Osman Giritli

Sevimli hırsız çift

6 Mayıs 2005
<B>İKİ </B>sevgili, üstelik profesyonel hırsızlar. Öyle küçük işlerle de uğraşmıyorlar. Büyük önemi ve değeri olan elmasları çalıyorlar. Kariyerlerinin doruk noktası Napolyon elmasları. İlk ikisini çalmışlar ama sonuncusu umurlarında değil artık. Karayipler’de emekliliğin tadını çıkartıyorlar çünkü.

Ama insanı kolay kolay rahat bırakmazlar ki...

Son Napolyon Elması bir yolcu gemisinde sergilenmek üzere bir haftalığına adaya getirilmesin mi? Gel de zorla günaha girme.

Max (Pierce Brosnan) ve Lola (Salma Hayek) çiftinin peşindeki FBI dedektifi Stan ise onlar yüzünden kariyerinde dibe vurmuş, çünkü yıllardır peşlerinde olmasına rağmen, yakalamak bir yana soygunlara karıştıklarına dair delil bile elde edememiş.

Hırsız çiftin tutkulu ilişkisinin yanında, Max ve Stan arasındaki ilişki de filmin mizah unsurunu fazlasıyla sağlıyor. Zira peşinde olduğu hırsıza hayran bir dedektif, dedektife samimi bir anlayışla yaklaşan bir hırsız aslında eğlenceli bir çiftin de özeti oluyor.

Filmin türü içinde başarılı olarak değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz, ancak soygun sırasında -bence olması gereken- gerilim biraz gözardı edilmiş gibi geldi. Zira iki soygunun ikisinde de seyirci eğlenmekten olayın gerilimini anlayamıyor bile.

Yönetmen türün klişelerini de unutmamış, karnavalda kaybolma, iki tarafın birbirini aldatması, uzaktan kumandalı araba ve bu sayede ortaya çıkan eğlenceli durum.

Ne var ki sevimli Max ve Lola çiftinin ve peşlerindeki dedektif Stan’in eşliğinde sevimli bir komedi olmuş.

Seyredilebilir.
Yazının Devamını Oku

Ölüler adlarıyla anılmaz

29 Nisan 2005
HİÇ olmamanız gereken bir zamanda, hiç duymamanız gereken bir şeyleri duyuyorsunuz ve hayatınız tamamen değişiveriyor. Durumu birilerine anlatırken, aklınızdan yanlış zaman, yanlış insan sözcükleri geçiveriyor.

Çevirmen (The Interpreter) filmi insana ilk olarak bunları söyletiyor desem, neden bahsettiğimi anlayacaksınız sanırım.

Silvia Broome (Nicole Kidman), BM merkezinde çevirmenlik yapmaktadır ve bir gün Genel Kurul’da konuşma yapacak olan Afrikalı bir lidere yapılacak olan suikast planına -tamamen şans eseri- kulak misafiri olur. Konuşulan dil Güney Afrika’da konuşulan bir ağızdır ve Silvia da bu ağzı bilen az sayıda insandan biridir. Durumu gerekli mercilere bildirir ve meseleyle ilgilenmek üzere Tobin Keller (Sean Penn) görevlendirilir. Daha sonra gerilim tırmanır. Konusunu bu şekilde özetleyebileceğimiz filmin yönetmen Pollack’ın başarılı olduğu politik gerilim türünde önemli bir yer edineceğini belirtmekte fayda var diye düşünüyorum.

Eksik bilgiler veren, geçmişi şüpheli kadın, çok sevdiği karısını trafik kazasında kaybetmiş özel ajan, bir zamanlar halk kahramanı olan ancak daha sonra diktatörlükle başta kalan lider, suikast planları, şüpheli şahıslar... Filmde bulunanları tek tek saymaya kalkarsak liste daha da uzayacak. Pollack’ın elinde rahat işleyebileceği bir konu ve Oscar’la tescillenmiş iki oyuncu olunca ortaya iyi bir film çıkıyor. Ayrıca Pollack gereksiz kahramanlıklardan da kaçınmış, yani ölmesi gerekenler ölmüş, patlaması gereken şeyler patlamış. Abartmadan, insanı filme bağlayacak kıvamda oluyor her şey. Özellikle filmdeki otobüs sahnesi izleyiciyi koltuğunda kıvrandırıyor ve sahnenin sonunda öylece kalıyorsunuz.

