Rahmi Turan

Osmanlı Ermenileri! (1)

6 Şubat 2012
OSMANLI tarihi, 622 yıl sürdü ve Osmanlı Devleti kurulduğu günden beri topraklarında bir Ermeni azınlığı barındırdı. Bu azınlık, Osmanlı’nın son 50 yılında politika gündemine getirildi.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra yabancı devletler Osmanlı Ermenilerine resmen el attılar.
Ondan sonradır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda ciddi Ermeni isyanları ve silahlı ayaklanmalar görüldü.
O tarihlerden başlayıp imparatorluğun çöküşüne kadar, yaklaşık yarım yüzyıl, Ermeni sorunu güncelliğini korudu.
* * *
622 yıllık Osmanlı tarihinin son 50 yılı Ermeni sorunları bakımından önemli ve hâlâ tartışmalıdır.
Oysa o tarihe kadar Osmanlı Ermenileri rahat, huzur içinde ve mutlu yaşıyorlardı.
Anadolu’da Ermeniler, Türklerden daha varlıklıydı. Bunlar bir değil, beş büyük devletin koruyucu kanadı altındaydılar.
Askere gitmiyorlardı. Savaşlarda ölmüyorlardı. Ayrıcalıklı durumlarından yararlanarak ticareti ve küçük zanaatları ele geçirmişlerdi. Anadolu’da Hıristiyan nüfus günden güne artıyordu.
Türklerin tarlasını, bozulan çiftliklerini, bütün varını yoğunu Ermeniler ve diğer Hıristiyanlar satın alıyordu.
Osmanlı Ermenisi köyde ağa, kasabada eşraf, kentte zengin işadamı olmuştu. Başkent İstanbul’da sırmalı paşa oluyorlardı.
* * *
Türk köylüsünün korkulu rüyası mültezimlerin (devlet görevlisi olarak vergi toplamayı üstlenen kişilerin) çoğu Ermeni idi.
Durmadan yakınanlarsa yine Hıristiyan Osmanlı vatandaşlarıydı. Yabancı konsoloslar, hatta büyükelçiler, onlara arka çıkıyordu. Bütün antlaşmalar onlar içindi.
Osmanlı Hıristiyanları’nın yakınmaları Avrupa basınına kat kat abartılarak yansıtılıyor ve uzaktan davulun sesi bir başka türlü oluyordu.
Türk bir suç mu işlemiş? Hemen sert biçimde cezaya çarptırılıyordu. Aynı suçu işleyen bir Ermeni ise “şöyle böyle” cezalandırılıyor ya da büsbütün bağışlanıyordu.
Bunları İngiltere’nin o tarihteki Trabzon Konsolosu Palgrave, 1868 yılında yazmıştı. Palgreva şöyle diyordu:
* * *
“Yalnız Trabzon bölgesinde değil, Anadolu’nun ta göbeğinde de, Hıristiyanlar debdebeli evleri, şık giysileri ve mücevherleri ile servet ve refah düzeylerini açıkça sergiliyorlar. Onların bu durumu, uzaklarda (Avrupa’da) çok konuşulan sözde başka iddialarla hiç bağdaşmıyor.
Müslüman halk bakımından ise durum acıklı biçimde bunun tam tersidir.”
İngiliz Konsolosu, Londra’ya yolladığı raporunda şunlar da vurguluyordu:
“Türkiye’deki Hıristiyanların Müslümanlara kıyasla refah içinde olmalarını, onların daha enerjik, daha çalışkan ve daha erdemli olmalarına yormak yanlıştır. Gerçek şu ki, çalışkanlık, doğruluk, namusluluk ve dürüst iş çıkarma bakımından Müslümanlar, şaşmaz biçimde, Ermeni ve Rum hemşerilerinden kesinlikle bir gömlek üstündürler. Ama ne var ki, Müslüman Türkler, muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler.
Hıristiyanlar ise Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sürekli olarak zenginleşmişlerdir.”
“Tek omuza yüklenmektir bu...” diyordu İngiliz Konsolosu... “Osmanlı Devleti kendi ağır yükünün tümünü Müslüman Türklerin omuzlarına yüklemiştir. Bu yük, Müslüman ve Hıristiyan tebaanın omuzlarına eşitçe bölüştürülmeli. Yoksa bu imparatorluk sittin sene belini doğrultamaz.”
Konsolos, raporunu şöyle bitiriyordu:
“Bugün görülen odur ki, Osmanlı Hükümeti, Hıristiyan tebaa yararına Müslüman tebaasını ezmek gibi ağır bir suçlama altındadır. Ben bu suçlamayı üzülerek doğrulamak durumundayım.”
* * *
Osmanlı Devleti’nin son 50 yılı içindeki dunumu kısaca buydu. Ermeniler ve Rumlar, Türklerden çok daha iyi durumdaydılar.
Bu bilgileri, uzun yıllar büyükelçilik yapan araştırmacı Bilâl Niyazi Şimşir’in “İngiliz arşivlerini bir bir elden geçirerek” yazdığı ve Bilgi Yayınevi’nin yayınladığı “Osmanlı Ermenileri” adlı kitabından aldım.
“Osmanlı Ermenileri”ne haftaya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Diken eken, gül toplamayı ummamalı!

