış. Bu da kitabı, tarif içeren yemek kitaplarından hemen ayrı bir yere koymamızı gerektiriyor. Geriye kalan yüz sayfada ise gerçekten ilginç, kabakla yapılmış yemek tarifleri de bence kitabın süsü olmuş. (Dönence Basın ve Yayın Hizmetleri: 0212-511 18 89).


YEMEK KÜLTÜRÜ KİTAPLARI


Sabri Koz'un topladığı mutfak makaleleri

Yemek kültürü üzerine bu yıl yayınlanan kitaplar içinde Sabri Koz'un ‘‘Yemek Kitabı: Tarih-Halkbilimi-Edebiyat’’ derlemesi bence her yemekseverin kitaplığında başköşeye koyabileceği bir eser. Sabri Koz'u üniversite yıllarından Folklor Klubü'nde yayın çalışmalarını yönetirken tanımıştım. Boğaziçi Üniversitesi'nin ‘‘Folklora Doğru’’ dergisine makaleler yollardı. Yanılmıyorsam, ‘‘Anamın Yemekleri’’ adıyla Afyonkarahisar halk mutfağı üzerine yaptığı çok değerli bir çalışma vardı. Sabri Koz kitabını, ‘‘aslında ona yazılarıyla omuz veren araştırmacıların eseri’’ diye tanımlamış. Tek tek ulaşılması zordan öte imkansız, buna karşılık çok değerli elliden fazla Türk mutfak kültürüne ilişkin makaleyi biraraya getirmiş. Böylesi bir hizmete sadece şükran duyulabilir. (M. Sabri Koz (Hazırlayan), Yemek Kitabı: Tarih-Halkbilimi-Edebiyat, Kitabevi yayını; telefon: 0212- 512 4328)

Türk Mutfak Kültürü Araştırmaları

Yemek kültürü deyince, yine üniversite yıllarından aynı vesileyle tanıştığım Kámil Toygar'ı anmadan geçemem. Kamil Bey uzun süre Kültür Bakanlığı'nda folklorla ilgili üst düzey mevkilerde bulundu ve Türk halkbilimine hizmet etti. Hizmetin devlet memurluğu ile sınırlı olmadığı gerçeğinden yola çıkarak, emekliliğinden sonra bir grup gönüllü ile kurdukları Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı'nda aynı işi sürdürdü. Beş yılı aşkın bir süredir, düzenli biçimde her sene ‘‘Türk Mutfak kültürü Üzerine Araştırmalar’’ adıyla bir yıllık yayınlıyorlar. Yerel mutfaklar, bize özgü yiyecekler, yemeğe ilişkin ádetlerimiz gibi ilginç alanlarda bu ilginç yayın dizisi devam ediyor. Derlemenin 2002 edisyonu üzerine ileride tekrar yazacağım için sözü daha fazla uzatmayacağım. (İsteme adresi: Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı, İzmir Caddesi, Moda İşhanı B Blok, 3. Kat, No: 7-75, Yenişehir-Ankara; telefon: 0312-425 5155)

Annemin Yemek Defteri

Arkadaşım Senay Haznedaroğlu, Oğlak Yayınları'nda bir yemek dizisi oluşturdu. Dizinin müdavimlerinden biri olduğumu saklamayacağım. Diziden geçen yıl yayınlanan bir kitap, Esin Eden'in 'Annemin Yemek Defteri: Selanik, Münih, Brüksel, İstanbul'u idi. Kitapta Selanikli bir ailenin Türk ve Musevi mutfaklarının dönemin Avrupa yemek kültürüyle buluşturması yer alıyor. Esin Hanım bana bu defterden söz ettiğinde mutlaka yayınlamasını önermiştim. Yirmi yıl sonra eser Yunanistan'da yayınlandı. Şimdi kitabın Türkçesini okumak bana büyük keyif verdi.

Mevsimlerle Gelen Lezzet

Aynı diziden, yemek meraklısı ve araştırmacı olan Tijen İnaltong'un ‘‘Mevsimlerle Gelen Lezzet’’ini de hatırlatmak isterim. Dikkatli okuyucularım bu kitapla ilgili daha önce yazdıklarımı hatırlayacaktır. Hatırlamayanlara da bu kitabı salık verdiğimi söylemekle yetineceğim. (Devam edecek)
Yazının Devamını Oku

Seçkin bir mercimek çorbası nasıl yapılır

19 Ocak 2003
Mercimek çorbasını bu kadar sevmeme ve içimde gizlenen avam ruhun haykırışlarına zaman zaman kulak tıkayamadığımı itirafa rağmen, yine de seçkinci eğitimin etkisiyle olsa gerek, mercimek çorbasının da hakkının verilmemesine tahammülüm yok. Bir başka deyişle, sade suya mercimek çorbasını ne kabullenebilir, ne de ona övgüler düzebilirim... Yemek konusunda bazı takınaklarım var. Mercimek çorbası bunlardan biri. Tek takınağım o değil elbette. Mesela eskiden pilavı her gün yesem bıkmazdım. ‘‘Dım’’ dedim, çünkü durum değişti. Hekimler şekeri yükseltiyor diye pirinci yasakladığından beri pilav, sadakat ve samimiyetle eşine bağlanmış evli adamın eski kız arkadaşına benzedi.

Sonra hayalimde musakka ve karnıyarık canlanıyor. Kışın mevsimi olmadığı için böyle şeyler hemen aklıma gelmese de yazın bu yemekler, fıkradaki gibi, hiç aklımdan çıkmıyor. Hele pilav ve cacık eşliğinde her iki patlıcan yemeği de muhteşem olur.

