Nusret Cömert

Resimden konsere butikten defileye

13 Haziran 2010
ANKARA’nın siyasi, diplomatik ve kültürel yaşamında diplomatik misyon temsilciliklerinin etkinlikleri önemli bir yer oluşturur. Misyon şeflerinin ülkelerinin milli günlerinde verdikleri resepsiyonlar kadar, rezidanslarının evsahipliğinde gerçekleştirdikleri faaliyetler ülkelerinin tanıtımına ve Türkiye ile ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunur. Geçtiğimiz günlerde Belçika Kraliyeti Büyükelçisi Pol De Witte ve eşinin Atatürk Bulvarındaki rezidanslarında Türk ve Belçikalı sanatçıların müzik, resim, şiir ve tasarımlarını sergiledikleri “Anadolu’dan Geliyorum-Yakın Buluşmalar” adlı davet bunlara güzel bir örnekti. Rezidans binasında ressam ve tasarımcı Aslı Kutluay’ın tabloları ve tasarladığı takılar sergileniyordu. Resimler Sufi, Leyla ile Mecnun, Karagöz ve Cemil İpekçi gibi temaları işliyor, tabloların üzerinde işlenen temalarla ilgili kısa açıklamalar yer alıyordu.

Şiir-müzik ve Liber Tango

Daha sonra performans başladı. Bahçede hazırlanan sahnede Belçikalı şair Luc Zwaenepoel, Türk ney, gitar, kontrabas ve perküsyon sanatçılarının seslendirdiği müzik eşliğinde şiirlerini okumaya başladı. Anadolu’da milattan önce 8700 yılından başlayıp 1500 yılına kadar uzanan bir gezinti yaptırdı bizlere şiirleriyle. Her şiir ve gösteri Ressam Kutluay’ın az önce gördüğümüz bir resmini hatırlatıyordu. Şair Sufi şiirini müzik eşliğinde okurken bir sema gösterisi yapıldı. Sonra Kutluay, “Müzik beni nasıl etkiliyor temalı” bir Liber Tango dans gösterisi yaptı. Son olarak Cemil İpekçi, Sibel Becan ile Hacı Arif Bey’in eseri eşliğinde bir gösteri yaptı sahnede. İpekçi kumaşı elbise haline getirdi modelin üzerinde.
Etkinlik Hacettepe Üniversitesi Çocuk Gelişim Bölümünün ünite yenilenmesi ile Anaçev yararına düzenlenmişti. Farklı ülkelerin farklı sanat dallarının bu harmonisi müthiş bir zenginlikti.

Kelebekler erken ölür

Cemil İpekçi’yi kısa bir süre önce yine Ankara Sheraton Otel’de Şehit ve Gazi aileleri yararına gerçekleştirilen bir etkinlikte izlemiştim. Ankara cemiyet hayatının önemli yüzleri oradaydı. Öncelikle Ankara’lı modacı Ezgi Uzunöz’ün tasarımları, daha sonra Cemil İpekçi’nin Monsieuer Butterfly isimli kolleksiyonu sergilendi. Tamamen kelebek temalı kıyafet ve aksesuarlar görülmeye değer, kareografi etkileyiciydi. Önce siyah kelebek kıyafetli erkek bir dansçı bir gösteri yaptı, sonra defile başladı. Son bölümde yine kelebek kıyafetli bayan bir model podyumda alımlı adımlarıyla yürürken erkek bir model peşinde ona erişmeye çabalıyor, kur yapıyordu. Aklımdan kelebeklerin ömrünün ne kadar kısa olduğunu geçiriyordum bu bölümü izlerken. Nihayet birbirlerine kavuşup sarılırlarken kadın kelebek hayatını kaybetti, kısacık ömrü dolmuştu. Daha sonra İpekçi sahneye çıkarak bir konuşma yaptı. Defilesini Ankara’lı genç bir modacı ile paylaştığı için mutluydu. Ezgi ise mutluluktan uçuyordu. İpekçi, annesinin polis bir aileden geldiğini anlatıyor, hepimizin birer kelebek olduğumuzu, aslına yaşamlarımızın kısa olduğunu söylüyor, sevgi ve barış mesajları veriyordu. Gece Sibel Can’ın bir konseri ile son buldu.

