Darbelere karşı bir kitap nasıl darbe suçlamasının delili oldu?

Son yirmi yıl içinde sayısız iddianame okudum.

Haberin Devamı

Önemli bir bölümü yakın tarihimizin akışına belli ölçülerde damgasını vuran bu iddianamelerin bazıları sayfa sayısı itibarıyla gerçekten de yüksek hacimliydi ve bunları okumak bir hayli zamanımı aldı.

Buna karşılık yazımda sözünü edeceğim metin, müştekilerin isimlerinin bulunduğu sayfalar hariç tutulursa galiba bugüne dek okuduğum en kısa iddianame. İlk bakışta 12 sayfa görünüyor. Ancak toplam 166 müştekinin isim, nüfus bilgileri ve adresleri tam 11, şüpheli, vekil ve diğer başlıklardaki bilgiler de yarım sayfa tutuyor.

Kalan yarım sayfadan da küçük yüzölçümünde iddianamenin ana içeriği yer alıyor. Bu kısım bir paragraftan ibaret diyebiliriz. Suçlama ve savunmanın aktarıldığı bölümü 16 satır, savcının ceza talebine ilişkin bölümü iki satır olmak üzere toplam 18 satırdan oluşuyor temel metin.

Haberin Devamı

DELİLLER, BİR MÜLAKAT VE BİR KİTAP

İddianameyi İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Güngör Karakoç hazırlamış. “Şüpheli” kısmının karşısında eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un adı yazılı.

Deliller” notunun karşısında ise 4 Ocak 2021 tarihli bir gazete nüshası ile bir kitabın ismi var.

Birincisi, İlker Başbuğ’un Cumhuriyet gazetesinden İpek Özbey’e verdiği, geçen 4 Ocak’ta yayımlanan mülakat. Başbuğ, burada “Adnan Menderes 25 Mayıs 1960 günü Eskişehir’de erken seçim tarihini açıklasaydı, 27 Mayıs askeri darbesi büyük bir olasılıkla önlenebilirdi. Çünkü erken seçim kararı almış bir hükümete karşı bir askeri darbenin gerçekleştirilmesi açıkça milletin siyasi iradesine de vurulacak bir darbe olurdu” görüşünü ifade ediyor.

İkinci delil, Başbuğ’un bu mülakatın yapılmasına vesile oluşturan, o tarihte piyasaya yeni çıkmış olan kitabı. Adı, “Türkiye’de Cumhuriyeti’nde 1961-80, Güç Odaklarının Mücadelesi”.

Savcılık makamı, gelen suç duyuruları üzerine kaleme aldığı iddianamede Başbuğ’a mülakattaki bu ifadelerinden yola çıkarak şu suç isnadını yöneltiyor:

“... ifade ederek darbe imasında bulunduğu, bu şekilde halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme veya aşağılama suçunu işlediği...”

İddianamedeki “Sevk maddesi”nin karşısında “TCK 216/1, 53/1” yazılı.

Haberin Devamı

Türk Ceza Kanunu’nun 216’ncı maddesinin birinci fıkrası, “Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama Suçu” başlığı altında şu hükmü getiriyor:

Madde 216 (1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

PROF. BAYRAKTAR: SUÇ AÇIK VE SARİH OLMALI

Dikkatinizi çekmiştir. Başbuğ darbe imasında bulunmak” ile suçlanıyor ama kendisi darbeciliğe ilişkin bir suç maddesi altında yargılanmayacak. “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” maddesinden yargılanacak. İlki olsaydı, TCK 309 gibi doğrudan darbe suçunu düzenleyen bir maddeye atıf yapılması gerekirdi. Ancak darbe suçuna ilişkin maddeler bu suçun oluşması için “cebir ve şiddet” unsurunu arıyor.

Haberin Devamı

Gazete mülakatı ve kitapta “şiddet ve cebir” cebir unsurları oluşmadığından, TCK 216’ya başvurulduğu anlaşılıyor.

Tam burada bir noktaya açıklık getirmeliyiz. “Darbe imasında bulunmak” fiilinin TCK’daki karşılığı nedir? TCK’da böyle bir suç var mı? Bu soruları dün ülkemizin ceza hukuku alanındaki önde gelen isimlerinden Prof. Köksal Bayraktar’a yönelttim. Şu yanıtı aldım:

“Ben hatırlamıyorum. ‘Darbe iması’ zaten hukukta karşılığı olan bir terim değil. Eskiden 1960’lı yılların ikinci yarısında ‘komünizm propagandası suçu’ vardı. Ancak o zaman da Yargıtay ‘propagandanın gizlisi olmaz, propaganda ve övme suçlarının açık ve sarih olması gerekir’ şeklinde kararlar vermişti. Darbe suçları zaten TCK 309, 311 gibi maddelerde cebir ve şiddet koşuluna bağlı bir şekilde düzenlenmiştir. Suçlama TCK 216’dan yöneltildiğinde, suçun ima şeklinde değil açık ve net bir şekilde ortaya konması gerekir.”