Tabii illa mutantan (şatafatlı, gösterişli) bir yemek gerekmez. Mesela yine yazları -acaba kış artık tadını kaçırdı da yazı mı özlüyorum?- fırından taze çıkmış, koparıldığında içinden dumanlar çıkan bir somun ekmek, bir dilim kan kırmızısı karpuz ve tam yağlı koyun sütünden yapılmış beyaz peynirin insanın damağında bıraktığı tat neyle karşılaştırılabilir? Ucuz popülizm olsun diye değil, kalpten gelerek söylüyorum: Bütün ihtişamı içinde en iddialı Fransız yemeği bile bu lezzetin yanına yaklaşamaz.

MİDE ŞİŞİRİR İŞTAH KESER

Mercimek çorbası işte böyle bir gözde. Kış boyunca neredeyse her hafta birkaç kez bu çorbayı içerim. Öte yandan ünlü bir Fransız yemek yazarının sözünü de çorbayı her içişimde hatırlamadan edemem. Zatı muhterem, 1950'li yıllarda Paris radyosunda yemek ve içmek üzerine yaptığı konuşmalarından birinde, ‘‘sakın ola bu çorba işinin cılkını çıkartmayın, zira çorbanın fazlası mide şişirir ve asıl yemeğin önüne geçip iştahı keser’’ yollu hükümlerini aktarmaktaymış. Elbette o konuşmaları dinlemiş değilim. Ama bir hayır sahibi yayıncı bunları deşifre edip yayımlamış. Ben de Paris'teki bir sahafta kitabı bulup almıştım. Okuduklarımdan naklen söylüyorum.

El Hakk, bu sözler aslında doğrudur. Gurme -yani ağzının tadını bilir kişiler- bu çorba işini biraz es geçer. Resmi yemeklerde sofraya çorba geldiğinde, şöyle kaşığın ucuyla bir tadar ve bırakırlar. Brakırlar ki, arkadan geleceği ümit edilen leziz yemeklere midede yer kalsın. Oysa ben, kış günü havalar soğuyunca ve içimdeki avam ruhu ayaklanınca titreyip kendime dönüyor ve mercimek çorbasına düşkünlüğümü en azından kendimden saklıyamıyorum.

SADE SUYA TİRİT

Önce her yemekte olduğu gibi mercimek çorbasında da malzemenin kalitesinin yemeğin kalitesini baştan belirlediğini söyleyeyim. (Nasıl bir felsefi determinizm ama?!) Düsturu unutmayın: Ne kadar iyi malzemeyle yola çıkarsanız, o kadar lezzetli bir yemek pişirebilirsiniz. Ya da Arnavut'un deyimiyle, ‘‘ne kadar ekmek, o kadar köfte!’’

Malzeme dışında, özenilmeden yapılmış mercimek çorbasını alelusul yapılandan ayıran ilk nokta, çorbanın sade suyla mı, yoksa et suyuyla mı hazırlanmış olduğudur. Atalarımız, ‘‘sade suya tirit’’ lafını boşuna deyim haline getirmemiş. Çorbanın her türlüsünde sade su pek yavan bir tat verir. Oysa kemik (tercihan dana kaval kemiği), soğan, pırasa, kereviz sapı, havuç ve maydanoz sapları ile hazırlanmış et suyu ucuz olmasına karşılık müthiş bir lezzet kaynağıdır. Lafı burada bırakmayıp kabaca ölçü verecek olursak, 1 kg. kemiğe her biri 50 gr. dolayında bu sebzeler gerekir. Tabii maydanoz kökü birkaç saptan ibaret olmalı. Bir de et suyunu hazırlarken malzemenin tencereye üzerini birkaç parmak aşacak kadar soğuk su ilavesiyle konmasını ve pişerken üzerinde oluşan kefin sık sık alınmasını da hatırlatalım.

FAHRİYE HANIM'IN ÖĞÜDÜ

Fahriye Hanım'ın Cumhuriyetle aynı yaştaki yemek kitabına bakılırsa, o zamanlar mercimek çorbasını etsuyunun yağı ile kavrulmuş soğanla tatlandırmak gerekirmiş. Şimdi et suyunun üzerinde oluşan yağ alınıp atılıyor. İyi mi yapılıyor denirse, bilmem. Şimdi moda böyle. Hayvani yağlar tutulmuyor. Muhafazakar kesim bunun yerine tereyağı kullanmakta. Modernistler ise ayçiçeği veya mısırözü gibi tadı tuzu olmayan sıvıyağları tercih ediyor.

Bu soğan fikri enteresan olmakla birlikte, bence buna ek olarak, et suyundaki kök sebzelerden bir kere daha yararlanmakta fayda var. Yani yarım kilo mercimeğe yüzer gram hesabıyla pırasa, havuç ve kereviz sapı mercimek çorbasına ekstra lezzet katar. Hatta devrimci görüştekiler birkaç diş sarmısağı bile gündeme getirmekte.