Buluşturan bir davet

Harvey Nichols Ankara mağazası açıldı. Londra’nın simgelerinden biridir Harvey Nichols. Knightsbridge’de, ünlü markaların yer aldığı Sloane Street’in başında yer alır. Klasik İngiliz bir mimarisi vardır. Londra’da yaşadığım yıllarda evime yakın olduğu için sıkça uğrardım. En çok ta yiyecek ve içecek katı olan beşinci katını ziyaret ederdim. Buradaki bar oldukça ünlü, sushi lokantası ve kafesi de oldukça popülerdir. Markette ise dünyanın çeşitli yerlerinden getirtilmiş yiyecek maddelerinin en iyisi yer alır. Ben bazen buradan balık ve ev yapımı makarna ile soslarını alır, evde kendime ve arkadaşlarıma küçük bir ziyafet hazırlardım. Ev mobilya ve aksesuvarlarının yer aldığı dördüncü katı da çok ilgimi çekerdi. Harrods ve Selfridge’s ile kıyaslandığında daha butik bir mağazadır Harvey Nichols. Aralarında bir iki Türk’ün de olduğu ünlü tasarımcıların kıyafet ve aksesuvarlarını bulursunuz. İstanbul’dan sonra Ankara’da da mağaza açacağı bir süredir konuşuluyordu. Alışveriş merkezinde olduğu için açılışta kırmızı kordonlarla hazırlanmış koridorlardan geçerek mağazaya ulaştı konuklar. Girişteki görevlilerin davetli listesinden isimlerini kontrol etmeleriyle de mağazaya girdiler. Davet oldukça kalabalık, davetliler pek şıktı. Pek çok dostum, arkadaşım, tanıdığım buradaydı, güzel bir sohbet ortamı oldu.
Açılışı Maliye Bakanı Mehmet Şimşek yaptı. Beyhan Bağış, Kürşad Tüzmen de konuklar arasındaydı. Mağazanın içerisinde hazırlanan uzun bir podyumda küçük bir defile yapıldı. Daha sonra Sertab Erener bir konser verdi piyano eşliğinde. Ankara mağazası İstanbul mağazası kadar büyük değil ama geniş bir fiyat aralığında epeyce ürün var reyonlarda. Yine bildik seçkin markaların spor ve abiye kolleksiyonları satılıyor. İlkbahar-yaz sezonu çoktan açılmış olduğu halde bu mağaza için sezon yeni açılıyor. Daha çok canlı renkler tercih edilmiş reyonlarda. Bir dönem iyi mağazaların peşpeşe kapandığı veya küçüldüğü Ankara’da Beymen, Vakko ve Harvey Nichols’ın mağazalarının arka arkaya açılması sevindirici.
Yazının Devamını Oku

Pitwalk’uyla partisiyle “Formula 1” deneyimi

6 Haziran 2010
Beş yıl öncesini hatırlıyorum; İstanbul’da ilk kez düzenlenirken büyük heyecan ve izdiham olmuş, bu deneyimi yaşamak isteyen çok sayıda izleyici havalimanında, otellerde, trafikte büyük bir kalabalık oluşturmuştu.
Formula 1 ilerleyen yıllarda daha çok bu spora ilgi duyan izleyicilerin rağbet gösterdiği bir etkinlik haline dönüştü. Bu yıl Formula 1’de Porche GT3 kupası, GP2 ve GP3 yarışları yapıldı. Cuma günü  antremanlar, cumartesi günü Formula 1 pitstop antremanı, üçüncü antreman, sıralama turları ve gösteri turları, Porche GT kupası ile GP2 ve GP3’ün sırasıyla 12, 32 ve 15 turdan oluşan ilk y   arışları yapıldı. Asıl yarış günü olan pazar da Porche GT kupası, GP2 ve GP 3’ün 12, 15 ve 23 turdan oluşan ikinci yarışları ve 58 turdan oluşan Formula 1 yarışları gerçekleşti.
İzleyiciler yarışları pistin dış kenarında inşa edilmiş tirübünler ile bazı virajları gören çimlerde izlediler. Bir de pistin iç kısmında son derece konforlu, Formula One Paddock Club olarak tabir edilen bir bölüm var. Buranın ulaşım yolu ve otoparkı da özel. Paddock’a otoparktan pistin üzerinden geçen bir köprüden yürüyerek veya helikopterle gelebiliyorsunuz. Binaya da ancak boynunuza astığınız özel bir kart ve bileklik ile girip çıkabiliyorsunuz. Burada yanyana sıralanmış, içerisinde restaurant, bar ve oturma grupları olan salonlar var. Gün boyu şampanya, şarap, diğer içecekler ve yemek ikram ediyorlar.
Formula One Paddock Club
Yarışları büyük ekranlı televizyonların yanısıra önündeki özel tirübünlerinden izleyebiliyorsunuz. Personelin büyük kısmı ülke ülke gezen yabancılar. Araçların çıkardığı müthiş sesten dolayı sağır olma tehlikesine karşı kulaklarınıza orada hediye edilen kulak tıkaçları takıyorsunuz. Binanın üstü de yarış izleme terası.
Binanın alt katında, her bir araç için ayrı ayrı birer tamir servisi ve önünde pitstop denilen, araçların bakım ve yakıt ikmali için durdukları noktalar var. Ki burası Formula 1’in görülmeye en değer yeri. Saniyelerle araçların lastikleri değiştiriliyor, benzin depoları dolduruluyor. Ekip çalışmasının çok önem taşıdığı bir yer. Bazı liderlik eğitimlerinde takım çalışmasının önemini göstermek için sizi pitstopa alırlar. Bir kişi işi aksatırsa tüm iş aksar. Yarış başlamadan birkaç saat önce pitwalk yapılıyor, yani Paddock izleyicilerine pitstoplar gezdiriliyor.
Pitstop’daki masal devi
Red Bull’un pitstop alanını dolaşırken dünyanın en uzun insanı olarak Guinness rekorlar kitabına giren Sultan Kösen’i gördüm. Herkes onun fotoğrafını çekmek için yarışıyordu. Daha önce gazetede Kösen’in fotoğraflarını görmüştüm ama karşımdaki görünümü gerçek bir masal devini hatırlattı bana. Ama hep gülümseyen bir dev...
Yarış start almadan arkası açık bir kamyon ile pilotlar dolaşarak seyircileri selamladılar. Sonra Maliye Bakanı Mehmet Şimşek  açılışı yaptı. İstiklal Marşı’nı Ajda Pekkan gayet alıştığımız, bildiğimiz haliyle sade bir şekilde söyledi. Kırmızı kıyafetli genç kızlardan ikisi en önde Türk Bayrağını taşıyorlardı. Sonra sıralanmış olan araçlar o etkileyici kalkışlarını yaptılar ve turlara başladılar. Ajda Pekkan daha sonra Paddock’ta bizim de bulunduğumuz salona gelerek yemeğini yedi ve yarışı izledi. Bir genç kız gibi görünüyordu Süper Star. Yaş alma ile yaşlanmanın çok farklı şeyler olduğunun güzel bir kanıtıydı.
Yarışı ilk iki sırada götüren aynı takıma ait iki aracın çarpışıp birinin yarış dışı kalması, diğerinin ise ancak üçüncü olması büyük talihsizlikti. Bu kazanın da etkisiyle Türkiye Grand Prix’ini bu yıl Lewis Hamilton kazandı.
Teknelerle Kızkulesi
Formula 1, partileri ile de dikkat çekiyor. Çeşitli davetler verildi. Bunlardan belki en çok konuşulan ve ilgi çekeni Selim Hamamcıoğlu’nun Cumartesi gecesi yine Kızkulesi’nde verdiği Racing Fever partisi. Davetiyeye üzerinde VIP guest yazılan plastik kart iliştirmiş Hamamcıoğlu. Ben Çırağan Sarayı’ndan kalkan bir tekne ile gittim Kızkulesine. Görevliler iskelede plastik kartları bilgisayarda okutarak misafirleri tekneye aldılar ve Kızkulesi’nde sıcak bir şekilde karşıladılar. Her teknenin varışı ile parti biraz daha kalabalıklaştı. Bir ara adım atacak yer kalmadı. Yurtdışından gelmiş çok sayıda konuk ile aralarında Erdal-Batu Aksoy, Aykut-Banu Tarakçıoğlu, Atıl Kutoğlu, Alican Ulusoy, İlhan İl, Burak Hatipoğlu, Şebnem Ercantürk, Serdar Bilgili, Ayda Elgiz, Sinan Güreli, Noella, Emre Ergani, Yüksel Mermer, Seda Söğütlü, Tuğba Peksayar, Çağla Cabaoğlu, Füsün Hattat, Melkan Tabanlıoğlu’nun da bulunduğu konuklar Kızkulesi’nin terasında hazırlanan parti alanında sohbet edip eğlendiler. Türkiye sosyetesi oradaydı. Hostesler gece boyunca konuklara sushi ikram ettiler. Işıklandırma ve ses düzeni çok iyi, DJ başarılıydı. Selim gece boyunca konuklarla tek tek ilgilendi. Bayan konuklardan birinin parti donüşü tekneye binerken denize düşmesi büyük talihsizlikti. Neyse ki bu kaza ucuz atlatıldı.
Yazının Devamını Oku