30 Ocak 2012
BELEDİYELER, vatandaşın dertleriyle yeteri kadar uğraşamayınca, o bölgelerde dünya başa zindan olur. Birçok yerden, AKP’li belediyeler hakkında şikâyetler geliyor... Geliyor da... CHP’li belediyeler hakkında şikâyet gelmiyor mu?
Gelmez olur mu? Geliyor tabii ki...
Tüm yakınmaları, bu sütunun çerçevesi içine sığdırmam mümkün değil. Bu nedenle sadece İstanbul’daki CHP’li iki belediyeden söz edeceğim.
Beşiktaş ve Sarıyer!
* * *
Ağacı kurt, insanı dert yer.
Beşiktaş ilçesinin sahil kesiminde oturan vatandaşları da “gürültü terörü”  yiyip bitiriyor. Neredeyse tüm Boğaz, özellikle Ortaköy-Kuruçeşme bölgesi “gürültü kirliliği” içinde yüzüyor.
Boğaziçi’nden bıkmak, yaşamaktan da bıkmaktır.
Boğaziçi, İstanbul’un tartışmasız en güzel yeridir ve hayata hayat katar. Yüzyıllardır, resim sanatına, şarkılara, şiirlere konu olan Boğaziçi’nin “gürültü terörüne teslim edilmesi” vatandaşı canından bezdirmişe, Boğaz’dan bıktırmışa benziyor.
Bu konuda Beşiktaş Belediyesi de, güvenlik kuvvetleri de etkisiz ve çaresiz görünüyor. Kısa süreli göstermelik kapatmalar dışında bir şey yapamıyorlar!
Bana gelen çok sayıdaki şikâyete göre “gece kulübü” “diskotek” “bar” adı altında faaliyette bulunan eğlence yerlerinde, gece saat 24.00’ten sonra da, neredeyse sabah ezanına kadar devam eden müzik gürültüsü, Boğaz’ın öbür yakasında (Beylerbeyi ve dolaylarında) bile şiddetle duyulup tüm uykuları tarumar ediyor, dağıtıyor!
Oysa yasalara göre, gece saat 24.00’ten sonra gürültülü müzik yasak! Hani, nerede?
Gelen şikâyetlerdeki ortak soru:
“Bu gürültü kirliliğine dur diyecek yok mu?”
Biz de okurlarımız adına, İstanbul Valisi’ne, Beşiktaş Kaymakamı’na, Beşiktaş Belediye Başkanı’na soralım:
“Gece yarısından sonra gürültülü müzik yapmak yasal mı? Yasal değilse, buna nasıl göz yumuyorsunuz ya da terörün değişik bir çeşidi olan Boğaz’daki gürültü kirliliğini önlemeye gücünüz yetmiyor mu?”
* * *
İstanbul’un en güzel ilçelerinden biri olan Sarıyer’de oturanların dertleri de bir başka... Diyorlar ki:
“Sarıyer’in simgesi olan Balıkçılar Çarşısı’nı yıkıp dağıtan ve koca ilçede balıkçılara doğru dürüst bir yer bulamayan eski ve yeni tüm belediye başkanlarından şikâyetçiyiz!”
Gerçekten eskiden Sarıyer denilince balıkçılar akla geliyordu.
Sarıyer’e gelip de, taze balık almadan dönen azdı.
Geçtiğimiz yıllarda belediye, “Balıkçılar Çarşısı”nı yıkıp yerle bir etti. Ne oldu?
Yeni bir yer gösterilmeyen balıkçılar dağıldı, çarşı, küçük küçük birimler halinde oraya buraya saçıldı!
Bu, daha önceki AKP’li belediyenin günahıdır ama şimdi Sarıyer’de CHP’li belediye var. Ne yapıyor? Hiç! Koskoca Sarıyer bölgesinde, balıkçıları bir araya toplayacak “eli yüzü düzgün” bir yer bulunamıyor. Ayıp değil mi? 
* * *
Sarıyer Belediyesi’nin daha büyük ayıbı, ilçenin merkezindeki trafik kargaşası...
Aslında kargaşadan da öte bir facia bu...
Özellikle tatil günleri otomobille Sarıyer tarafına giderseniz, ilçenin merkezinden geçebilirseniz geçin... Dipsiz bir kuyuya saplanmış gibi oluyorsunuz...
İleri de gidemezsiniz, geri de... Sağa da dönemezsiniz sola da...
 Bir okurum yazdığı şikâyet mektubunda:
“Yürüyerek beş dakikada geçeceğim yolu, otomobille zaman zaman bir ya da bir buçuk saatte aşıyorum. Belediye, hafta sonlarında düğümlenen trafiği açmak için kılını bile kıpırdatmıyor. Saldım çayıra, Mevlam kayıra! Biz Sarıyer’de AKP’li Belediye’den şikâyet edip onu devirdik ama ne yazık ki, gelen gideni arattı!” diyor ve ekliyor:
“Seçimi kazanınca halkı unutuyorlar. Fakat unutmasınlar, bunun yarını da var.”
Okurum haklıdır. Bazı belediyeler diken ekiyor. Diken ekenler gül toplamayı ummamalıdır!
Yazının Devamını Oku

Atatürk’e saldırma modası!