İşin sonuna gelindiğinde, ağır ateşte bir saat pişip süzgeçten geçirilmiş mercimek çorbasının kıvamını sağlamak sorunuyla karşılaşılır. Alafranga alışkanlığı baskın bazıları bunun için krema kullanıyor. Fahriye Hanım'ın kitabında önerdiği yumurta terbiyesi ise daha ilginç. Ben yine de çok hafif bir meyane fikrine yatkınım. Böyle diyorsam da mutlaka belirteyim ki en ifrit olduğum örnekler, bol meyane ile tutturulmaya çalışılmış cumbul cumbul sulu mercimek çorbaları. Unu yağla kavurup çeşme suyunu bağlayarak çorba diye satanları hemen defterden siliyorum. Sahtekárlık bir yana, tat açısından bunlar mercimek çorbası mı, yoksa un çorbası mı anlaşılmıyor. Her ne iş yapılacaksa namusu müseccel olmalı!

KÜÇÜK BOY MERCİMEK GEÇ PİŞER

Konu bakliyat olunca Mehmet Reis'i aramadan edemedim. Mercimek üzerine söylediği en önemli nokta, kalibrenin çok önemli olduğu idi. Uzmanların kaliteli yeşil mercimek için görüşü, bu yiyeceğin sağlam, bütün, iyi kurutulmuş olması gerektiği. ‘‘İyi bir mercimek ayrıca böcek, kimyasal madde artıkları, nem, yabancı tat ve koku içermemelidir’’ deniyor.

Kalibre konusuna gelince... Mehmet Reis'in bu konudaki görüşü, kaliteli bir malda çapın 6 milimetrenin üzerinde olması gerektiği. Çapı 5-5.5 milimetre olan ürünün kullanılamayacağını söylüyor. Ardından da bir piyasa gerçeğinin itirafı gelmekte: ‘‘Ancak fiyatı aşağı çekmek için bu küçük taneli mercimekler iri boy ürüne karıştırılmaktadır.’’

Peki küçük boy mercimek niçin istenmiyor? Boyu posu ufak olduğundan sanılmasın. Sorun bu küçük mercimeklerin geç pişmesi. Karışık ürün alındığında ise mesele büsbütün çetrefilleşiyor. Zira iri ürün piştiğinde küçükler daha pişmemiş olarak kalıyor.

Bir başka sorunlu ve önemli nokta ise bazı yeşil mercimeklerin böcek yapması. Buna ilaçlamaya rağmen ürün içinde kalmış ölü böcekler de dahil.

Küflenmiş, çürümüş, filizlenmiş, kabukları atmış taneler içeren mercimekleri satın almayın, evde kalmış ise kaldırıp atın.

Bütün bunlara tüketici olarak dikkat etsek bile, bazı durumları aşmamız çok zor. Mesela uzmanlar eski ve yeni ürünlerin karıştırılmış olmaması gerektiğini söylüyor ki, haklılar. Eski ürünün renk canlılığı ve parlaklığının kaybolmuş olduğunu bilseniz bile paketin içindeki mercimekte bunu nasıl teşhis edeceksiniz? Ya da iyi bir mercimeğin rutubetinin yüzde 14.5 olduğunu bilmek ürünü alırken nasıl yardımcı olabilir? Soruların tümünün tek cevabı var: Markalı ürünlerden şaşmayın!

LEZZETLİ MERCİMEK ÇORBASININ ŞARTLARI

Bir kg. dana kaval kemiği, her biri 50 gr. dolayında pırasa, kereviz sapı, havuç ve maydanoz sapları ile hazırlanmış et suyu mercimek çorbasına lezzet katar.

Çorbanın kıvamını sağlamak için alafranga alışkanlığı baskın bazıları krema kullanıyor. Fahriye Hanım kitabında yumurta terbiyesi öneriyor. Ben çok hafif bir meyane fikrine yatkınım.
Yazının Devamını Oku

Bir an evvel zıkkımlan da kalk git

12 Ocak 2003
Rütbesi ne olursa olsun, servis elemanı, kendini hizmet ederken hakir görüyor. Çünkü yeterince bilgili ve donanımlı değil. Öyle olunca da küçümseniyor, hatta kendini bilmez ukalalar tarafından hakarete uğruyor. Birçok servis elemanı bu hakaretamiz durumdan kurtulmak için müşteriyi abartılı bir biçimde kabulü düstur edinmiştir. ‘‘Ooo, Abdülrezzak Beyefendi, hoş geldiniz, şerefler verdiniz. Oğlum, koş çabuk Abdülrrezzak Beylere onu getir bunu götür’’ edebiyatının sosyolojik ve psikolojik temeli burada yatıyor. Böylece müşteri onurlandırıldığını düşünüp mutlu oluyor. Garson da başına gelebilecek felaketlerden doğal olarak kurtuluyor.

Yıllar var ki pazar günleri gazete okumayı bir hobi haline dönüştürdüm. İşim gereği önce yiyecek-içecek ile ilgili yazılara göz atıyorum. Geçen hafta en keyif aldığım pazar yazısı, Radikal'deki Hakkı Devrim'in 'Cihannüma'sı oldu. Yazıyı kaçıranlar için, araya küçük alıntılar ekleyerek, bir özet yapmaya çalışayım...

Yılbaşı ertesi Fransa'dan konuklar gelir. Dışarıda bir yemek daveti sözkonusu edilince misafirler tercihlerini kebap ve özellikle döner yönünde kullanırlar. Hakkı Bey de sorup soruşturup, iyi döner servisi yapan bir kebapçı arar. Tavsiyeler onu İç Levent'te bir sosyete kebapçısına yönlendirir. Kebapçıya telefon edilir ve rezervasyon yaptırılır. Telefona çıkan yetkilinin sorusu ise saat kaçta gelip kaçta kalkılacağı olmuş.