Bir ayağımız İstanbul’da

30 Mayıs 2010
ÇOĞU Ankaralı’nın bir ayağı İstanbul’dadır. Hem iş, hem de sosyal hayat, Ankaralı’yı sıkça İstanbul’a sürükler. İşleri yoğun olup da tatil beldelerine gidemeyenler için ise, İstanbul’daki yazlık mekanlar daha büyük önem taşır.
Geçtiğimiz günlerde Boğaz’da bir teknede verilen bir akşam yemeğine katıldım. Ki İstanbul Boğazı benim yeryüzünde en sevdiğim yerdir.
Boğaz turu boyunca yine büyülendim. Sayısız kez izlediğim halde her seferinde sanki ilk defa görüyormuş gibi hayranlıkla baktiğım yapıları izledim. Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii, Galata Kulesi, Kızkulesi, Beylerbeyi Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Çirağan Sarayı, Ortaköy Camii, Kuleli Askeri Lisesi ve diğerleri... Hangi birini saymalı, tam bir görsel şölen. Ama benim seyrinden en cok keyif aldığım bina, Kuleli Askeri Lisesi’dir.
Angelique’de mola...

Boğaz turumuz sürerken yurtdışında yaşayan bir arkadaşım aradı ve kısa bir süre için İstanbul’a geldiğini haber verdi. Bu hoş tesadüfü, tekne gezisi bittikten sonra buluşup, benim önerimle önce Angelique’e giderek değerlendirdik. Yazın gelmesiyle birlikte terasını açmış Angelique. Teras keyifliydi, henüz fazla kalabalık yoktu. Ki zaten bazı mekanlara göre daha küçüktür ve daha sıkı kapı politikası izlerler.

Ortaköy’de üç katlı bir yalıda kurulan restaurant/gece kulübünün manzarası ise harikadır. Mekanı Kitchnette, Wanna, Da Mario, Aija, Gina, Vogue ve Zuma’nın da işletmecisi olan Doors Group işletiyor. Ve yurtdışında görmeye alışkın olduğumuz, ancak Türkiye için yeni sayılabilecek bir girişimcilik örneği veriyorlar.