23 Ocak 2012
TELEVİZYONLARDA sık sık rastlıyorum. Atatürk’e çatan çatana... İnsafsız, vicdansız bir şekilde saldırıyorlar. Ben bunlara “Medya maymunları” diyorum.
İlgi çekmek için Atatürk’ü hedef alarak her türlü şarlatanlığı yapıyorlar.
Televizyon kanalları da ne yazık ki, reyting uğruna bu hayasızlara uzun yer veriyor.
Ülkemizde, böyle şaklabanların karşısında sağlam kişilikli, yürekli yurtseverler de var tabii ki...

* * *

Anayasa Mahkemesi’nin önceki başkanlarından Yekta Güngör Özden tam bir Atatürkçü’dür.
Özden, Atatürk karşıtı davranışlar nedeniyle Türkiye ’nin zor günler geçirdiğini belirterek diyor ki:
“Atatürk’e arkadaşlarına ve dönemine saldırmak modası hiçbir ölçü, özen, insaf ve vicdan tanımadan sürüyor.
İlerici bilinen yayın organlarında bile tek yanlı röportajlarla isyancıların ardıllarıyla (birilerinin ardından gelerek onların yerine geçen kimselerle), yandaşlarının görüşleri yayımlanıyor, kişisel eğilimlerine uygun yazılarla, yazarların ilericilik gösterilerine rastlanıyor.
Bu çok üzücüdür.
Atatürk’ü silmek, unutturmak olanaksızdır. Atatürk, Türklüğünden onur duyan, değerbilir her yurttaşın yüreğinde, belleğindedir.”

* * *

Yekta Güngör Özden, Atatürk karşıtı yöneticilere de şöyle sesleniyor:
“Hem Atatürk’ü tanımıyor, hem de mozolesi önünde ‘sap gibi durarak’ başta kendiniz, kimleri kandırıyorsunuz?
Siyasal yalancılar, ikiyüzlüler, toplumun aydınlığını boğan kara bulutlardır. En büyük saygısızlık, yapay, göstermelik saygıdır.
Yüreğiniz yetiyorsa, karşıtlığınızı, düşmanlığınızı, eveleyip gevelemeden açıkça ortaya koyunuz. Onun kazandırıp sizi getirdiği konumlara, verdiği olanaklara dayanıp güç gösterilerine gitmeyiniz.
Fotoğraflarının önünde, altında, heykellerinin karşısında durmayınız. Anıtkabir’e çıkmayınız, gölgesine sığınmayınız.
Her organa sızmış, her kesimde, her katta bulunan karşıtlar için söylüyorum. Medyadaki saplantılılar için söylüyorum. Atatürk’ün fotoğrafına, Türk bayrağına katlanamayan PKK’cılar yanında, yeminlerine bağlı kalmayan siyasetçiler var. Elbet bir gün bunların hesabı sorulacaktır.
Yalan, demokrasinin ayıbı, yalancı da yüzkarasıdır.”
Anayasa Mahkemesi’nin önceki başkanlarından Yekta Güngör Özden, günümüzdeki olayları bu şekilde değerlendirirken haklı olarak büyük yeis içinde görülüyor.
Bu konuda fazla yoruma gerek görmüyorum.

* * *

Yaşadığımız ülke bize Atatürk ve silah arkadaşlarının armağanıdır.
Atatürk Milli Mücadele’yi başlatıp, bir mucize yaratmasa, inanılmazı başarıp Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasaydı, bugün camilerimizde ezan bile okunamazdı!
Biraz tarih bilgisi olan, bu gerçeği kabul eder.
Fakat ne yapılıyor?
1925 yılında, yabancıların kışkırtmasıyla isyan eden Şeyh Sait’ten, 1937 yılında yine yabancıların kışkırtmasıyla Dersim’de ülkenin birliğine kasteden Seyit Rıza’dan, mazlum insanlar ya da kahramanlar gibi bahsediliyor, isyanları bastıran Atatürk yönetimi “zalim, acımasız, gaddar” gibi gösteriliyor.

* * *

Milli değerlerin yerle bir edildiği bir dönemde yaşıyoruz.
“Ne mutlu Türk’üm diyene, sözü bir safsatadır.” “Türk yok, Türkiyelilik var” gibi laflar havada uçuşuyor. Hem de en yetkili ağızlar söylüyor bunları...
İnsanlarımız arasında kardeşlik duyguları yok ediliyor, düşmanlık yaratılıyor.
Cumhuriyet, özgürlük, demokrasi ülkemizde bazılarına fazla gelmiş olacak ki, saltanatın, sultanın, halifenin özlemini çekiyorlar. Tekkeden, şeyhten, dervişten medet umuyorlar. Hâlâ millet değil, ümmet olmanın peşindeler.
Ne yazık ki, her geçen gün özümüzden ayrılıyoruz!
Yazının Devamını Oku

Evren Paşa ve adaletin tecellisi!

