Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, Erdoğan’ı bizzat Kahire’de havaalanında karşılayarak yaptığı jestler ve verdiği sıcak mesajlarla, geçen dönemin husumetle dolu sayfalarını Ankara’dan sonra kendisinin de kapatmış olduğunu göstermiştir.
Ziyaretin bütününe hâkim olan hava ilişkilere olumlu bir iklimin yerleştiğine işaret ediyor.
*
Uzun bir zaman ilişkileri kaplayan soğukluk, büyük ölçüde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2013 yılı temmuz ayı başında Mısır’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin dönemin genelkurmay başkanı, bugünün cumhurbaşkanı es-Sisi tarafından darbeyle devrilmesine gösterdiği şiddetli tepkinin bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştı.
Erdoğan, Müslüman Kardeşler örgütünün önde gelen isimlerinden olan Mursi’yi hedef alan darbenin ardından, ağır ifadelerle yüklendiği es-Sisi ile bütün köprüleri atmış, patlak veren kriz büyükelçilerin karşılıklı olarak çekilmesine yol açmıştı.
Öte yandan Müslüman Kardeşler’in bölgede gücünün artmasından rahatsızlık duyan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) darbeyi yapan general es-Sisi’ye çok kuvvetli bir destek vermeleri, krizin devamında Türkiye’nin bu ülkelerle olan ilişkilerinde de bir uzaklaşmayı beraberinde getirmişti.
Sonuçta 2010’lu yılların ortalarına geldiğimizde bölgede bir tarafta Mısır, Suudi Arabistan ve BAE’nin yer aldığı, karşısında ise Türkiye ile Katar’ın bulunduğu yüksek gerilimli bir cepheleşme ortaya çıkmıştı.
*
Al Monitor’un kıdemli gazeteci-yazarlarından Amberin Zaman’ın 22 Ocak tarihinde yayımlanan haberi, ABD’nin Suriye siyasetinde dramatik bir değişikliğe dönük hazırlığın uç vermekte olduğunu duyuruyordu.
Habere göre, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) IŞİD ile mücadelede Esad rejimi ile işbirliğine girmesini hedefleyen bir plan üzerinde fikir imal etmekteydi. Bu plan ABD’nin Suriye’deki askerlerini çekmesini de beraberinde getiriyordu. Aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığı da Suriye politikasını gözden geçirmekteydi bu habere göre.
*
Tabii SDG dediğimiz zaman, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu örgütü anlamamız gerekiyor.
ABD, 2015 yılından bu yana IŞİD ile mücadele ettiği gerekçesiyle bu örgütle açık bir ittifak yürütüyor Suriye’de bulundurduğu askerleri aracılığıyla. Ancak SDG’nin PKK’nın uzantısı olması Ankara’nın şiddetli tepkisini çekiyor ABD ile ilişkilerinde.
Amberin Zaman, yazısını oldukça inandırıcı ayrıntılarla destekliyor. Buna göre, Washington’da yönetim içindeki muhtelif bürokratik birimlerin alt kademedeki temsilcileri 18 Ocak tarihinde Beyaz Saray’a bağlı Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bir araya gelerek, önerilen stratejiyi değerlendirmiş.
Zaman’ın haberinde Suriye’deki SDG kadrolarının bu yöndeki haberleri büyük bir rahatsızlıkla karşıladıkları da belirtiliyor.
*
Trump’ın muhtemel başkanlığı halinde, bu çıkışın Türkiye açısından da bir dizi kritik sonuç doğurmaya aday olduğunu söyleyebiliriz.
Bu başlığı değerlendirmeye geçmeden önce Trump’ın ne dediğine bakalım. Trump, geçen cumartesi günü partisinin South Carolina’daki bir seçim toplantısında yaptığı konuşmada, ittifaka mali taahhütlerini yerine getirmediklerini öne sürdüğü bazı NATO ülkelerinden söz etti.
