Anayasa Mahkemesi tartışmasında bireysel başvurunun geleceği

Son günlerde siyaset cenahında sıkça Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yeniden yapılandırılmasıyla ilgili taleplere tanıklık ediyoruz. Bu talepler şimdiden AK Parti ile MHP’nin ortak bir tutumu haline gelmiş bulunuyor.

Haberin Devamı

İktidar blokunda bu yöndeki niyetler açığa vurulunca, bu hedefin hayata geçirilebilmesinin parametrelerine bakmakta yarar var. AYM’nin yeniden yapılandırılması her şeyden önce Anayasa değişikliği gerektiriyor. Çünkü AYM’nin yapısı, kaç üyeden oluşacağı, bunların nasıl seçileceği, nasıl görev yapacakları, mahkemenin görev ve yetkileri gibi başlıkların hepsi, ayrıntılı bir şekilde Anayasa’nın dokuz ayrı maddesinde (145-153) tanımlanmıştır.

Anayasa değişikliğinin referanduma götürülebilmesi için TBMM üye sayısının en az beşte üçünün oyu zorunlu. Bir başka anlatımla, 600 sandalyenin bulunduğu TBMM’de en az 360 milletvekiline ihtiyaç var. AK Parti’nin 291, MHP’nin 48 milletvekilinin bir araya geldiği 339 toplamı, bu eşiğin altında kalıyor. Bu durumda AK Parti-MHP blokunun diğer partilerden, bağımsızlardan destek araması gerekecek ki, mevcut sayısal dengede projenin bu yasama döneminde TBMM’den geçirilebilmesi zor görünüyor.

Haberin Devamı

Böyle de olsa AYM sisteminin değiştirilmesi ileriye dönük bir siyasi hedef olarak gündemden çıkmayacak ve mahkeme bu taleplerin baskısını üzerinde hissedecektir.

AK PARTİ’NİN 2004 REFORMU DÖNÜM NOKTASI

AYM’ye dönük rahatsızlığın önemli bir boyutu, anayasal yargının ‘kuvvetler ayrılığı’ çerçevesinde yürütme erkinin alanını -göreceli olarak- denetleyebilme, sınırlandırabilme gücüyle ilgilidir. Bununla birlikte, mahkemeyle ilgili son dönemdeki şikâyetlerin hatırı sayılır bir bölümünü bireysel başvuru talepleri karşısında verdiği ‘ihlal’ kararlarının oluşturduğu sır değildir.

AYM’nin adil yargılanma hakkı, ifade özgürlüğü, toplanma hakkı gibi başlıklarda verdiği kararlar, önemli ölçüde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarıyla uyumlu bir çizgide şekilleniyor. AYM, bu içtihatları içselleştirilirken kendi özgün içtihatlarını da ortaya koymaktadır.

Buradaki temel konu, AİHM içtihatlarının bugün -siyasiler beğensin beğenmesinler- temel hak ve özgürlükler alanında Türkiye’deki hukuk düzeninin bağlayıcı bir şekilde belirleyici üst normunu oluşturmasıdır. Bu durum, AK Parti’nin reformcu kimliğiyle ön plana çıktığı 2004 yılında CHP ile işbirliği yaparak TBMM’den geçirdiği Anayasa değişikliğinin bir sonucudur.

Haberin Devamı

Meselenin özünde Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin sonuna eklenen şu cümle yatıyor: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

Bir başka deyişle, temel hak ve özgürlüklerle ilgili konularda, örneğin ifade özgürlüğü ya da tutuklanmayla ilgili bir hukuki sorunda Türkiye’nin ulusal mevzuatı ile uluslararası antlaşmalar arasında farklılık olursa, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası metinler geçerli olacaktır, ulusal yasalar değil.

İşte AK Parti’nin Türkiye’nin hukuk tarihinde bir devrim niteliğinde olan bu hamlesiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile sözleşmenin yorumunu içeren AİHM içtihaçları ulusal mevzuatın üstüne çıkmıştır.