16 Ocak 2012
EVREN Paşa yargılanacak!<br><br>Yargılansın tabii... “95 yaşında bir insan yargılanır mı?” diyorlar...
Aklı başında, sağlığı yerindeyse neden yargılanmasın? Her insan, gerektiği zaman geçmişiyle hesaplaşmasını bilmelidir.
Saygı Öztürk’le konuşan Evren Paşa “Koç gibi yargılanırız, hesabımızı veririz” demiştir. Bu, yürekli bir davranıştır.
Önce şunu belirteyim: Ben de 12 Eylül 1980 harekâtının mağdurları arasındayım. O dönemde Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptığım Günaydın ve Tan Gazeteleri, Evren’in talimatıyla ikişer defa süresiz olarak kapatılmıştı. Hem ekonomik, hem siyasi âçıdan büyük sıkıntılar çekmiştik!
Sık sık Selimiye kışlasına çağrılıyor, Sıkıyönetim Komutanı tarafından fırçalanıyorduk!
Ancak... Eğri oturup doğru konuşmak, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir.
Evren Paşa’nın “Darbe” suçundan yargılanması gündeme gelince hafızamız bizi 32 yıl önceye götürdü.
Kişisel duyguları bir yana bırakınca, gözlerimizin pembe ekranında o dehşet dolu kapkara günleri bir kez daha yaşar gibi olduk.
* * *
Ne müthiş bir dönemdi o...
12 Eylül 1980 öncesi Türkiye bir karabasanlar ülkesi haline dönmüştü.
Her sabah, bir gece önceki ölüm haberleriyle uyanıyorduk.
Sokaklardan, caddelerden cesetler toplanıyordu.
Ülkede oluk gibi kan akıyor, karşıt görüşlü gruplar birbirlerini boğazlıyor, yollar, meydanlar savaş alanına dönüyordu.
Güvenlik kuvvetleri çaresizdi.
Kentlerde polis, kırsalda jandarma olayları önleyemiyordu.
Anarşi ortaokullara kadar inmişti.
Hiç kimsenin can güvenliği yoktu.
Üniversitelerde sağ ve sol görüşlü öğrenciler, filmlerdeki “Teksas kovboyları gibi” düello yapıyor, her gün gencecik bedenler cansız yere seriliyordu.
Anneler-babalar evlâtları için endişeleniyor, korku içinde çırpınarak onları okula göndermek istemiyordu.
En az 10 15 aile ocağının sönmediği gün yok gibiydi!
Saldırılar, cinayetler, suikastlar artık sıradan olaylar haline gelmiş, gazetelerde tek sütun haber olarak yayınlanmaya başlamıştı.
O kadar çok olay meydana geliyor ve o kadar çok insan öldürülüyordu ki, biz gazeteciler olarak, hangi birini takip edip haber yapacağımızı şaşırır hale gelmiştik.
* * *
O dönemdeki Türkiye Büyük Millet Meclisi de bir âlemdi...
Liderler her gün kavga ediyor, partililer, aralarında kan davası varmış gibi birbirini yiyor, koca Meclis, bir Cumhurbaşkanı bile seçemiyordu.
O günlerde 6’ncı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi dolmuş, İhsan Sabri Çağlayangil Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet etmeye başlamıştı...
Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı’nın derhal seçilmesi gerekiyordu ama aylar geçiyor, Meclis’te hiç bir sonuç alınamıyordu.
Partiler birbirlerini boğazlamakla meşguldü! Halk “İmdat” diyordu.
Geceleri sokağa çıkılamıyordu.
Kocasını işe uğurlayan ev kadınları, çocuklarını okula gönderen anneler-babalar “Acaba sağ salim dönecekler mi?” diye kalp çarpıntıları içinde akşamı bekliyorlardı.
Ülke karanlık bulutlarla kaplıydı. İlerisi için hiçbir umut ışığı görünmüyordu.
Halk umutsuzluk içinde çırpınmaktaydı...
* * *
Bu kâbuslu ortamda o günün Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, yönetime el koydu. Yalnız halk değil, herkes onu alkışladı. Sıkıyönetim ilan edildi, anarşik olaylar durdu, ülkede huzur ortamı sağlandı.
Hazırlanan yeni Anayasa yüzde 92 gibi rekor bir oyla kabul edildi ve aynı oranda oyla Kenan Evren 7’nci Cumhurbaşkanı seçildi.
1980 Darbesi’nin üzerinden 32 yıl geçti.
Bugünlere, 12 Eylül sonrasında hazırlanan Anayasa ve yasalarla geldik.
Şimdi, 95 yaşındaki Evren Paşa hakkında “Darbe suçundan” müebbet hapis istemiyle dava açıldı.
Yaşamamış olanlar o günlerin dehşetini bilemezler! Evet, Evren yargılansın ama gazeteci-yazar arkadaşımız Mehmet Türker’in teklif ettiği gibi adaletin daha iyi tecellisi için, Evren’i yargılayacak mahkeme heyetinin o günleri yaşayan, o günleri gören, o günleri bilen yargıçlardan oluşması gerekir.
Yazının Devamını Oku

‘Şeytanın açtığı yolda gidenler!’