Reina’da altı lokanta ve eşsiz bir manzara

Angelique’in ardından Reina’ya geçtik. Reina da yazlık mekanının kapılarını açmış. Geçen seneyle aynı. Sağda Köşebaşı Kebapçısı, üzerinde Dragon Çin Lokantası, solda ve önde Blue Topaz, üzerinde Park Şamdan Lokantaları, ayrıca Itsumi Japon Lokantası ve Reina olmak üzere altı lokanta var bu yıl Reina’da. Ortada ise Reina Bar. Burası da fazla kalabalık değildi, daha çok yabancı misafir grupları dans ediyor, kendi aralarında eğleniyorlardı. Reina’nın manzarası da eşsiz. Boğaziçi köprüsü mücevher bir gerdanlık gibi uzanıyor karşısında.
Yıllar önce orası Nix olarak faaliyet gösterirken o zamanki işletmecisi, Ingiltere’den arkadaşim Sacit’le şimdiki Şamdan’ın olduğu yerdeki VIP barda İngiltere’den gelen bazı arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Boğaziçi Köprüsünü hayran hayran seyreden bir Ingiliz arkadaşımız mırıldandı:
“Sacit, bu mekanı sat, şu köprüyü al...”

Ankara’dan İstanbul’a giden başarılı işletmeci

Cuma akşamı Sortie’nin açılışı vardı. Ben başka bir programım olduğu için yemeği başka bir yerde yedikten sonra orada olan arkadaşlarımın ısrarıyla Sortie’ye uğradım. Buranın da manzarası güzeldir. Bu yıl yepyeni bir yer olmuş. Emre Ergani işletmeciliğinde belli ki bu yazın en gözde mekanı olacak. Içerisinde Venge, Cafe des Paris, Blackk Lounge, Fishmekan, Public ve Rodizio olmak üzere burada da altı restaurant ve Biber Bar, Niwa ve Sortie Bar olmak üzere üç bar var.

Deniz kenarında sağ taraf Emre Ergani’nin Biber’i. Nişantaşı’nda açıldıktan kısa bir süre sonra Istanbul cemiyet hayatının tanınan yüzlerini burada bir araya getirmeyi başaran Ergani açılışta aralarında Işıl Sarraf, Tuğba Peksayar, Emre Kütük, Mehmet Mutlu, Murat Tabanlıoğlu ve Ilker Mengi olmak üzere hemen hemen tüm tanıdıklarını buraya getirmeyi başarmıstı. Kendisi de her zaman olduğu gibi işinin başındaydı. Emre Ankara’dan Istanbul’a giden başarılı bir işletmeci. Ben Ankara’daki döneminde Ankaralı değildim ama Bodrum’da şimdi Bianca, önceki adıyla Havana, Istanbul’da Blackk de aralarında olmak üzere her mekanının zaman zaman ziyaret eden sürekli müşterisi oldum.

Biber belli ki bu yaz Sortie’nin VIP barı olacak. Ve Ortaköy de yine Istanbul’da gece hayatının kalbi...
Yazının Devamını Oku

Prens II. Albert’in Yaz Balosu daveti

23 Mayıs 2010
MONACO Prensi II. Albert’in, Monte-Carlo’da bu yıl on beşincisini vereceği “Yaz Balosu” yine Haziran ayında gerçekleşecek. Yazın geldiğini müjdeleyen bu davet, her yıl başka bir ülkedeki daha az şanslı insanların yararına veriliyor. Bazılarına katıldığım geçmiş yıllardaki balolar, Prens II. Albert’in davetiyeyi iliştirdiği mektubunda da belirttiği gibi “Out of Africa”, “O Tahiti E”, “Indian Summer Night”, “Jungle Forever” ve “Golden Paradise” gibi temalarla verilmişti.
Bu yıl Prens II. Albert’in onursal başkanlığını yaptığı, yirmiden fazla ülkede hayır faaliyetlerinde bulunan “Order of Malta” yararına, “La Dolce Vita” teması ile verilecek. Uluslararası elitleri davet ettiği bu balo için Prens II. Albert davet mektubunda konuklarına, şu satırlarla çağrı yapıyor:

Haydi duralım gül koklayalım

“Yaşantılarımızın fani doğası aniden üzerimize ışıdı, bizler uzun dönemli düşünmeliyiz, ufuklarımız sınırsız olsa da içinde bulunduğumuz mevcut koşulların sürdürülebilir olmadığının çok farkındayız. ‘La Dolce Vita’ birlikteliğimiz ve aidiyetimizi yeniden alevlendirecek, bizlere yeryüzünün yıldızları olduğumuzu fark ettirecek. Haydi duralım ve gülleri koklayalım.
Davet cuma akşamı deniz kıyısındaki Beach Club’ın havuz başında bir hoşgeldiniz resepsiyonu ile başlıyor. Bu resepsiyonlar oldukça renkli geçiyor ve o yılki temaya uygun olarak espriler katılıyor. Örneğin “Indian Summer Night” temalı etkinlikte geleneksel kıyafetli Hintli genç kızlar konukları mumlar arasında karşılamış ve parti boyunca geceye ambiyans katmışlardı.
Bu resepsiyonun peşinden konukların çoğu geceye Jimmy’z gece kulübünde devam ediyorlar. Cumartesi ise davetlilerden bazılarının Thermes Marins ya da Beach Club’ta güneşlenip denize girip güneşlendiği, bazılarının tenis ya da golf oynadığı, çoğunun da Monte- Carlo’da dolaşıp alışveriş yaptığı bir gün oluyor. Ben önce Cote d’Azur’un esine ender rastlanır manzaralı yollarında otomobille dolaşıp, sonra Monte-Carlo meydanındaki Cafe de Paris’te oturup günün keyfini çıkarmayı tercih ediyorum.
Balo Cumartesi akşamı saat sekizde Sporting Club’ın bahçesinde erkeklerin smokin, kadınların balo kıyafeti ile katıldığı şampanya ikram edilen bir kokteyl ile başlıyor, Sporting Club’in meşhur, yemek sırasında üzeri açılan salonunda oturma düzeninde bir yemek ile sürüyor. Farklı ülkelerden kişilerle kurulan dostluklarla yine Jimmy’z gece kulübünde gün ışıyana kadar devam ediyor.