Bu aşamada parantez açıp sık yapılan bir yanlışlığa değineyim. Eğer bir yer rezervasyon yapılmasını talep ediyorsa, gelenler o yerde yemek saatlerini diledikleri gibi geçirir. Yani rezervasyonlu müşteriye ‘‘kaçta gideceksin?’’ diye sorulmaz. Meşru soru ancak ‘‘kaçta geleceksiniz?’’ olabilir. O da ön hazırlık yapmak için gerekli olduğundan sorulur.

Aksi durum, yani rezervasyon gerekmemesi, dünyanın her yerinde bazı tür müesseselerde çok yaygın bir uygulama. Mesela kafeler, muhallebiciler, köfteciler, işkembeciler, esnaf lokantaları ve mütevazı restoranlar hiçbir ülkede rezervasyon gerektirmez. Buraya gelenler boş masayı bekler. Beeklerken de sızıldanmaz. Sızıldanacaksa başka bir yere gider. Yemeğini yiyen müşteri ise, adaba uyarak, fazla oyalanmadan hesabı ödeyip kalkar gider.

Bizde görgüsüz sosyetenin icat ettiği lüks lokantaya saatli rezervasyon yöntemini kavrayabilmiş değilim. Parayla görgüsüzlük birleşince demek ki insanda mazohist duygular gelişiyor.

YEMEKLER MASADA HAZIR

Neyse, belli ki Hakkı Devrim bu konuyu, yiyecekleri iyi dönerin yüz suyu hürmetine, takıntı haline getirmemiş. Çünkü ‘‘Aa bakın ben o kadar sıkıntıya gelemem! Biz yemek yerken, birileri gelip başımızda dikilerek sıra bekleyecekse, şimdiden söyleyin hiç gelmeyelim’’ demiş. Restoran yetkilisi ise, ‘‘Öyle şey olur mu, efendim! Belki on dört kişiyi tek masaya oturtamam demek istedim’’ diye zırvayı tevil etmeye çalışmış.

Vurun abalıya denmemesi için cevabın doğru ve samimi olduğunu düşünelim. Ama özellikle sosyete mekanları için söyleyecek olursak, gerçek böyle değil. Çünkü buralarda alenen böyle yapılıyor. Hakkı Bey de bunu elbette biliyor. Bence tecahülü arif yapmış. Her neyse o akşam toplanıp hep birlikte, rezervasyonda öngörülen akşamın yedi buçuğunda, sözkonusu sosyete kebapçısına gidilmiş.

Hakkı Bey anlatıyor: ‘‘Salatalar, tulum peyniri, ıvır zıvır bizden önce gelip masada ‘ahz-ı mevki' etmiş zaten.’’

Burada da bir soluklanalım. Bir takım yiyeceklerin masada ‘‘ahz-i mevki’’ etmesi, yani yer alması, bir başka yanlış servis uygulaması. Çünkü evvela servis anlayışının ana fikrine zıt. Koyunun önüne ot koymuyoruz; para verip güzel bir yemek yemek isteyen insanlara hizmet ediyoruz. Öyleyse bu aceleciliğe ne gerek var? Yangından mal mı kaçırıyoruz? Bunun Türkçe’den Türkçe'ye tercümesi, ‘‘bir an evvel zıkkımlanın da kalkıp gidin’’ demek olmuyor mu?

SERVİS MESLEK DEĞİL

Saniyen sağlık ve temizlik kavramlarını içeren hijyen diye bir şey var. Bilmeyenler için açıklayayım: Yemek sağlıkla birinci dereceden ilgili bir mevzu. Yiyecekler son ana kadar sağlığa uygun şartlar altında saklanmalı. Yenmeye en uygun haldeyken de misafirin önüne çıkarılmalı. Masanın üzerinde bekleyip mikrop yuvası haline gelmiş yiyecekleri misafir niye kabullensin?

Sözü yine Hakkı Devrim'e bırakayım. ‘‘Erhan Bey, (servisi yapan kişi kast ediliyor) uvertürleri bırak da biz doğrudan yemek faslına geçelim’’ denmiş. ‘‘Bizim masadaki altı kişiden dördü döner söyledik’’ diyor müşteki yazarımız. ‘‘Yan masadakilerin çoğu da öyle’’ diye ekliyor. Aradaki ayrıntıları atlayarak can alıcı ana geçelim. ‘‘Saat 20:00'de garson Erhan yeniden göründü. Ve durumu iki kelimeyle özetledi: Döner kalmamış!’’ Hakkı Devrim kendi cevabı yerine gazetedeki köşesine bir ünlem işareti ile üç nokta koymayı yeğlemiş. Bense açık açık yazayım: Bu bir rezalettir! Utanmazlıktır! Müşteriye hakaretin daniskasıdır! Hatta -teeddüp ederek söylüyorum- misafiri eşek yerine koymaktır!

Kan beynime sıçrasa da doğruyu yazmalıyım. Böylesi olayların asıl nedeni, bizde servisin hálá bir meslek haline dönüşememiş olması. Rütbesi ne olursa olsun, servis elemanı, kendini hizmet ederken hakir görüyor. Çünkü yeterince bilgili ve donanımlı değil. Müşterinin karşısında sergileyebileceği bilgi ve becerisi çoğu zaman eksik ya da kusurlu, bazen de hiç yok. İki şarabın adını doğru telaffuz edemez, bir yemeğin içeriğini ve yapılışını gerektiği biçimde anlatamaz garsonları çok gördüm. Öyle olunca da küçümseniyor, hakir görülüyor, hatta kendini bilmez ukalalar tarafından hakarete uğruyor.