9 Ocak 2012
“YÜZ verirsen deliye, gelir işer halıya.” Bu, ünlü bir atasözümüzdür.
PKK yanlılarına da yüz verilirse, sonuçta olacağı budur!
Dünkü gazetelerde vardı... BDP’li Selahattin Demirtaş, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel için “Bizim gözümüzde onbaşısın. Zerre kadar kıymetin yok!” demiş.
Demirtaş’ı kızdıran, Necdet Özel’in “Kürtçe eğitimi uygun bulmuyorum” demesi.
Aslında bunların Kürtçe eğitim istemesi filan hikâye...
Asıl istedikleri, Kürtçe eğitim, kültürel haklar, hatta özerklik bile değil...
Bunlar faso fiso!
İstedikleri “BAĞIMSIZLIK”.
* * *
BDP’nin önde gelenlerinden olan Leyla Zana, yaptığı bölücü konuşmalarla Güneydoğu’daki Kürt vatandaşlarımızı açıkça isyana çağırıyor. Diyor ki:
“Baştan özerklik istedik ama bugün Kürtler özerkliğin yararsız olduğunu düşünüyor. Özerklik yemez. Bağımsızlık istiyoruz!”
Demek ki neymiş?
Anadilde öğretim, kültürel haklar, Kürtçe yayın filan, hepsi bahane!
İstenilen şey “Bağımsızlık”
Kürt açılımı-saçılımı gibi laflar boş!
Türkiye’den kopup ayrı bir devlet olmak istiyorlar. İşin özü bu...
* * *
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş kaçakçılık yapan 35 vatandaşın öldürülmesi olayından sonra adeta patlamış, içindekileri ortaya dökmüştü:
“Bugün ülke bölünmüştür. Artık emin oldum. Bu toprakların adı Kürdistan’dır.”
Biz bunların gerçek düşüncelerini yıllardır biliyor, “Kültürel haklar, anadilde eğitim” gibi isteklerin gerçek amaçlarını saklayan ifadeler olduğunu söylüyorduk.
Nihayet baklayı ağızlarından çıkardılar!
Başbakan ne kadar açılım yaparsa yapsın, bunlar hep daha fazlasını isteyeceklerdir.
Hedef de malum: Türkiye’den kopup Kürdistan devletini kurmak!
* * *
73 milyon insanımız, Leyla Zana ve Selahattin Demirtaş gibi PKK’lılara benzer şekilde düşünen fanatiklerin isteklerini reddediyor.
Kürt kardeşlerimizin büyük bir çoğunluğu kesinlikle onların fikrinde değil.
Ülkeyi bölme heveslileri “Biz Kürt halkını temsil ediyoruz” diye palavra atmasınlar!
Güneydoğu’daki seçim sonuçları gerçeği ayna gibi gösteriyor.
Bütün tehditlere, yaratılan korkuya, yapılan silahlı baskılara rağmen BDP birinci parti olamadı. Kürt halkı Güneydoğu’da birinci parti olarak AKP’yi seçti.
 Selahattin Demirtaş ve Leyla Zana gibi ırkçıların söyledikleri tüm Kürt halkının istekleri olabilir mi? Olamaz! Onlar sadece marjinal (aykırı) grupları temsil ediyor.
Bu fanatik tipler, kendilerine de, bölgelerindeki insanlara da büyük zarar veriyorlar.
* * *
Selahattin Demirtaş gibi bölücülerin saçma bulduğumuz sözlerine bizim cevap vermemize gerek kalmadı. Başbakan Erdoğan, onlara gereken cevabı bizden önce verdi ve dedi ki:
“Bunların kalpleri kararmış. Bunlar vicdanlarını yitirmişler! Irkçılık ve faşizm küstahça böbürlenen, kibirlenen iblisin, yani şeytanın açtığı bir yoldur. Cenazeleri bile Kürt - Türk diye ayıranlar, işte iblisin yolunda, şeytanın izinde yürüyenlerdir. İstanbul’da Uludere’deki acı olayla ilgili olarak yaptıkları basın toplantısının görüntülerini izleyenler gördü. Güya acı içindeler ama kameraların önünde kahkaha atmaktan çekinmeyecek kadar insafsızlar, vicdansızlar!
Bazı densizler “Bu ülke bölünmüştür” diyor. Ya sen kimsin? Kimi temsil ediyorsun? Kimin adına konuşuyorsun? Siz, silahlı efendileriniz ipinizi gevşetmediği sürece tuvalete bile gidemezsiniz. Neyi, kimi bölüyorsunuz?”
Başbakan’ın bu sözlerine eklenecek bir söz yok doğrusu...
Yazının Devamını Oku

Kuş kafese, balık ağa girince...