Nüfusun yüzde 80’i “gizli zenginler”

Davet Pazar sabahı Hotel de Paris’in terasında verilen bir brunch ile sona eriyor. Brunch’ta tanışıklıklar daha da geliştiriliyor. Benim bu davetlerin birinde tanıştığım Rus dostum beni Monaco’da verilecek çok elit bir baloya, Amerikalı dostum Amerika’da düğününe davet etmişti.
Konuklar çeşitli otellerde kalsa da Hotel de Paris ve Hotel Hermitage en gözde olanları. Vatikan’dan sonra dünyanın ikinci en küçük ülkesi olan, monarşi ile yönetilen Monaco’nun nüfusunun yüzde sekseninden fazlasını dünyanın gizli zenginleri oluşturur. Vergi cenneti olan bu ülkede otomobilin, teknenin, saatin, her şeyin abartılısını görürsünüz.
Mayıs ayında düzenlenen Formula 1 Monaco Grand Prix’si şehrin içerisindeki virajlı, yokuşlu, tünelle otelin içerisinden geçen caddelerinde düzenlenir ve göreceli olarak otomobillerin düşük hızına rağmen dünyanın en önemli ve tehlikeli Grand Prix’lerindendir.
Yazının Devamını Oku

Ankara’daki partiden İstanbul’daki konsere

16 Mayıs 2010
YAZ mevsimi yaklaşırken davetler sıklaşır, cemiyet havası da ısınır. Geçtiğimiz günlerde Ankara’da da durum böyle oldu. Maserati, Rixos Otel’de bir davet verdi. Ben Rixos Otel’de bazı organizasyonlara katılmış, bir iki davet vermiştim. Bunlardan biri ABD Enerji Bakan Yardımcısı ve aralarında ABD Savunma Sanayi Müsteşarı da olmak üzere 15 kişilik heyetine, enerji sektörü temsilcilerinin de katılımı ile verdiğim çalışma yemeğiydi ve Kristal Salon’da gerçekleşmişti. Adını salonunun tavanında boydan boya uzanan kristal bir avizeden alan salon, bu tip toplantılar için bana gayet sevimli gelmişti.
Maserati partisi 18. katta Private Club adlı özel bir salonda verildi. İddialı, kişiye özel davetiyenin ön yüzünde davet öncesi dileyenler için randevu ile Maserati deneme sürüşü yaptırılacağı, sonrasında otel girişinde Private Club’ın anahtarının verileceği duyuruluyordu.
Arka yüzünde ise davette dünyanın ünlü saat ve mücevher markalarının Türkiye temsilcisi Uğur Saat’ın kolleksiyon sunumu vardı.

360 derece Ankara

Ben deneme sürüşüne katılmadım, 21.30 gibi davete geldim. Otel girişinde Maserati bir otomobil sergileniyor, konuklar görevliler tarafından özenle karşılanıyordu. Salonda Black Label bir stand kurmuş, hostesler ikramda bulunuyorlardı. Barda içecek servisi yapılıyor, yiyecek ikram ediliyordu. Konukların çoğu kendilerini Private Club’ı çevreleyen ve neredeyse 360 derece dönen terasa atmış Ankara’nın panaromik manzarasının keyfini çıkarıyordu.
İçeride DJ popüler müziklere yer verirken, Amerikalı kadın saksafon sanatçısı çalan parçalara eşlik etmeye başladı. Müziğin hoş esintisi, konukların çoğunun terastaki manzarayı bırakıp içeriye girmesine, müziği dinlemesine yol açtı. Geceyarısına doğru konuklar yavaş yavaş partiyi terk edip kimileri evlerinin, kimileri de eğlenceye devam etmek üzere başka mekanlarını yolunu tuttular.