Trump, bu durumdaki NATO ülkelerini Rusya’nın saldırısına uğramaları halinde “korumayacağını”, dahası, Rusya’yı da “bu ülkelere ne istiyorsa yapmaya teşvik edeceğini” söyledi.
ABD, NATO Antlaşması’nın beşinci maddesi çerçevesinde, herhangi bir müttefike Rusya’nın saldırısı olması halinde o ülkenin yardımına gitme taahhüdü altında. Bir ABD Başkanı’nın, müttefikinin yardımına koşma taahhüdünü bir tarafa atıp, dahası Rusya’yı bir NATO ülkesine saldırması için cesaretlendirebileceği yolunda bir beyanda bulunabilmesi, Avrupa’nın birçok merkezinde bir deprem yaratmış durumda.
*
Trump’ın sözleri ciddiye alındı. Şu nedenle ki, kendisinin başkanlık koltuğunda oturduğu 2017-2020 yılları arasında NATO’ya son derece şüpheci bir şekilde yaklaştığı, sıkça ittifaka dönük eleştirel beyanlarda bulunduğu, Avrupa’daki ABD askerlerini çekmeyi savunduğu, hatta başkanlığının son döneminde bu yönde sınırlı da olsa bazı adımlara kalkıştığı biliniyor.
Trump, dört yıl boyunca NATO’nun Avrupa kanadında derin endişeler yaratmıştı. Ardından yerine gelen Demokrat Başkan Joe Biden’ın dış politikadaki temel önceliklerinden biri ABD’nin Avrupa’nın güvenliğine olan taahhüdünü kuvvetle vurgulayarak, Transatlantik bağları yeniden güçlendirmek olmuştu.
Cumhuriyetçi adayın ikinci kez seçilmesi halinde, geçmiş sicili ışığında NATO’ya dönük tavrının söylem düzeyinde sınırlı kalmaması, ABD’yi örgütten çıkarmasa bile ittifakın birliğini, dayanışmasını tehlikeye sokacak davranışlara girmesi hiç de yabana atılmaması gereken bir ihtimal. Kendisinin Rusya lideri
Prof. Arslan, AYM’nin büyük toplantı salonunun kürsüsünde konuşmasını yaparken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş hemen karşısında en ön sırada kendisini dinlemekteydiler.
Tören Danıştay kontenjanından AYM üyeliğine seçilen Yılmaz Akçil’in ant içmesi vesilesiyle düzenlenmişti.
Prof. Arslan, “Sayın Akçil cübbesini giydireceğim son üyemiz olacak” dedi.
ARSLAN’IN MAHKEMEDEKİ SON KONUŞMASI
Yılmaz Akçil, Prof. Arslan’ın AYM üyesi olarak cübbesini giydirdiği 10’uncu üyeydi. AYM Başkanlığına 10 Şubat 2015 tarihinde seçildikten sonra bugün mahkemede görev yapmakta olan 15 üyenin üçte ikisinde bu geleneği Başkan sıfatıyla Prof. Arslan yerine getirmişti.
Prof. Arslan, hemen ardından “Ettiğimiz yemine, giydiğimiz cübbeye ve yerine getirdiğimiz göreve dair görüşlerimi son kez sizlerle paylaşmaya çalışacağım” diye konuştu.
Önümüzdeki 20 Nisan’da Prof. Arslan’ın mahkemedeki 12 yıllık görev süresi bitiyor. Konuşmasındaki bu ifadeden, dünkü hitabının AYM Başkanı kimliğiyle Türk kamuoyuna seslendiği “son konuşma” olduğunu anladık.
Tabii hem son konuşması olması, hem de TBMM’de milletvekilliği düşürülen
Bu durum özellikle Yunanistan cephesinde hissediliyor. Bunun anlaşılabilir bir nedeni var. Son gelişmelerle birlikte, Türkiye F-16 savaş uçağı filosunun modernizasyonuna ancak başlayabilme noktasına gelirken, Yunanistan zaten iki yıl önce başlamış olduğu F-16 modernizasyonu programına ek olarak ABD’den bir de en son teknolojiye sahip beşinci nesil F-35 uçakları alacaktır.