2 Ocak 2012
KİMİ ağlar, kimi güler, bu dünya böyle gider! 2012’de daha güzel bir Türkiye olmasını diliyoruz ama bu gerçekleşebilir mi?
Yeni yılın diğerlerinden daha iyi geçmesi, milli gelirimizin artması, ülkeyi bölünmeye doğru götüren hainliklerin bitmesi sadece bir temenni tabii...
İhtimal zayıf da olsa Türkiye’miz için mutlu günler, güzellikler ummak istiyoruz.
Geride bıraktığımız 2011’de yaşanan terör olayları ve şehitler, ülkedeki diğer sıkıntıları unutturur gibi oldu ama...
İlk acılar geçtikten sonra geçim derdinden şikâyetler yine akmaya başladı.
Ben eskiden bunları ciddiye alırdım. Artık tebessümle karşılıyorum. Çünkü şikâyetlerin en yoğun olduğu bölgelerde bile iktidarın yüzde 50’nin üstünde oy aldığını görünce, milletin bizi işlettiği sonucuna vardım.

Şikâyet mektuplarını okudukça aklıma şu hikâye geliyor:
Bir pencereye asılan kafesteki kuş, sadece geceleri ötüyormuş... Bir yarasa, niye gündüz ötmediğini sorunca kuş şöyle cevap vermiş:
“Gündüzün öterken yakalandım ve bu kafese konuldum. Bu bana ders oldu”
Yarasa ona demiş ki:
“Artık iş işten geçti yavrum. Bunu yakalanmadan önce düşünmen gerekirdi!”
Sonuç: Kuşun kafese, balığın ağa girdikten sonra aklının başına gelmesi faydasızdır. Başa gelen çekilecektir!

Elektrik zammı... Akaryakıt zammı... Doğalgaz zammı... Vergi zamları... Diğer bütün zamlar, bu kış milleti iyice sıkacağa benziyor.
Kişisel ihtiraslar, ülke çıkarlarının üstünde tutuluyor, vatandaşa da bol vaatlerin ninnisi söyleniyor.
Manzara-i umumiyemiz şöyle:
Etraf yalaka dolu,
El etek öpmek ayıp değil,
Aman ha, uluorta
Laf etme, haddini bil!

İki tip insan gerçeği görmez: Kör olanlar ve akılsızlar!
Biz hangi sınıfa giriyoruz, bilemiyorum!
Türkiye’de gelir adaletsizliğinin yanı sıra servet adaletsizliği de yaşanıyor ve uçurum, her geçen gün derinleşiyor.
Halkımızın yaklaşık yarısı (35 milyon kişi) çok yoksul... Bunu biz söylesek “Atıyor” derler ama bu bizim ifademiz değil! Devletin resmi kuruluşu olan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) söylüyor bunu...
TÜİK’in 2010 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’nın açıklanan verilerine göre; ülkemizde zenginle fakir arasındaki uçurum kapanmıyor, artıyor.
Nüfusun yüzde 16,9’u (12,5 milyon kişi) yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Sürekli yoksulluk riski altında bulunanların oranı ise yüzde 18.

CHP’nin 20 ve 22’nci dönem Milletvekili Bülent Tanla, Bankalar Birliği verilerinden yararlanarak bir değerlendirme yapmış... Buna göre:
Türkiye’de, toplam servetin yüzde 90’lık bölümü, bankada tasarruf hesabı bulunanlardan yalnızca yüzde 3,4’lük bir kesimin elinde bulunuyor...
2007 yılı hesabıyla bankalarda 79 milyon 835 bin hesap var. 2 milyon 715 bin kişi toplam servetin yüzde 90’ına hükmediyor, yüzde 10’luk bölümü ise bütün Türkiye paylaşıyor.
Bu durum, çarpık ve adaletsiz gelir dağılımının, servet bölüşümüne de yansıdığını gösteriyor. Başka bir ifadeyle;
Dünyanın 17’nci büyük ekonomisi olan 73 milyon nüfuslu Türkiye’de, 2 milyon 715 bin kişi Avrupa ve Amerika düzeyindeki bir zenginlik içinde hayat sürerken, geri kalan büyük kesim, yoksul bir Afrika ülkesinin insanları gibi yaşıyor!
Ülkelerde, büyümenin ve zenginleşmenin nimetlerinden her kesimin yararlanması gerekirken bizde bunun tersi gerçekleşiyor ve zengin daha zengin, yoksul daha yoksul oluyor!
“Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” denir ya... Dileriz öyle olmaz!
Bu koşullar altında, yeni yılınız kutlu olsun!
Yazının Devamını Oku

Öfke değil; akıl, bilgi, tecrübe gerek!