Fedesoyev şöleni

Ertesi gün İstanbul’da Cemal Reşit Rey Konser Salonunda Moskova Çaykovski Senfoni Orkestrası’nın kuruluşunun 80. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen tarihi bir konser daveti vardı. Dünyaca ünlü orkestra şefi Vlamidir Fedoseyev yönetiminde olan, Rusya ulusal kültür mirasının bir parçası olan bu Rus orkestrasını İngiliz London Times gazetesi senfonik müziğin son şahikası olarak tanımlıyor. Konserin 2010 Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul’da gerçekleşmesi ona ayrı bir anlam katıyordu.
Konuklar arasında üst düzey bürokratlar, Rus konuklar ile Şarık Tara, Ali-Adnan-Metin Şen, Can Tahincioğlu vardı. Konser öncesinde biraz sohbet ettik. Bana bir dönem Ankara’da yaşamış, eski ve yakın arkadaşım olan Tuğçe Koç eşlik etti. Fedoseyev tam 36 yıldır, o zaman Moskova Radyosu Senfoni Orkestrası olarak kurulan bu orkestranın sanat yönetmenliğini ve baş orkestra şefliğini sürdürüyor ve orkestrayla özdeşleşmiş durumda. Onun başlıca özellikleri, farklılığı, programları, yeni bestelere yer vermesi ve iyi bilinen müzik partisyonlarına getirdiği özgün yorumlar.
“Romeo ve Juliet” suiti ve Çaykovski 4 nolu f-moll’den oluşan konser büyüleyiciydi. Önde oturduğum için orkestra şefinin ve üyelerinin mimiklerini dahi takip edebiliyor olmam konserle daha çok bütünleşmemi sağladı. Alkışlarla her seferinde sahneye dönen şef bu şölenin bir kaç ilave eser ile biraz daha sürmesini sağladı.
Konserin ardından az sayıda konuk için salonun hemen yakınındaki Park Şamdan’da verilen davete katıldık. Burada konuklarla sohbet etmenin yanı sıra çok sayıda sanatçıyı keşfeden ve dünyaya tanıtan Şef Fedoseyev ile tanıştık. Davetten ayrıldıktan sonra Ulus 29’a geçtik. Keyifli bir cumartesi akşamı olmuştu.
Yazının Devamını Oku

Üç boyutlu TV’den koltuk otomobile

9 Mayıs 2010
BU hafta İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Japon Prensi Tomohito Mikasa’nın himayelerinde ve onların da katılımı ile gerçekleşen görkemli bir davet vardı. Japon-Türk dostluğunu kutlama daveti, 2010 Türkiye’de Japonya Yılı Yürütme Kurulu Başkanı Fuji Cho ve Japonya’nın Ankara Büyükelçisi Nobuaki Tanaka evsahipliğinde gerçekleşti.
Türkiye’yle Japonya’nın dostluğu 120 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’na ait Ertuğrul Firkateyn’inin Japonya’yı ziyaret etmesi ve ardından yaşanan felaket sırasında Japon halkının duyarlılığıyla başladı, İran-Irak savaşı sırasında mahsur kalan Japon vatandaşlarının Türkiye tarafından bir THY uçağı ile kurtarılmasıyla daha da gelişti.
Aslında II. Abdulhamit döneminde gayrı-resmi olarak İstanbul’u ziyaret eden Japon Prens’e gösterilen büyük ilgi, 6 yıl sonra yine bir Prens’in resmi ziyaretine yol açacak bu ise devletlerası ilişkilerin temelini oluşturacaktı. Yıllar önce Japonya tarafından özel sektörde yılın genç lideri seçilerek Japonya’ya davet edilmem Japon kültürü, ekonomisi ve yaşamı hakkında epey bilgi sahibi olmam için güzel bir fırsat oldu. Oradaki deneyimlerimi bir başka sefere sizlerle paylaşmayı arzu ederim.

Atlı Köşk etkileyici

Türkiye’de Japon Yılı 4 Ocak’ta Ankara’da, Japon Kültür Merkezi’nde, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile Japon Dişişleri Bakanının katılımıyla gerçekleşen bir açılış töreni ile başladı. Burada Günay’ın Japonca sözler de kattığı konuşmasının ardından etkinlikler bir defileyle ve resepsiyonla sürdü. Bunu bir dizi etkinlik izledi ve izleyecek.
15 Nisan tarihinde Sakıp Sabancı Müzesinde “Kaligrafi: Fırça ve Kalemin İzinde Sınırları Aşmak” sergisinin Güler Sabancı’nın ev sahipliğinde, yine Ertuğrul Günay’ın katılımı ile yapılan açılış resepsiyonu bu etkinliklerin önemli olanlarındandı.
Rahmetli Sakıp Sabancı’nın müze olarak Sabancı Üniversitesine tahsis ettiği Atlı Köşk gerçekten etkileyici. Harika bir boğaz manzarası olan bahçesindeki bu davette konuklar sohbet etme imkanı buldu. Sonra sergi açıldı ve gezildi. Türk ve Japon seçkin konukların gezdiği, güzel yazı sanatının tanıtıldığı sergi ilgi çekiciydi. Başta Türk olmak üzere, İslam ve Japon, Asya ve Batı kültürlerine ait kaligrafi eserlerinden bir derleme yer almakta ve Latin Kaligrafisi Okulu öğrencilerinin yazdığı Türkçe metinler sergiye renk kattı. Dostum Japonya Büyükelçisi Bay Tanaka’nın eşinin öğrencilerinin eserlerinin burada sergilenmesi de kendisi ve eşi için bir gurur kaynağı olmuştu.

Saray rıhtımında sushili kokteyl

Çırağan Sarayı’ndaki davet de çok özeldi. Öncelikle konuklar sarayın rıhtımında bir kokteyl ile ağırlandılar. Rıhtımda kırmızı halılar ile merdivenlerin hemen kenarında kurulan bir sahne yer alıyordu. Burada içecekler ile birlikte sushi ikram edildi. Biraz sonra bir japon davulu gösterisi başladı. Bu, daha önce de birkaç kez izlediğim oldukça tempolu bir gösteriydi. Davullara üç telli, Şamisen adı verilen, büyük ve ağır mızrapla hem saz ve hem de davul gibi çalınan geleneksel bir Japon sazı eşlik ediyordu. Sonra konuklar bir tanıtım yapılacağı anons edilerek rıhtımda kordonlarla çevrilen geniş bir alanın önüne davet edildi.