Burada daha önce de vurguladığımız üzere, Türkiye ile Yunanistan arasında havadaki denge meselesi gündeme geliyor.
YUNANİSTAN EGE’DE ÖNE Mİ GEÇTİ?
Hatırlanacağı gibi ABD yönetimi, geçen 26 Ocak’ta Kongre’ye Türkiye’ye 40 adet yeni modern versiyon F-16 satışı ve Türk Hava Kuvvetleri’nin elindeki 79 F-16’nın da modernizasyonu için başvuruda bulunurken, Yunanistan’a da 40 adet F-35 savaş uçağının satışı için eş zamanlı olarak bildirim yapmıştır.
Bu durumda Türkiye bir önceki nesilde kalan F-16’ların modernizasyonunu yürütürken, Yunanistan’ın F-35 savaş alımının kesinleşmesi, Ege’deki güç dengesini Türkiye açısından olumsuz yönde etkileme potansiyeli taşıyor. Çünkü envanterdeki mevcut F-16’lar 4’üncü nesil, yeni gelecek modern F-16’lar 4.5’uncu nesil yeteneklerine sahip.
Oysa Yunanistan’ın alacağı F-35’ler, teknolojik donanım ve bunun kazandırdığı yetenekler açısından bir sonraki 5’inci nesli temsil ediyor.
Ankara’nın kaygısı, bu durumun, Yunanistan’ı Ege’de havadaki rekabette bir adım öne geçirebilecek olmasıdır.
YUNAN BASINI: ‘ABD TÜRKİYE’Yİ KAYBETMEK İSTEMİYOR’
Tam 13 yıl süreyle MİT Başkanlığı yaptıktan sonra üstlendiği dışişleri bakanlığı, kendisine aynı zamanda AB müzakereciliği görevini de yüklemiş durumda; her ne kadar tam üyelik müzakere süreci bugün dondurulmuş olsa da...
Geçen pazar günü “A Haber” TV kanalının Ankara Temsilcisi Murat Akgün’ün sorularına verdiği yanıtlar, Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı görevini üstlendikten sonra AB ile ilişkilerin geleceğine bakışına ilişkin en ayrıntılı, en kapsamlı siyaset açıklamalarını oluşturuyor.
*
Öncelikle, AB ile ilişkiler konusunda hem geçmişe hem de geleceğe bakarak “çıkarttıkları dersler” olduğunu söylüyor Fidan. Ardından “Yeni yaklaşım neler getirebiliriz, bu konudaki yeni parametrelerimiz, söylemlerimiz, politikalarımız neler olmalı? Bu konuda çok çalışıyoruz” diyor.
İfadelerinden AB ile ilişkiler konusunda yeni yaklaşımlar getirmeye dönük bir arayış içinde olduklarını, bu hedefe dönük bazı çalışmaların yürütüldüğünü anlıyoruz.
Bakan, hemen ardından Türkiye’nin tam üyeliği için “AB’nin vermesi gereken bir karar...” diyerek topu AB’ye atıyor. Tam üyelik müzakere sürecinde başlıkların açılıp kapanması gibi konuları problem olarak görmediğini, “irade olduğunda” bu problemlere çözüm bulunabileceğini söylüyor.
Fidan’a göre, temel sorun şurada: “AB Türkiye’yi üye yapmak istiyor mu, istemiyor mu? Tam soru bu. Yani soru bize sorulacak soru değil. AB’nin bugüne kadar üye yapmak isteyip de izlediği politikalarla en umutsuz vakalarda bile üye yapmadığı bir konu yok. Yani AB’nin bir defa buna karar vermesi gerekiyor.”