SARK USULÜ SAADET ÇARKI

Dikkat edin, bizde birçok servis elemanı bu hakaretamiz durumdan kurtulmak için müşteriyi abartılı bir biçimde kabulü düstur edinmiştir. ‘‘Ooo, Abdülrezzak Beyefendi, hoş geldiniz, şerefler verdiniz. Oğlum, koş çabuk Abdülrrezzak Beylere onu getir bunu götür’’ edebiyatının sosyolojik ve psikolojik temeli burada yatıyor. Böylece doğru dürüst servisten anlamayan görgüsüz müşteri onurlandırıldığını düşünüyor ve mutlu oluyor. Garson da başına gelebilecek felaketlerden doğal olarak kurtuluyor. Soğuk yemek ılık tabakta, sıcak yemek soğuk tabakta gelse de; biralar ‘‘normal’’ sıcaklıkta servis edilse de; ayıklanmış balıkların yanında balık çatalı ve bıçağı verilse de kimse bunları eleştiri konusu yapmıyor. Bırakın eleştiriyi, bahşiş yağcılıkla orantılı olarak artıyor.

Bence Hakkı Devrim, Pazar günkü yazısıyla bu saadet çarkına bir çomak sokmuş. Ben de çomağı yaranın içinde kanırttığıma göre onunla aynı yolun yolcusuyum. Böyle söylememe rağmen yazdıklarımdan pişman olduğum sanılmasın. Çünkü bu kolay bir yol. Tam Şark usulü. Bilgi, beceri, eğitim gerektirmeden kurnazca bulunmuş bir formül. Servis personelini köle addeden işletme sahibi ve müşteri ikilisinin istediği yol da bu. Medeni insanlar ise saygı, bilgi ve beceri istiyorlar. O ise hem işletmeci, hem görgüsüz müşteri, hem de servis personelini zorluyor. Gerçi şimdi aktardığım söz dinsel bir anlam taşıyor, ama dindışı anlamı da gözardı edilemez: ‘‘Dar kapıdan girin; zira heláke (mahvolmaya) götüren kapı geniş ve yol enlidir; ve ondan girenler çoktur. Çünkü hayata götüren kapı dar, ve yol sıkışıktır, ve onu bulanlar azdır.’’
Yazının Devamını Oku

Çok yiyip içenin derdi de çok olur

5 Ocak 2003
Bir gurme için iyi yaşamanın tanımı oburca yaşamak olmamalı. Keşişler için değil, ağzının tadını bilenler için yazılan bir köşede benden duymak istenilen elbette bir perhiz yazısı olamaz. Ama biz, yaradılışın akılla donattığı varlıklarız. Öyleyse aklımızı kullanmamız beklenir. Mesela niçin sağlık için bu kadar övülen balıklar soframızda bu kadar seyrek yer alıyor, anlayabilmiş değilim.

Başta gelen dert, hekimlerin ‘‘obezite’’ tabir ettiği şişmanlık. Yıllarca şişmanlık meselesini hiç kafama takmadan yaşayıp gittim. Ancak şişmanlıktan doğan dertler maalesef estetik görünüm meselesiyle sınırlı kalmıyor.

Aslında şişmanlık başka dertlerin anası. Gençlikteki bahar yelleri yerini kışın keskin rüzgarlarına bıraktığında, fazla kilolar, fareli köyün kavalcısı misali, sağlık sorunlarını da peşinden sürüklemekte. O zaman ise sadece hekim kapılarında dolaşmak yetmiyor.

Böyle durumlarda mutlaka, ama mutlaka hekime görünecek ve önerilen ilacı alacaksınız. Sözünü ettiğim hekim ve ilaç meselesinin altını gökkuşağının bütün renkleriyle çizeyim. ‘‘Şu otu kaynat çok yararlı’’, ‘‘aç karnına limon suyu iç zayıflarsın’’ yollu kocakarı tavsiyelerini bir kenara bırakın. Bunların, faydası bir yana, olsa olsa zararını görürsünüz. Aç karnına limon suyu içip midesini delen çok. Kendi hesabıma böylesi önerileri dinlemiyorum bile.

SPORU KÜÇÜMSEDİK

Bir de son yıllarda daha sık ve daha yüksek sesle söylenen ve giderek daha fazla kişiyi kandıran bir şiar var. Yüz büyük Türk yalanı içine girebilecek özdeyiş şöyle: ‘‘Bütün ilaçlar doğadaki bitkilerden yapılıyor, öyleyse ilaç içeceğinize şifalı otlarla tedavi olun’’. Bu palavraya hiç kulak asmayın. İlaç firmalarını sahtekar ve dolandırıcılar mı yönetiyor? Öyleyse bile kamu otoritesi buna nasıl ve niçin izin veriyor? Ya hekimler niye reçeteye ot, zot değil de ilaç yazıyorlar? Ayrıca üniversitelerin farmakoloji bölümlerinde insanların dört-beş yıl boşuna mı dirsek çürütüyor?