Haberin Devamı

AYM STRASBOURG’UN YERİNE GEÇİNCE

Yine AK Parti döneminde hukuk alanında atılan önemli bir adım vatandaşlara Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun açılmasıydı. 2010 referandumunda geçen Anayasa paketinin bütün defolarına rağmen en azından bu yönü, vatandaşlar açısından değerli bir kazanımın kapısını açmıştır.

Bu değişiklikle birlikte AYM, bireysel başvurularda AİHM’nin işlevini üstlenmiştir. Vatandaşlar devlet karşısında uğradıklarını düşündükleri mağduriyetlerde bireysel başvuru yoluyla haklarını aramak için Strasbourg’a yönelmeden doğrudan Ankara’daki mahkemeye gitme hakkını kazanmıştır. AYM, 2012 sonrasında bu mekanizmayı devreye sokmasıyla birlikte AİHM içtihatları ile paralel bir çizgide kararlar üretmeye başlamıştır.

Haberin Devamı

AİHM ile AYM arasında görüş ayrılığı olmuyor mu? Kuşkusuz oluyor. AYM’nin ‘hak ihlali’ görmediği bir dosya pekâlâ ihlale kanaat getirebilen AİHM’den dönebiliyor. Bu durumun en çarpıcı örneği geçen yıl Osman Kavala dosyasında yaşanmıştır. AYM’nin İhlal yok kararına karşılık, AİHM, “Hayır, ihlal var” diyerek son sözü söylemiştir. Örnekler arttırılabilir.

Bu şekilde görüş ayrılığı beliren bir dizi konu bir tarafa bırakılıp büyük fotoğrafa bakılırsa, genel çizgileri itibarıyla AİHM’nin AYM’nin bireysel başvurulardaki genel performansıyla ilgili olumlu bir bakışa sahip olduğu teslim edilmelidir.

esastan incelenen DOSYALARIN YÜZDE 94’ÜNDE İHLAL ÇIKIYOR

Haberin Devamı

Bu kapının 2012 yılında açılmasından sonra AYM’ye 272 binden fazla başvuru yapılmıştır. AYM, başvuruların yaklaşık 236 binini sonuçlandırırken, bunların 212 bin kadarında ‘kabul edilemezlik’ ya da ‘idari ret’ kararı vermiş, ayrıca yaklaşık 1200 dolayında dosya için ‘düşme’ ya da ‘kapatma’ kararı çıkmıştır.

AYM’nin kabul edilebilir bulup esastan incelediği 10 bin 329 dosyaya gelirsek, alınan kararlarda ‘ihlal’
oranı yüzde 93.7’dir. AYM 9 bin 682 dosyada ‘ihlal’ verirken yalnızca 647 dosyada ‘ihlal’ (yüzde 6.3) bulmamıştır. Bu, neresinden bakılırsa bakılsın Türkiye açısından sıkıntılı bir orandır.

Tablonun en dikkat çekici tarafı, ‘ihlal’ kararlarının yüzde 52.9’unun ‘adil yargılama hakkı’ndan verilmiş olmasıdır. Bu da yargının işleyişindeki düşündürücü durumu anlatan çarpıcı bir istatistiktir. İhlallerin yüzde 27.5’ini ise ‘mülkiyet hakkı’yla ilgili dosyalar oluşturuyor. Bunu ‘ifade özgürlüğü’, ‘kötü muamele’ ve ‘kişi hürriyeti’ (tutuklama) gibi başlıklar izliyor.

KAZANIMLARDAN DÖNÜŞ OLAMAZ

AYM’nin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili tartışmalar hangi yönde seyrederse seyretsin, Türkiye’nin çok temel bir gerçeğin sınırlarının dışına çıkması düşünülemez.

Vatandaşların AİHM içtihatlarının açtığı özgürlük alanından ve AYM’nin bu alanda sağladığı güvencelerden yararlanmaları noktasında bugüne dek elde ettikleri kazanımlardan dönüş söz konusu olamaz.

Türkiye Cumhuriyeti 2023’te 100’üncü kuruluş yıldönümünü evrensel hukuktan uzaklaşarak değil, onu yücelterek karşılamalıdır.

 

Yazarın Tüm Yazıları