Filmdeki ‘Ku’ töresi ise duygusal malzemeyi kuvvetlendiriyor:

Öldürülen insanlar adlarıyla anılmaz, çünkü adları anıldığı zaman ölen kişinin unutulduğuna inanılır. Hayat devam ediyor demektir. Eğer katil yakalanırsa elleri bağlı olarak suya bırakılır ve eğer ölmüş kişinin yakınları tarafından ölümü seyredilirse intikam alınmış olur. Yas bundan sonra başlar.

Sanırım film içinde verilmek istenen en önemli fikir buydu, zira kahramanlarımız defalarca bu konunun üzerinde duruyorlar.

Bu geleneğin çağdaş dünyaya uygulanışını anlatıyor bir anlamda yönetmen. Sürprizleriyle dikkati ayakta tutuyor ama bazı diyaloglar bu durumu zora sokabiliyor.
Yazının Devamını Oku

Peter Sellers’ı nasıl bilirdiniz?

8 Nisan 2005
‘PETER Sellers’ı nasıl bilirdiniz?’ sorusuna verilecek cevaplar pek çok olacaktır ancak, bunların hepsi aynı kapıya, büyük bir beğeninin çeşitlerine açılacaktır. Zira sinema tarihinin en unutulmaz müfettişini canlandıran, kendisi de unutulmaz aktörler arasında en önemli yerlerden birisine sahip olan Peter Sellers’ın hayatı beyaz perdede. Karşınızda Peter Sellers (The Life and Death of Peter Sellers) filmi, tam anlamıyla efsanevi aktörün hayatını aktaran bir biyografi. Oscar heyecanı ve Amerikan sinemacılarının pek çok ünlü ismi birdenbire bu yıl hatırlaması dolayısıyla fazlasıyla biyografik film gördük aslında. Bu seferkinin konusu, kaynağı Sellers ve senaryonun yarı gerçek-yarı kurgu özelliği, yönetmenin ortaya çıkardığı harika işçilik ve oyuncuların performansı bir araya gelince, bize biyografik film izlemenin keyfini yaşatıyor.

Filmin başarılı kurgusu sayesinde, Sellers kendi yaşamını konu alan bir filmde bizzat rol alıyormuş izlenimi yaratılıyor. Her yönü eksiksiz, abartısız ve objektiflikle anlatılan Sellers’ın; ilgisiz baba, şiddet kullanan koca, yetenekli olduğu kadar kaprisli ve kibirli bir oyuncu, annesinin aşırı baskısı yüzünden kişiliğini bulamamış bir adam yönlerini görüyoruz. İşte tüm bunlar bizlere onu nasıl tanıdığımız sorusunu sorduruyor.

Annesinin hayatına etkisi ve kişiliğindeki derin izleri onu oyunculukta ilerletiyor, zira henüz bulamadığı kişiliği sayesinde, her rolü adeta kendisiymiş gibi canlandırıyor, ancak bir gerçek daha var ki Sellers kendi hayatında da oynuyor.

Filmin daha konusuyla, anlattığı kişiyle, başarılı kurgusuyla anlatılacak çok yönü var, zira konu Sellers olunca uzun uzun onu anlatmak gerekiyor. Ancak filmde sergilediği performansla Geoffrey Rush, açıkçası filmin sonunda ‘karşınızda Geoffrey Rush’ dedirtiyor. Böyle bir efsane ismi, bu kadar kusursuz canlandırmanın ayrı bir beğeni sebebi olduğunu belirtmek gerek.