Ne var ki sağlık yalnız hekim ve ilaçla sağlanamıyor. Yunanların sağlam kafanın sağlam vücutta bulunduğu özdeyişi çok doğru. Herhalde büyük ölçüde faşizmin gücü -hatta açıkça kabagücü- yüceltmesine inat, bize gençliğimizde sporun kitlelerin uyuşturucusu olduğu telkin edilmişti. (Bunda Salazar'ın hakkını yemek istemem, ama lafı uzatmamak için bu kadarını söylemekle yetineceğim.) Bir de çocukluğumun ünlü ‘‘ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu’’ sözünü unutamam. Sanki spor yapanlar, entelektüel yeteneği kısıtlı veya özürlü kişilermiş gibi düşünülür ve davranılırdı. Salaklığı üstüne kondurmak istemeyenler de spordan uzak durmaya çalışırdı. Aptal olup da aptal olmadığımı ispat telaşına düştüğümden ben de çocukluk ve gençliğimde aynı günaha ortak oldum. Bugün yaşını başını almış bir adam olarak maç budalası haline gelmemi karımın anlayamaması, bu gerçekten bihaber büyümüş olmasından.

GURME OBUR OLMAMALI

Hayatın yatsı vakti geldiğinde, yalan mumları sönmeye başlıyor. O zaman, spor yapmanın fazileti anlaşılıyor. İlerleyen yaşlarda ise spor genellikle sabah yürüşleri veya zorlamadan uzak sporlara kayıyor. Yürüyüşün fazileti hakkında geçen yaz bir yazı kaleme almıştım. Orada söylenenleri yinelemeyeceğim. Ama bilin ki, en azından gün aşırı, açık alanda ve temiz havada yapılan bir sabah yürüyüşü kadar sağlığa yararlı pek az şey vardır. Bu yürüyüşler çok yiyip içenlere özellikle tavsiye edilir.

Hekim, ilaç ve spor üçgeni sağlıklı bir yaşam için gerekli ama yeterli olmuyor. Bir gurme için bile iyi yaşamanın tanımı oburca yaşamak olmamalı. Güzel yiyecek ve içeceklerden elbette uzak durulamaz. Keşişler için değil, ağzının tadını bilenler için yazılan bir köşede benden duymak istenilen elbette bir perhiz yazısı olamaz. Öte yandan biz, yaradılışın akıl ve hikmetle donattığı varlıklarız. Öyleyse bizden aklımızı kullanarak davranmamız beklenir. Mesela niçin sağlık için bu kadar övülen balıklar soframızda bu kadar seyrek yer alıyor, anlayabilmiş değilim. Üstelik dünyanın en lezzetli balıkları bizim sularımızda bulunuyor. Balığın lezzeti -veya bir başka deyişle güzelliği- pahasıyla da ilişkili görünmüyor.

SAĞLIKLI HAMSİ TARİFİ

Geçenlerde evde kilosu bir milyon liraya alınmış hamsiden bir yemek pişirdim. Kafa ve kılçıkları ayıkladıktan sonra, zeytinyağı sürülmüş tepsiye bir kat balık dizdim. Üzerine küçük doğranmış iki baş soğan, üç diş sarımsak, yine ince kıyılmış dereotu ve maydanoz karışımından koydum. (Meraklısı için bu karışımın tuz ve biberle tatlandırıldığını ve istenirse buna biraz acıbiber sosu katılabileceğini söyleyeyim. Hatta harca dolmalık fıstık ve kuşüzümü de eklenebilir.) Harcın üzerine bir kat daha ayıklanmış balık dizdim. Tekrar zeytinyağı gezdirdim ve bol ve iri çekilmiş karabiber ile yemeği tamamladım. Sonra tepsiyi fırına sürüp 15-20 dakika pişirdim. Lezzetli ve sağlıklı bir yemeğin keyfi bütün gece damağımı terk etmedi!

Önümüzde yeni bir yıl var. Bunu fırsat bilerek hayatımıza yeni bir yön verebiliriz. Fırsatları kaçırmayalım...


HALK GAZETESİNDE PETRUS ŞARABI YAZISI DA OLUR


Hürriyet'in Cuma ekinde yayınlanan restoran tiplerine göre yapılan değerlendirmelerin çok ilgi çektiğini görüyorum, duyuyorum, okuyorum. Önce şunu belirteyim ki, bu değerlendirmeler tek tek jüri üyelerinin kişisel görüşlerini belirtmiyor. Herkes kendi oyunu veriyor ve sonucu Cuma günü gazeteden okuyor. Jüri üyeleri bu değerlendirmeler için biraraya gelmiyor, konuyu tartışmıyor. Dolayısıyla jürinin ortak görüşü veya değerlendirmesi yok. Bir tür uzman kamuoyu anketi yapılmakta. O yüzden de alınganlıklar gereksiz.

Yukarıdaki not, başka değerlendirmelerin yanısıra bu gazetede okuduğunuz bir yazıyı da hatırlatabilir diye söyleyeyim: Galatasaray Lisesi'nden kardeşim Fatih Altaylı'nın beğenilerinin farklı olmasına saygım sonsuz. Benimkiler de öyle. Hatta sanırım onunla zevklerimiz, kebapçılar sözkonusu olduğunda, galiba jüri kararından daha çok benzeşiyor.

Bir de Petrus şaraplarının bir halk gazetesinde konu edilmesi meselesi var. Yaygın bir eleştiriyi yine Fatih Altaylı köşesine taşımış. Bu eleştiriye de katılmıyorum. Bu eleştiri haklıysa Polinezya veya And Dağlarına hayatında hiç gitmeyecek milyonlarca insanın coğrafya ve gezi dergilerini okuması nasıl açıklanabilir? Ve yine eğer bu eleştiri doğruysa, bir halk gazetesinde niçin Mercedes veya Ferrari'lerin yer aldığı otomobil sayfaları var? Yukarıdaki eleştiriye katılan birisi bana lütfen bunları açıklayabilir mi?