Ardından Fransa’da
Işıl Hanım’la Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki (AİHM) yargıçlığı sırasında tanışma imkanım oldu. 2009 yılında Hürriyet’te düzenli olarak köşe yazarlığına başladığımda, AİHM’den Türkiye ile ilgili çıkan ihlal kararlarını yakından izleyip yazmak, önceliklerimden biri olmuştu.
AİHM’nin verdiği bu kararlar, Türkiye’nin insan hakları alanındaki gidişatını evrensel hukuk ölçüleri ışığında okuyabilmemize yardımcı oluyordu.
Bu süreç, beni AİHM’de Türkiye’ye ayrılmış olan yargıçlık görevini 2008 yılında Rıza Türmen’den devralmış olan Işıl Hanım ile uzun yıllara yayılan bir diyalogun içine çekti. Türkiye hakkındaki AİHM kararları üzerine 2012 yılında İstanbul’da düzenlenen bir panele kendisiyle birlikte konuşmacı olarak katılmış olmamı şimdi hoş bir anı olarak hatırlıyorum.
Diyalogumuz kendisinin AİHM’de 11 yıl görev yaptıktan sonra 2019’da İstanbul’a yerleşip Kadir Has Üniversitesi’nde hocalığa başlamasından sonra da devam etti. Aynı zamanda bu üniversitedeki İnsan Hakları Merkezi’nin yöneticiliğini de yapıyordu.
Daha önceki sohbetlerimizden birinde kansere yakalandığını ve tedavisinin iyi sonuç verdiğini söylemişti. Son yıllarda ayrıca torun sahibi olmaktan dolayı ne kadar mutluluk duyduğunu da çok iyi hatırlıyorum. Kanserin daha sonra yeniden nüksettiğinden ne yazık ki haberim olmamıştı.
*
Işıl Hanım
Mahkemenin başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın, söz konusu ihlal kararlarının uygulanmamasına nasıl baktığı ve AYM’ye yöneltilen eleştirileri nasıl yanıtladığı soruları kuşkusuz önem taşıyor.
Kamuoyundaki tartışmanın sağlıklı bir zeminde yürütülebilmesi bakımından AYM Başkanı’nın görüşlerinin da kayda geçmesinde yarar var.
Bu çerçevede yakın bir zamanda yaptığı ve sınırlı bir bölümü dışında kamuoyuna yeterince yansımadığını düşündüğüm bir konuşmasından aktaracağım bazı alıntılar üzerinden Prof. Arslan’ın tutumunu değerlendirmek istiyorum bugünkü yazımda.
*
Bu alıntılar kendisinin geçen 12 Ocak’ta AYM’de kış döneminde staj yapan hukuk fakültesi öğrencilerinin sertifika törenindeki konuşmasından geliyor. AYM’nin web sitesinde yer alan bu konuşma metni “Hukuk Fakültesi Öğrencileriyle Hasbihal” başlığını taşıyor. Ancak bu paylaşımı Türk kamuoyuyla bir hasbihal olarak da pekâlâ okuyabiliriz.
Konuşmanın ağırlıklı olarak bireysel başvuru mekanizmasının işleyişi ve mahkemenin verdiği ihlal kararlarının uygulanmamasının yarattığı sorunlara ilişkin bölümlerine odaklanacağız.
Prof. Arslan, önce bireysel başvurunun 2010 yılındaki referandumda hangi gerekçelerle getirildiğini hatırlatıyor. İlkesel gerekçe, temel hak ve özgürlüklerin daha iyi korunması, bu konudaki standartların yükseltilmesiydi. Bu konudaki anayasa değişikliğinin gerekçesinde düzenlemenin “kamu organlarını Anayasaya ve kanunlara daha uygun davranma konusunda zorlayacağı” hedefine de yer verilmişti.
Bir diğer gerekçe, atılacak adımın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) Türkiye aleyhine başvuruları ve mahkemeden çıkan ihlallerin sayısını azaltacak olmasıydı.