Sinemadan çıktıktan sonra, ‘Peter Sellers böyle birisi miydi?’ diye sorsanız da, kaçırılmaması gereken bir film.
Yazının Devamını Oku

Bir tek ölüm eşit davranır

1 Nisan 2005
<B>KAVGAM </B>kitabının çok satanlar listesinde zirveyi zorladığı bir dönemde, <B>Hitler’</B>in sekreteri <B>Traudl Junge’</B>nin anılarından filme çekilen <B>Çöküş </B>(Downfall) yalnız bir ülkeyi değil, dünyayı felakete götüren Nazi İmparatorluğu’nun çöküş günlerini ekrana getiriyor. Hiç kuşkusuz burada seyirciyi etkileyen, Hitler’in bireysel çöküşünün anatomisidir. Çevresinde her söylediğini emir telakki eden insanlar birer birer kaçıyor veya intihar ediyorlar. Çöküş’ün sonunda, bütün üst rütbeliler, karar piramidinin üstünde yer alanlar, birer birer intihar ediyor, rütbeleri ölüm eşitliyor. Tıpkı öldürdükleri masum insanlar gibi. İnancın tartışılmazlığı, insanlık tarihinde nelere mal olmuştur. Çöküş bu gerçeği gösteriyor.

Hiç kuşkusuz bütün diktatörlerin yakın çevresi, onları başka yanlarıyla görürler. Hitler’in sekreteri için de o öyleydi. Saf bir kızın, bir diktatörün zulüm haritasını anlaması, ondan nefret etmesi pek mümkün değildi. Ancak kendi ifadesinde de belirttiği gibi gençlik her zaman bahane olmayabiliyor.

Sinema olarak nihayet Almanların gözünden filme aktarılması ve Bruno Ganz’ın olağanüstü performansı haricinde daha öncekilere eklediği fazla bir şey yok aslında. Ama belgeselliği, tanıklığı yansıttığından ve gerçek notlardan aktarılmasından dolayı önemli. Sıkça değinilen bir durum var ki, Hitler’in insan yönünün aktarılması. Ama bazı sahnelerde fazla insan olması da gizliden propoganda mı var hissi uyandırıyor. Zira bazı yerlerde Nazi subaylarının ‘sivil insanlar’ın öldürülmemesi için Hitler’i Berlin’den çıkmaya ikna etmeye çalışması hayrete düşürüyor.

Öyle veya böyle, tarihe geçmiş ve pek çok yönü sırlarla dolu olan bir ismin son yıllarının aktarıldığı film, hazır Kavgam tartışmalarının yaşandığı dönemde izlenmesi gereken bir dönem filmi özelliği taşıyor.
Yazının Devamını Oku

Tabuları yıkmıştı

25 Mart 2005
<B>KINSEY RAPORU </B>bir zamanlar bütün dünyada cinsellik alanında devrimci bir çalışma olarak karşılanmıştı. Çoğu insan kendi cinselliğinin mecrasını da bu kitapta bulmuştu. Belki kendine bile itiraf edemediğini o zaman fark etmişti. Kinsey filmi bu bilim adamının yaşamını sinemaya aktarmış. Tabuları deviren bilim adamının hayatı, izleyiciye pek çok şeyi gösteriyor. Babasına duyduğu tepkiyle biyolojiyi seçmesi, onun tutucu Protestan yapısına tepki olarak seçtiği hayat anlayışı... Ancak ilerleyen yıllarda kendisinin de bilime, biyolojiye tutkuyla olan bağlılığı, film içinde başarıyla sindirilerek anlatılmış. Zira dikkat edecek olursak aile sofrasında bile başka konu konuşulmamakta.

Yeni araştırmalar yapan birinin, hele araştırma yapılan alan cinsellikse ne kadar tepkilerle karşılaştığını tahmin edebilirsiniz. Zira toplumun değer yargılarıyla karşı karşıya gelmek zorundasınızdır. Göğüslemek zorunda olduğunuz önyargılar yüzlerce yıllık geleneklerdir. Kinsey’in bu zorluklarla nasıl savaştığı aktarılırken, kendisi hariç ekibinin bile arada kalmışlığı filmde başarıyla anlatılıyor.

Çalışma arkadaşları onun için projenin bir parçası mı, evliliği sadece bir deney mi, karısı, asistanları hatta kendisi de sadece birer denek mi, bilim uğruna her şey yapılabilir mi sorularını sorduruyor film. Ahlaki değerlere bilim uğruna sırt çeviren bir adamın zamanla kalbi de köreliyor dedirten bir yaşam eğrisinin filmi Kinsey. Çünkü filmde de görüyoruz ki, ekibi bile bazı konularda Kinsey kadar ‘disiplinli’ olamıyor. Cinselliğe dair tabuları yıkmaya çalışırken kendi yakın çevresindekilerin bile bazı değer yargılarına sadık kalma isteği Kinsey’i zora sokarken, filmi izleyenlerde de, cinselliğe bakışa dair sorgulama isteği uyandırıyor.