Haberin Devamı

‘27 MAYIS DEMOKRASİ ÜZERİNDE YIKICI TESİRLERİN BAŞLANGICI’

Başbuğ’un mülakattaki sözleri, tanıtımını yaptığı kitabından birebir alınmış. Aslında mülakatta da bugünün güncel meseleleri değil, doğrudan Başbuğ’un kitabında odaklandığı 1960-80 dönemi, yani Türkiye’nin yakın tarihinin bu kesiti konu ediliyor.

Ayrıca, kitaba bakıldığında, Başbuğ darbe iması bir tarafa, 27 Mayıs darbesinin ne kadar yanlış bir hareket olduğunu anlatıyor. Eski Genelkurmay Başkanı, 27 Mayıs’ı “Demokratik rejimin geleceği üzerinde yaşanılan yıkıcı tesirlerin başlangıcı” olarak görüyor. Devamla, “Kendisinden sonra gelen askeri müdahaleler üzerinde tesirler yarattığını, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni siyasetin içine bulaştırdığını, orduyu asıl profesyonel görevlerinden uzaklaştırdığını” eleştirel bir dille anlatıyor.

Haberin Devamı

Başbuğ, darbecilerin müdahale kararını 18 Mayıs 1960 tarihinde kesinleştirdiklerini, dönemin başbakanı Adnan Menderes bir erken seçim kararı açıklamış olsaydı, bu beyanın darbeyi önleyeceğini, bu durumda muhtemelen darbenin arkasındaki halk desteğinin de kaybedilmiş olacağını -varsayımlar- olarak kayda geçiriyor.

Başbuğ, kitabında “şayet olsaydı” yaklaşımını bir “düşünce sistemi” olarak kullandığını belirtiyor. Bu çerçevede 1960 yılında erken seçime gidilmiş olsaydı, muhtemelen CHP’nin kazanacağını ileri süren Başbuğ, şunları söylüyor:

Hükümetin on yıl sonra seçimle değiştirilmesi Türk demokrasisinin adeta rüştünü ispatı anlamına gelecekti. Türk demokrasisinin üzerindeki yıkıcı tesirlerin başlangıcı yaşanmayacaktı. Çünkü 27 Mayıs darbesi Türk siyasetini istikrarsız bir ortama sürüklemiş, siyasi tecrübeye ve olgunluğa sahip kadroların siyaset sahnesinden uzaklaşmasına neden olmuş, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamı ile ileride tamir edilemeyecek ağır bir yara açmış, Türk ordusunu siyasetin içine bulaştırmıştır.”

Başbuğ’un 27 Mayıs’a dönük temel eleştirisi sonraki darbeleri de tetiklemiş olmasıdır. 27 Mayıs olmasaydı 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 12 Mart 1971 ve belki de 12 Eylül 1980 askeri müdahalelerini yaşanmayacağını belirten Başbuğ, “Bugün Türkiye demokrasi açısından çok farklı bir konumda bulanabilecekti” diyor.

‘DARBELERE  HİÇBİR ŞEKİLDE  MEŞRUİYET KAZANDIRILAMAZ’

Başbuğ, kitabın sonraki bölümlerinde bu zaman kesitindeki bütün darbeler karşısında eleştirel bir çizgide duruyor, örneğin “12 Mart 1971 muhtırası, siyasete değişik şekilde yapılmış bir askeri müdahaledir. Bir çeşit darbedir. Nedenleri ne olursa olsun savunulamaz” diye konuşuyor. 1980 darbesi konusunda da, “12 Eylül bir darbedir. Darbelere hiçbir nedenle ve hiçbir şekilde meşruiyet kazandırılamaz” şeklinde net bir tavır alıyor.

Toplam 450 sayfayı aşan kitapta en çok dikkatime takılan bölümlerden biri, “12 Eylül darbesine yol açan terör ve şiddet olayları hâlâ karanlıktadır. Tam olarak aydınlatılamamıştır” şeklindeki ifadeler oldu. 12 Eylül öncesinde üç büyük il dahil 19 ilin sıkıyönetim altında olduğu hatırlanırsa, bu kuvvetli tespitin eski bir Genelkurmay Başkanı’ndan gelmiş olması pek alışılmamış bir tutum olarak görülebilir.

Ana fikrine baktığımızda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasete müdahalelerini, darbeleri oldukça net ifadelerle eleştiren, ülkede sonradan ortaya çıkan olumsuzlukların başlangıcını 1960 darbesinde gören bir bakışı yansıtıyor Başbuğ’un kitabı. Bu görüşlerin emekli bir Genelkurmay Başkanı tarafından kayda geçirilmiş olması her bakımdan önemlidir, bu alandaki tartışmalara çok değerli bir katkıdır.

Ancak kitabında bu görüşleri ifade eden bir emekli komutanın bunu yaparken nasıl olup da “darbe imasında bulunarak halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiği”, bunun sonucu nasıl “açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıktığı” soruları, doğrusu bir muamma olarak karşımızda asılı duruyor.

Bu yönüyle Başbuğ’un üç yıla kadar hapis talebiyle sanık kürsüsüne çıkacağı mahkeme, yargının içinde bulunduğu durum konusunda bir örnek vaka halinde şimdiden Türk hukuk tarihine geçmeye adaydır.

Yazarın Tüm Yazıları