Koltuk değil otomobil

Orada koltuğa benzeyen bir şey vardı. Yanımdaki Japon konuğa şakayla karışık bu masaj koltuğu mu diye sordum. Çok hoşuna gitti, gülerek bu bir otomobil dedi. Gerçekten altında dişarıdan pek belli olmayan tekerlekleri olan bu tek kişilik elektrikli araç adeta bir koltuktan ibaretti. Kol koyma yerinin ucunda elle tutularak ileri-geri ve sağa sola itilen tutacaklar hem hareketi sağlıyor, hem de yönü tayin ediyordu. Demo bittikten sonra iki konuğu deneme sürüşü için sırayla davet ettiler. Önce ben kendimi aracın yanında buldum ve araca oturtuldum. Emniyet kemeri takma isteğimle ilgili esprilerden sonra seyahatim başladı. Önce dik konumda adeta yürüyüş yapar gibi sürüşümü yaptıktan sonra aracı bir düğmeyle yatık konuma getirdiler. Bu konumda tekerlekler açılıyor, araç alçalıyor ve saatte 30 kilometreye kadar hızlanabiliyor. Bu sürüşü tamamladıktan sonra indim. Sırada Erol Üçer’in eşi Mine Hanım vardı. O da deneme sürüşünü tamamladıktan sonra bizleri oturma düzeninde yemek için balo salonuna davet ettiler.

Japon soprano

Fuayede iki Japon elektronik şirketinin 3 boyutlu televizyon tanıtımı vardı. Özel gözlükleriyle ikisini de denedim, gayet başarılıydı ancak biraz izledikten sonra bende sanki biraz sersemlik hissi yarattı. Biraz sonra Cumhurbaşkanı Gül ile Prens Mikasa salona geldiler. Ankara’dan aralarında Erol Üçer, Refi Berent, Erdal Eren, artık İstanbul’lu olsa da Oğuz Çarmıklı, Ayla Hatırlı, İstanbul’dan ise aralarında Güler Sabancı, Ahmet Çalık, Tuncay Özilhan, Nihat Gökyiğit, Adnan Çebi’nin yeraldığı konukların pek çoğuyla sohbet ettik. Zaten bu davetlerin en ilgi çekici yanı dostlarla, tanıdıklarla bir araya gelmek değil mi?
Bay Cho ve Cumhurbaşkanı Gül’ün konuşmalarının ardından Japon bir soprano güzel parçalar seslendirdi. Gece Japon modacı Hanae Mori’nin Japon ve batı tasarımlarının yine Japon ve batılı modeller ile gerçekleşen muhteşem bir defile ile son buldu.
Yazının Devamını Oku

İlk merhaba

2 Mayıs 2010
KENT gazetecileri, yerel haberciler, öncelikle kentiyle yaşar, kentine temas eder. Bu bir gereklilik ve avantaj olduğu kadar, bazen dezavantajdır da. Hele ki kent gazetesi, politikanın yüreği Başkent’te çıkıyorsa... Bazen kent habercisinin tüm bahçesi, Ankara olur. O bahçenin dışındaki hayat/dünya menzil dışı kalabilir. Bu nedenle Ankara Hürriyet “Yerel Dünya” sayfalarıyla dünyayı, Dünya’nın haberini Ankaralı okuruna taşıdı. Aynı nedenle bu yıl Genç Nota Liselerarası Müzik Yarışması, Ege’ye, Akdeniz’e, yani denize açıldı.
Bu yönde yepyeni bir adım daha atıyoruz. Başkent’in sosyal, kültürel, ekonomi dünyasının yakından tanıdığı bir isimle... Uluslarası bir enerji sirketler grubunun Türkiye’deki şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı, TÜSİAD, Chaine des Rotisseurs ve Ankara Rotary Kulübü üyesi; PETFORM Yönetim Kurulu Başkanı, TABA AmCham Türk-Amerikan İşadamları Derneği üyesi, AISEC Yuksek Danışmanlar Kurulu üyesi Nusret Cömert artık her hafta sadece Ankara’yı değil, “dünyayı” taşıyacak sayfalarımıza.
Bazen Ankara’daki Maseratti partisinden, Cemil İpekçi defilesinden, bazen İstanbul’da Moskova Çaykovski Orkestrası’nın konserinden, bazen de yurtdışından, kentin/dünyanın “trend”ini, “tat”ını, “moda”sını, farklı, yaşayan bir “lifestyle”ı aktaracak satırlarında...
“NU’ans” her pazar sizinle...