Daha önce de belgesel nitelikteki filmlerde gösterdiği başarılı performansa bir yenisini ekleyen Liam Neeson’ı, filmin artıları arasında değerlendirmek gerekiyor sanırım.
Yazının Devamını Oku

Aldatma üzerine çeşitlemeler

18 Mart 2005
<B>ÇİFTLERİN </B>ilişkilerini belirleyen nedir? Aşk mı, seks mi, tutku mu, alışkanlık mı? Hepsi bir arada desek işi çok mu karıştırmış oluruz? Daha Yaklaş’ı (Closer) seyrederken bu soruları sordum, filmin oyuncularıyla birlikte.

Sadakat gerçekten sadece cinsel ilişkiyle mi bozuluyor, sevgi sadakatin, seks aldatmanın simgesi mi? Daha da karmaşıklaştırmak gerekirse, sadakat için ilişkinin temellerinin ne kadar sağlam olduğu da önemli mi? Daha Yaklaş’ta uzun emeklerle kurulmuş aşklar yok; Alice ile Dan, bir kaza sonrası, Larry ile Anna bir şaka sonrası ilişkilerini kuruyorlar. Yani filmde de alttan alta belirtildiği gibi hepsi birbirinin ‘yabancısı’.

Yazar, striptizci (veya gezgin), fotoğrafçı, doktor. Gerçekten de ancak filmde bir araya gelebilecek bir dörtlüyü oluşturuyorlar ve insan ilişkilerindeki, bilhassa kadın ve erkek arasındaki birlikteliklerdeki sadakati, sevgiyi, dürüstlüğü sorguluyorlar.

Özellikle diyalogların önde tutulduğu bir film olması, anlatmak istediği şeyi sorunsuz ifade etmesini sağlıyor. Zira ilişkinin temelinde yatan diyaloglar asıl durumu açıklayacaktır. Hele ki Anna ile Larry’nin kavga ettikleri sahnede, bitmek üzere olan bir ilişkideki son konuşmanın gerilimi tüm çıplaklığıyla veriliyor. Süssüz, stresli, hakaret dolu ama doğal. Bu özelliğiyle akılda kalıcı.

Rastlantılar sonucu kurulmuş ilişkiler, geçici zevklerin kalıcılığını tartışmayan kişiler. Bunun sonrasında aldatma kaçınılmaz oluyor Daha Yaklaş filminde; ikisi kadın ikisi erkek, toplam dört kişi arasındaki rotasyonun nasıl bir aldatmalar çeşitlemesine döndüğünü görüyorsunuz. Dürüst olmanın ilişkilerdeki temel gereklerden biri olduğunu da açıkça ifade ediyor kahramanlarımız. Belki de kendinizi sorgulayacağınız bir film. Sezonun iyilerinden.
Yazının Devamını Oku

Boksta her şey tersinedir

11 Mart 2005
<B>EN </B>iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’larını kazanan <B>Milyonluk Bebek </B>(Million Dolar Baby) filmini seyrettim. En iyi yönetmen Clint Eastwood, en iyi kadın oyuncu Hilary Swank, en iyi yardımcı erkek oyuncu Morgan Freeman gerçekten ödüllerini hak etmişler.

Trajik bir konu. Bir kafeteryada garsonluk yapan bir kızın boksörlük tutkusu ve hayatta en çok istediği şeye ulaşmak için mücadelesi.

Eğitimi, olanağı olmayan, ailesi de yoksul bir kız ne yapabilir? Birdenbire nasıl tanınabilir ve para kazanabilir.

Bu soruların hazin yanıtını bu filmde bulabilirsiniz.