YILIN EN İYİ YEMEK KİTAPLARI


Yılın yemek kitapları üzerine yazıma yanıtlar sevindiriciydi. Ocak ayı içinde bu yazıyı Hürriyet-Pazar'da okuyacaksınız.

Yine de bir noktayı açıklığa kavuşturayım. Bu bir yarışma değil, bir değerlendirme yazısı olacak. Ölçüt ise, kitabın 2002 yılı içinde yayınlanmış olmasından ibaret. İçinde yemek ve içmekten söz edilen her kitap bu değerlendirmeye alınacak.

Bilinmesi gereken bir başka nokta ise, görmediğim ve bilmediğim bir kitabı elbette değerlendiremeyeceğim. Sonradan alınganlık olacağına şimdiden söyleyeyim: ‘‘Tuğrul Şavkay, Hürriyet Gazetesi, Hürriyet Medya Towers Güneşli- İstanbul’’ adresine gönderilmeyen kitaplar, eğer bu kitapları başka bir vesileyle görmemiş isem, değerlendirme dışı kalacak.
Yazının Devamını Oku

Eğlenceli bir gömme töreni

29 Aralık 2002
Geçmiş, ne kadar güzel olursa olsun, daima rahatsız edici anılarla maluldür. Bellek, savunma mekanizmasının sayesinde, bunların büyük kısmını unutur. Ama daha iyi ve kesin bir yol, geçmişin mümkünse törenle gömülmesidir. Yılbaşı da böyle eğlenceli bir gömme törenidir. İşte size bu gömme töreni için bazı öğütler. Okula başlama, mezuniyet, bizdeki sünnet benzeri ergenliğin tanınması, evlenme ve daha bir sürü geçiş töreni her toplumda ve her zaman geçerli olagelmiş. Başka deyişle bu tür törenlerin tümü neredeyse insanlık kadar eski. Antropoloji öğrencisiyken geçiş törenlerinin evrenselliği hakkında uzun uzun düşünmüştüm. Doktrinde açıklama az sayılmaz. Yine de bence en önemli neden, insanoğlunun her zaman hayatta 'yeni ve temiz bir sayfa' açma isteği. Geçmiş, ne kadar güzel olursa olsun, daima rahatsız edici anılarla maluldür. Bellek, savunma mekanizmasının sayesinde, bunların büyük kısmını unutur. Ama daha iyi ve kesin bir yol, geçmişin resmen -ve mümkünse törenle- gömülmesidir. Yılbaşıları da böylesine eğlenceli bir gömme töreninden başka bir şey sayılmaz.

Bu pazar, yılbaşı öncesi küçük bir vaaz vermek istiyorum. Söze yılbaşını dışarıda geçirmek isteyenlerle ilgili bazı notlarla başlayayım. Ağırlamada genel geçer kurallardan biri, kitlesel olaylarda inceliklerin aranmamasıdır. Ne evsahibi bunları temin edebilir, ne de konuklar böyle gerçekçi olmayan bir talepte bulunmalı. İstenebileceğin en fazlası, eli yüzü düzgün, hatasız bir hizmet olmalı. Yani sıradışı işler konudışı sayılır.

HER TÜRLÜ EKSTRA KESEYE ZARAR VERİR

Yukarıdaki genel kural çerçevesinde kalan yılbaşı kutlamaları da genellikle yüzlerce, bazen binlerce kişi için organize edilir. Dolayısıyla burada standardın üzerinde yemek, içki ve servis beklenmemeli. Beklenti çıtanızı ne kadar yükseltirseniz, hayal kırıklığınız da o kadar derin olur. Öyleyse çukurlardan uzak kalın!

Özellikle ekstralar konusunda bir küçük uyarı daha yapayım. Yılbaşıları eğlence sektörünün yılda birkaç kez yakaladığı fırsatların başında gelir. O yüzden fiyatlar alabildiğine şişer. Alanın ve satanın karşılıklı rıza gösterdiği bir gerçekten söz ettiğimi unutmayın. Fiyatları normal zamanla karşılaştırmak ancak trajik bir kazıklanma duygusuna yol açar ki, o güzel gecenin hatırına bu duygudan uzak kalmakta büyük yarar var. Ancak, ekstraların her türlüsü de bu genel anlayışın dışında kalmadığı için, onların fiyatları da bu özel gecede alabildiğine şişirilmiştir. Daha rezervasyon yapılırken fiyat bilindiğinden hazmedilmesi zaman içinde mümkündür. Buna karşılık ekstraların yarattığı sürprizi, sipariş anıyla faturayı ödeme anı arasındaki kısa zaman aralığında hazmetmek aynı ölçüde kolay olmaz. Ekstralar midenize oturur, hatta bazen kalbinizi sıkıştırabilir. O zaman da, en azından, gecenin keyfi kaçar. Öyleyse bu gece her türlü ekstradan uzak durun!

PROGRAM VARSA YEMEK İKİNCİ PLANA DÜŞER

Programlı bir eğlence tercih edilmişse, en iyi yerlerde dahi yemek ve içki kalitesi ikinci plana atılır. Bunlar biraz da 'laf olsun, torba dolsun' anlayışıyla misafirlerin önüne getirilir. Program bizde daima ön plandadır. Fiyat ne kadar yüksek olursa olsun bu gerçek değişmez. Öyleyse böyle ortamlarda gastronomik taleplerde bulunmayın!