Ankara’nın doğallığı şıklığı ve elegansı

ANKARA hayatımda önemli bir yere sahip.
Sonradan tanıdığım, arkadaş edindiğim pek çok kişi Ankaralı ama Ankara dışında yaşıyor. Benim içinse durum tam tersi. Ankara’ya sonradan gelip Ankaralı olanlardanım ben.
1998 yılında Londra’da yaşarken bir iş toplantısı için geldiğim Ankara’da, toplantı saatine kadar zaman geçirmek için görevli sürücüye “Bizi bir kafeye götür” demem, o dönem kaderimi değiştirecekti.
Daha önceki ziyaretlerimde olduğu gibi Londra’dan İstanbul’a gelmiştim. İstanbul’da bir otelde kalıp, Ankara’ya da “günübirlik” gelerek toplantılarımı yapıyordum. Sürücü Arjantin Caddesi’nde bir kafeye götürdü bizi. Günlük güneşlik bir öğle sonrasıydı. Gayet şık, zarif insanlar tevazunun da getirdiği bir etkileyicilik ile kafenin bahçesinde oturup kahvelerini içiyor, sohbet ediyordu.
Kafe bana Londra’nın, nadiren güneşli haftasonlarında bazen yine öğleden sonraları gittiğim Chelsea Farmers Market’i çağrıştırıyordu. Orada da insanlar buradakine benzeyen çiçek seraları ile organik gıda ürünleri satan dükkanların etrafındaki küçük kafe ve lokantalarda oturup günün keyfini çıkarırlardı. Yüz ifadelerinden, dudaklarındaki hafif tebessümden ve sohbetlerinden bunu gerçekten yaptıklarına da şahit olurdunuz.
Burada yer alan, ev eşya ve aksesuvarları satan bir dükkanda noel dönemlerinde en çok rengarenk noel ağacı süslemeleri alıcı bulurdu. Peki yanıbaşındaki King’s Road Caddesi’ndeki pek çok görkemli mağazadan burayı farklı kılan neydi?
Doğallığı, ama bununla birlikte şıklığı, elegansı...
Arjantin Caddesi’ndeki kafede etrafa şöylece bakıp bu kafe, bu insanlarla dünyanın her yerinde olabilirdi diye aklımdan geçirdim ve Londra’da yaşamakla ilgili hiçbir sorunum olmadığı halde Ankara’da yaşamak benim için nasıl olurdu diye düşünmeye başladım.
Düşünce söze-söz eyleme eylem alışkanlığa...
İşte Frank Outlaw’ın “Düşüncelerine dikkat et söze dönüşürler; sözlerine dikkat et eyleme dönüşürler; eylemlerine dikkat et alışkanlık olurlar; alışkanlıklarına dikkat et kişiliğin olurlar; kişiliğine dikkat et kaderini biçimlendirir” diye dizelere döktüğü hadise, bundan sonra gerçekleşecekti.
Kısa bir süre sonra şirketim, bu bölgedeki uluslarası bağlantılı bazı büyük projelerinin ivme kazanması ve Türkiye’deki bazı büyük yatırımlarının gerçekleşme aşamasına gelmesiyle, görev yaptığım Londra’daki merkezden Ankara’ya taşınarak bir ofis kurmamı teklif edecekti.
Ülkeme dönüyor olmanın mutluluğu ile severek kabul ettiğim bu teklif, Yahya Kemal’in “Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü severim” sözüne dönüşmeyecek, Ankara’ya yerleştikten sonra sadece üç ay sonra çok güzel dostluklar, arkadaşlıklar kurmama neden olacaktı.
Çünkü ortalama eğitim seviyesinin ve insan kalitesinin yüksek olduğu Ankara’da, çok sıcak sohbet ortamları oluşuyor, şehrin nispeten mütevazı ama vakur havası insanı herzaman etkiliyor.

Vakko Kavaklıdere

VAKKO’nun Kavaklıdere’deki yeni mağazası açıldı.
Ön bahçesi kapatılarak bir parti yerine dönüştürülen mağaza, konuklarla doluydu. Aracımdan iner inmez kapıda beni büyük bir zarafeti ve beyefendiliği ile ev sahibi Cem Hakko sıcak bir şekilde karşıladı. Bu bana Beymen Kavaklıdere mağazasının açılışında Cem ve Ümit Boyner’in yine büyük bir zarafet ile verdiği daveti anımsattı.
Bu tür mağazalar dünyanın pek çok kentinin karakterinin bir parçasını oluşturur. Londra’da Harrods, Harvey Nichols, New York’ta Saks Fifth Avenue, Berlin’de KaDeWe, Tokyo’da Isetan, Moskova’da TSUM bunlara sadece birkaç örnek değilmi? Beymen ve Vakko’nun bu mağazaların bazılarına göre ayrıcalığı bence kendi tasarımları.
Önce Vakko sonra Hok’s
Ortam güzel dekore edilmişti ve bahçede kurulan sahnede hafif bir müzik çalıyordu. Uzun zamandır ortamlarda görünmeyen çok sayıda nezih konuk sohbet ediyor, kimisi ikram edilen şampanyasını yudumluyordu. Hemen herkes bir Vakko mağazasının açılışına gelmiş olmanın bilinciyle pek bir şıktı. Bende hemen orada rastladığım güzel dostlarla sohbete koyuldum. Büyük kısmı tanıdık davetliler arasında Metehan Demir, Murat Yazıcı, Fırat Çeçen, İlhan İl, Mithat Rende, Sarp Evliyagil, Erdal İpekeşen, Metin Mörfi Menahem, Emre Dökmeci, Gamze Cizreli orada rastladığım dostlardan bazılarıydı. Meşrubat ve atıştırmalıkların yanısıra kırmızı ve beyaz Sarafin şarap, Black Label viski ve kokteyller misafirlere ikram ediliyordu.
Oradan bir grup dost çok yakında olan “Hok’s”a gidelim deyince kendimizi orada bulduk. Ben ayakta atıştırmayı pek sevmediğim için biraz acıkmıştım. Orada bir çorba içerek evlere dağıldık. Birkaç dakika sonra evimdeydim, Ankara’da şehir içinde mesafelerin kısa olmasının avantajıyla elbette...
Yazının Devamını Oku