Esas kızımız (Hilary Swank) boks antrenmanlarının yapıldığı bir kulüpte durmadan kum torbasına yumruk sallıyor, oranın temizlik hizmetlerini yapan sakatlanmış eski bir boksör (Morgan Freeman). Antrenör (Clint Eastwood) önce kıza pek yüz vermiyor, hatta ben kadınlara ders vermem diyor, bir yandan da kızın bu tutkusu onu çekiyor. Sonunda ders vermeye başlıyor. Aralarındaki o insani bağ beni çok etkiledi. Çünkü kız tek kurtuluş yolunun bu olduğuna antrenörü inandırıyor.

Yavaş ritimde ama insanı perdeye bağlayan bir akışla seyrettim.

Boks antrenmanlarının yapıldığı salonda hep ‘kaybedenler’ bir arada toplanmış. Hálá şöhreti umanlar ile şöhreti bulamayanlar.

Bir an sıradan bir yükseliş filmini seyreder gibi oluyorsunuz, kız çalışacak, ekonomik bataklıktan kurtulacak. Ancak klasik türün örneği olmadığı kesin. Zaten en iyi film Oscar’ını almasının en büyük sebeplerinden birisi bu. Bir de diğer aday filmler gibi belgesel nitelikte ve birilerinin hayatını anlatan bir film değil. Milyonluk Bebek filminin en beğendiğim yönü, klasik bir tür görünümünde olsa da aslında biraz dikkat istiyor, filmin başında söylenenler, sonunda tekrarlanıyor ve filmin nirengi noktalarını işaretliyor. Bunun haricinde Swank ve Eastwood arasındaki ilişki de filmin sonunda zirvesini yakalıyor. Filmin sonlarına doğru ikili arasında geçen dramatik konuşma rastladıklarımın belki de en iyisiydi. O bildik yapış yapış duygusallıktan uzak, ama insanın boğazını düğümleyen bir diyalog.

Oyuncularıyla, konusuyla çok iyi bir film.
Yazının Devamını Oku

Dehasıyla görüyor

4 Mart 2005
RAY, bir efsanenin yaşamını, ilk anından sonuna kadar ilmek ilmek işleyen ve her karesinde Ray Charles’ın hayatındaki ritmi bize hissettiren bir film. Bir müzisyenin hayatı nasıl anlatılır, notalarla mı, nakaratlarla mı, enstrümanın tınılarıyla mı, yoksa sadece yaşadıklarıyla mı? Belki bir kısmı yeterli olacaktır ama bir dáhiye bunların hepsi belki daha fazlası gereklidir, çünkü onun yaşadıklarını hissetmek gerekir. Ray filmi, bir efsanenin, bir dehanın hayatının iyi hissedilerek perdeye aktarıldığını gösteriyor. Yönetmenin dönemi başarıyla yansıtan renk seçimi, Charles’ın hayatını en fazla etkileyen olaya geri dönüşlerdeki ustalığıyla yansıtması ve özellikle de Jamie Fox’un oyunu. Herkes filmden çok belki de bundan bahsetti. İnanın bundan sonra da fazlasıyla bahsedilecek, zira aktörlüğünden önce müzikle de uğraşan ve hatta bir de albümü olan Fox, şu ana kadar gördüğüm en iyi oyunculuklardan birisini sergilemiş. Başlarda bahsettiğim hissetmeyi en iyi yakalayan kişi belki de o olmuş. Ray Charles’ın kendisi de bunu ‘görmüş’ olacak ki çekimlerde ona güvendiğini açıkça söylemiş. Aldığı Oscar’ı fazlasıyla hak ediyor.

Ray’ın müziğini elbet bilirdik, ancak hayatının detaylarını tüm çıplaklığıyla ortaya konduğu bir film olmuş. Annesinin öğütleri onun bu dünyada güçlü olmasını sağlarken, uyuşturucu bağımlılığı gücünü yavaş yavaş almış, ama kulağıyla dünyayı, dehasıyla gerçekleri gören Ray’i yenememiş. Soul müziğiyle gospel (kilise) müziğini harmanladığı tarzı, tüm zamanların en hit parçaları arasında yer alan şarkıları, özellikle müziğinin ritmini tam anlamıyla perdeye aktarabilen bir film.

Sinema keyfinin fazlasıyla hissedileceği bu filmi kaçırmamalısınız, zira daha şimdiden klasik olma yolunda, hem yönetmeninin başarısı hem de Jamie Fox’un oyunculuğu ile.
Yazının Devamını Oku