26 Aralık 2011
31 yıl önce, 12 Eylül 1980 askeri darbesini takip eden günlerde, siyasi yasaklı Demirel’e “Bir bilen” adı takılmıştı. Sıkıyönetim izin vermediği için Demirel siyasal konularda konuşamıyor, basına demeç veremiyordu fakat gazeteler o dönemde değişik bir yöntem izlemiş ve isim vermeden “Bir bilen diyor ki” diyerek onun görüşlerini yayınlayıp yasağı delmişlerdi.
“Bir bilen” in demeçleri o günlerde demokratik düzenin tekrar kurulması için bir umut ışığı olmuştu.
9. Cumhurbaşkanı Demirel bugün, bilge kişiliğiyle köşesine çekilmiş, emeklilik günlerini yaşıyor. Ancak Türkiye’nin meseleleriyle yakından ilgileniyor ve ülke sorunları hakkında görüşlerini açıklıyor. Diyor ki:

“Olup bitenlere baktığımız zaman, Türkiye’nin bir yönetim sıkıntısı içinde olduğunu görüyoruz. Ana sebep, ülkenin devlet çatısıdır. Devlet çatısı kurumlardan oluşur. Yönetim, ahenk içinde bunları götürme sanatıdır. Ama bizim ülkemizde görüyoruz ki, bu ahengi her zaman sağlayamıyoruz. Bunu sadece bugün için söylemiyorum, genelde söylüyorum.
Türkiye yeni kurallar arıyor. Türkiye yeni anayasa arıyorsa, yeni kurallar arıyor demektir.
Devletin en önde gelen görevi:
1) Emniyet ve asayiştir, 2) Güvenliktir.
İkisini birbirinden ayırıyorum. Emniyet ve asayiş daha ziyade normal zamanların halini anlatır, daha çok adi suçlardır. Güvenliğe gelince bu normal düzeni aşan bir meseledir.
Güvenlik meselesinde her zaman fevkalâde usullere başvurulur. Bu usuller Olağanüstü haldir, sıkıyönetimdir.
Bu şunu gösterir: Devlet normal olağan usullerle idare edilemez hale gelmiştir ki, o yollara gidiliyor. Dünyanın her tarafında da bu böyledir. Bir yerden sonra müdahale eden asker şu sloganı kullanır:
“Uçurumun kenarına geldik, çöküyoruz, kurtaralım!” Bu tamamen vasiliktir. Bizim düzenimizde bir yerde asker devletin vasisidir. Bugün ne yapmaya çalışıyoruz? Bu vesayeti kaldırmak istiyoruz. Yani bütün bu itişmelerin kakışmaların kökeninde yatan budur.
Bunu kaldırabilmek için anayasanızda gerekli değişikliği yapacaksınız. Kim neyi yapacak? Hangi yetkilerle yapacak? Kime bağlı olarak yapacak? Bunların hepsini öyle bağlayacaksınız ki, sivil idare ve sivil demokrasi dediğiniz hadisenin hakkı verilmiş olsun.
Türkiye bunu eninde sonunda yapmak durumundadır. Hiç kimse alınmasın, gücenmesin!
Asker, devletin askeridir. Asker kendi milleti üzerinde vesayet iddia edemez ama bir yere geldiğinde, ülkenin iyi yönetilememiş olması ve sıkıntılar içine düşmesi onu da rahatsız eder.

Özetle demek isterim ki, hedef, demokratik rejimin iyi işlemesi, kurumların ahenk içinde çalışması, halk ile devletin kucaklaşmış bulunması olmalı...
Devlete ve rejime müdahale gibi fevkalâde tedbirlere gerek olmamalıdır.
Eğer bir ülkede;
· Huzur, sükûn, emniyet ve asayiş kurulabilmişse,
· Can ve mal güvenliği, hukukun içinde kalarak korunabiliyorsa,
· Adalet çabuk ve doğru dağıtılabiliyorsa,
· Hak ve fırsat eşitliği varsa,
· İnsanlar o devletin vatandaşı olmaktan gurur duyuyorlarsa,
· Siyasi iktidar değişikliği kurala bağlanmışsa,
· Ve bu kural kansız, kavgasız, hilesiz, entrikasız uygulanabiliyorsa,
· Halk tok ve geleceğine güvenle bakıyorsa,
· Orada başarılı bir devlet yönetimi var demektir.
Türkiye’nin bir gün bu sıkıntıların hepsinden kurtulması ve devletin başarılı bir devlet olması için, öfkeyle değil, akla, bilgiye, tecrübeye dayanılması gerekir!
Sihirli bir formül yoktur, iyiye ve güzele ulaşmak için akıl, bilgi ve tecrübe vardır!”
Yazının Devamını Oku

Türkiye’de kadın olmak zor!