Eğlenmek bizde genellikle iki kişinin başbaşa becerebildiği bir iş değil. Hele uzun beraberliklerde başbaşa eğlenememe -ya da başka deyişle sıkılma- katsayısı giderek artar. Eğlenmek isteniyorsa, en iyi çare genişçe ve birbiriyle iyi anlaşan, ortak beğenilere sahip bir grup oluşturmaktır. Yıllardır birlikte olan çiftlere yılbaşı için yapılabilecek iyi tavsiyelerden biri de budur. Grubun ideal boyutu ise, herkesin birbiriyle en az iki çift laf edebileceği büyüklüktür. Fazlası kuru kalabalık sayılır. Öyle durumlarda makul sayıda bir grup oluşturarak program yapın!

SERVİS PERSONELİNE CÖMERT OLUN

Dışarıda eğlenmenin görünmez bir bedeli de, gecenin sonunda hesap ödenirken ortaya çıkar. Eğlenceyi ve yemekleri beğenmeseniz bile, servis personelini bahşişten mahrum etmeyin. Onların işi iyi bir eğlence düzenlemek veya iyi yemek pişirmek değil, size düzgün bir yemek ve içki servisi yapmaktan ibaret. Bunun için yılbaşını eşleri ve çocuklarıyla değil, sizinle geçirmekteler. Bu özverilerini, özel bir şikayet sözkonusu değilse, mutlaka ödüllendirin. Bunu yaparken de cömert olun. Cömertliğin asgari ölçüsü, hesap pusulasının yüzde onundan az olmayan bir para ödemektir. Daha fazlası ise -ki bu yüzde on beşi pek aşmaz- size verilen özel hizmetin ölçüsüne bağlıdır. Öyleyse servis personeline karşı cömert olun!

Böyle bir gece tasarlayanlara son önerim ise trafikle ilgili. Yılbaşı eğlencesinin en yaygın eğlenme aracının içki olduğu konusunda evrensel bir mutabakat mevcut. Alkolle başı hoş olmayanlar bile, özel bir durumdan bahsedilemezse, o gece limitlerinin üzerinde içki içer. Yılbaşı akşamı yola, 'içki kötülüklerin anasıysa, ben annemi seviyorum' sloganıyla çıkmayın. Başınızın hoş olması -Türkçe'deki alışılmış deyimiyle 'sarhoş'luk- size keyif verebilir. Buraya kadar kendinizle başbaşasınız ve istediğinizi yapabilirsiniz. Ancak, arabanın direksiyonuna oturanlar artık toplumsal hayatın içindedirler ve kendi heváları uğruna başkalarına zarar veremezler. Öyleyse, özgürlüklerin doğal sınırlarını zorlamayalım!

EVDEYSENİZ İŞİ SON DAKİKAYA BIRAKMAYIN

Şimdi gelelim, tek başına değilse bile ailesi ve/veya dostlarıyla evde yılbaşını geçirmeyi planlayanlara...

En çok üzerinde duracağım ve altını gökkuşağının bütün renkleriyle çizmek istediğim husus, hiçbir işin son dakikaya bırakılmaması. Her ne yapılacaksa, hepsi en az birkaç saat önceden bitirilmiş olmalı. Mesela yılbaşı yemeği olarak fırında hindi veya kuzu fırın çevirmesi yapabilirsiniz. Ama sözgelimi puf böreği, çok daha basit bir yiyecek olmasına rağmen, böyle bir günde menüye dahil edilemez. Çünkü puf böreği önceden pişip bir kenarda bekletilemez. Son dakikada yapılması gerekir. Şık giyinmiş, güzel kokular sürmüş bir hanımın tavada yanan zeytinyağı kokuları içinde börek yapıp sofraya getirmesini istemek, kadın hakları bir yana insan haklarına aykırı sayılır. Unutmayın ki, kadınlar evlenmekle kocasının veya ailenin kölesine dönüşmüyor. Öyleyse en azından böyle bir akşamda benzer durumlardan ve taleplerden uzak durun!

ALIŞILMADIK AŞ YA KARIN AĞRITIR YA BAŞ

Menüden devam edecek olursak, yılbaşı menüsünü bir yemek curcunası haline getirmememek gerekir. Çünkü bu kadar çeşit alışılagelmiş bir uygulama olmadığı için başta keyif, sonda ise eziyet verir. Atasözünü hatırlayın: Alışılmadık aş, ya karın ağrıtır ya da baş! Önerim makul sayıda, ama şık ve hoş yemekler hazırlanması. Fazlası zaittir. Üstelik bu yemeklerin tümünün ille de evde hazırlanmış olması gerekmez. Zamanı kendinize ayırın. Yemeklerin bir kısmını ya önceden hazırlayın veya hazırlatın ya da iyi bir yerden hazır olarak satın alın. Bazen iyi bir şarküteri veya peynir tabağı mükemmel bir yemek yerine geçer.

Biraz önce satır arasında söz ettim ama bir kere daha altını çizerek söyleyeyim: Evde olmak, partal giyinmek veya pijamayla sofraya oturmak anlamına gelmez. Yıkanın, traş olun, makyaj yapın, gardrobunuzdaki en şık elbiseleri giyin, takın takıştırın. Bunlar hem kendinize hem de karşınızdakilere saygının en basit göstergesidir. Bütün görgü kurallarının altında yatan temel yasa da bundan başka bir şey değildir.

Umarım bu pazarki vaazımı beğenmişsinizdir. Bu vesileyle hepinize eğlenceli bir geçmiş yılı gömme töreni ve çok mutlu bir yeni yıl dilerim.
Yazının Devamını Oku