19 Aralık 2011
BAZI şeyler bilinir ama alışıldığı için pek üzerinde durulmaz, geçilir! Ülkemizde kadına şiddet de bu tür olaylardandır. Bilinir, konuşulur fakat çözüm aranmaz, çare bulunmaz!
Karakolda kadına dayak olayı bu defa milletin tepesi attırdı.
Aslında karakollarda hep dayak vardır! Bu olaylar da bilinir ama fazla tepki gösterilmezdi. Bu defa bir kadına atılan acımasız dayağın görüntüleri yayınlanınca kıyamet koptu, insan olan herkes bundan azap duydu!
İki polis memuru, olaydan 4 ay sonra görevinden alındı ama sadece kadını döven polisler mi suçluydu?
Dayağı seyreden resmi üniformalı polis, tuttukları zabıtta kadının dövüldüğünden hiç bahsetmeyen diğer polis memurları, karakol amiri, polis şefleri, hepsi sorumluydu!
Onları görmezden geldiler!
Peki, Türkiye’mizde kadın sadece karakolda mı dövülüyor?
Aslında ülkemizde kadın her zaman, her yerde dayak yiyor!

Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden 88 yıl geçti. Kadına şiddet azalmadığı gibi, kadın hakları konusunda da önemli bir gelişme olmadı.
Kadınlarımız, Ortadoğu’nun karanlık coğrafyasına doğru sürüklenmeye devam ediyor. O coğrafya ki, kadınları ikinci sınıf insan olarak görmekte ve acımasızca ezmektedir!
Gazetelerde yayınlanan üçüncü sayfa haberleri her zaman dehşet verici:
“Çılgın koca, karısının boğazını herkesin gözü önünde kesti.”
“Erkeklerle dolaşıyor diye kız kardeşinin boğazını kesti!”
“Kadın müdür, sokakta öldürüldü!”
“Profesörden eşine ortaçağ işkencesi!”
“Karısını dokuz saat dövüp, ardından da buz dolu küvete soktu.”
“Son 8 yılda 5000 kadın öldürüldü!”
“Hamile eşini bıçakla doğradı!”
Bu tür haberler, kadınların içinde bulunduğu şiddet ortamını göstermeye yeter!
Töre ve aşiret cinayetleri de cabası!
“İlkellik”, “Alçaklık”, “Vahşet”... Ne derseniz deyin durum ne yazık ki böyle!

Bu yılın mart ayında, İzmir Milletvekili Selçuk Ayhan, Türkiye’de kadınların yüzde 41.9’unun fiziksel ve cinsel şiddete uğradığını belirterek Başbakan’a “2011 yılının ilk iki ayında 23 kadının erkekler tarafından katledilmiş olmasını nasıl yorumluyorsunuz?” diye sormuştu.
Başbakan “Kadına şiddet alçaklıktır!” diye cevap vererek olayları şiddetle kınamıştı.
Aradan 9 aydan fazla zaman geçti. Yasal önlemler nerede? Yok!
Mardin’de 12 yaşında tecavüze uğrayan ve 26 erkeğe satılan kız çocuğunu koruyacağı yerde tecavüzcülere “İyi hal”den dolayı ceza indirimi uygulayıp, cinsel istismarcıları koruyan hukuk sistemini değiştirmek kimsenin aklına gelmiyor mu?

Araştırmaların ortaya koyduğu sonuç hazin! Şiddete uğrayan her yüz kadından 39’u, ne yazık ki, eşleri tarafından dövülmeyi normal karşılıyor!
Türkiye’de kadın nüfusu 39 milyon civarında. Bunun 20 milyonu 30 yaşından küçük. Devletin resmi rakamlarına göre kadınların yaklaşık dörtte üçü evinde oturuyor, dörtte biri iş hayatına katılıyor. Bu düşük oranla Avrupa Birliği ülkeleri arasında son sırada yer alıyoruz. Yapılan araştırmalar, 1980 sonrası Türkiye’de kadın işgücünün hızla azaldığını gösteriyor. Ülke genelinde yüzde 27.5’luk oran, bazı illerde yüzde 20’nin altına düşüyor.
Kültürel muhafazakârlık, kadınların çalışmasını engelliyor.
Ülkemizde, 21’inci yüzyılı yaşadığımız şu günlerde bile kadınlar hâlâ kocalarından dayak yiyor, işyerlerinde tacize uğruyor, hor görülüyor ve öldürülüyor.
Türkiye’de okuryazar olmayanların yüzde 75.7’sini kadınlar oluşturuyor. Çünkü birçok Anadolu ilinde aileler hâlâ kız çocuklarını, okuma-yazma öğrenip sevgililerine mektup yazmasınlar diye, okula göndermiyor! Bu konuda gerçekten hazin bir durumdayız!

Gelelim karakoldaki dayak olayına... İzmir Valisi Cahit Kıraç’ın, Karabağlar Karakolu’nda iki polisin hunharca dövdüğü Fevziye Cengiz’den özür dilemesi doğru bir davranıştır. Vali “Görüntüleri izledim. Bu, bir kadına değil, bir insana, herhangi bir canlıya yapılmaması gereken bir muameleydi. Elleri bağlı, çaresiz bir kadına yapılan kötü muamelenin (sonuna kadar) takipçisi olacağız” diyor. Dilerim Vali Cahit Bey bu sözlerini unutmaz.
Yazının Devamını Oku