Nihat Hatipoğlu

Deşifre edilen mektup ve vefa

10 Aralık 2010
HİCRETTEN altı yıl sonra Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında Hudeybiye adı verilen bir anlaşma yapılmıştı.

Bu bir tür ateşkes antlaşmasıydı. Ancak 8. yıla gelindiğinde Mekke müşrikleri bu antlaşmayı bozdular. Mekke yakınlarında Müslüman olan ‘Huzaa’ kabilesine baskınlar düzenlediler.

Kâbe’ye sığınmış olan 23 Müslüman’ı öldürdüler. Huzaa kabilesinin bütün fertlerini takip edip tam bir kıyım uygulamaya başladılar. Huzaalılar da Hz. Peygamber’e (s.a.v.) Medine’ye haber gönderip yardım istediler. İşte İslam tarihine Mekke’nin fethi olarak geçecek olan olay bu hadise üzerine planlandı. Peygamberimizin bu olay üzerine gönderdiği arabulucu elçilere de müspet cevap verilmemişti. Müslümanlar için Mekke’ye girmekten başka çare kalmamıştı.
Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’ye hareket için gizliden gizliye hazırlıklara başladı. Hazırlık aşamasında harekâtın bilinmesini istemiyordu. Peygamberimizin hedefi Mekke’yi kavgasız çatışmasız ele geçirmekti.

Tam bu esnada beklenmeyen ve hoş olmayan bir gelişme oldu. Peygamberimizin sevdiği insanlardan birisi olan ‘Hatib bin Ebi Beltia’, Mekkelilere peygamberimizin harekâtını deşifre eden bir mektup gönderdi. Bu mektubu gizli bir şekilde götürsün diye de ‘Ümmü Sare’ isimli oyuncu bir kadını görevlendirdi.
Bu mektuptan kimsenin haberi yoktu. Zaten Ümmü Sare de yola çıkmış ve ‘Hah Bostanı’ denilen yere kadar gitmişti. Yüce Allah vahiy yolu ile bu gelişmeyi Hz. Peygamber’e (s.a.v.) bildirdi. Peygamberimiz de Hz. Ali, Zübeyr ve Mikdad’ı (r.a.) çağırıp onlara görev verdi. Şöyle buyurdu: “Hah bostanı yakınlarında bir kadın Mekke’ye doğru gidiyor. Bu kadının üzerinde gizli bir mektup var. Bu mektubu alıp bana getirin, kadını serbest bırakın.”

Yazının Devamını Oku

İslam elbette kadını yüceltmiştir

3 Aralık 2010
ÜLKEMİZDEKİ en büyük problemlerden birisi de herkesin her konuda ahkam kesmesi, konuşması ve yazmasıdır. Halbuki uzmanlık gerektiren, hassas olan konularda o işin uzmanları, özel yetişmiş bilim adamları konuşmalı, yazmalılar.

Ben tıp alanında veya teknik bilgi gerektiren bir alanda konuşursam yanlış yapmış olurum ve itibar kaybına uğrarım.
Dini konularda asli kaynaklara inemeyen, tarayamayan ve bu konuda da uzmanlığı olmayan bir gazeteci veya spor yazarı veya edebiyatçı ahkam kesmeye başlarsa yanlış yapar ve itibarını yitirir. Doğru ve faydalı bilgi akışına zarar verir. Gülünç duruma düşer.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kadınlarla ilgili olarak söylediği veya söylemediği sözler bu türden insanların istismar ettiği alanların başında gelir.
Peki hadislerde kadınları aşağılayan sözler olabilir mi? Bir hadis Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dayanıyorsa elbette böyle bir şey olamaz. Ama uydurma hadislerde, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ağzından çıkmamasına rağmen ona mal edilen  hurafelerde böylesi sözlere rastlanabilir. Bu tür sözler ya ravi tarafından sonradan hadise katılan idrac- yorumlardır, ya hadisleri zayıf hale getiren an’ane denilen teknikle yapılan rivayetlerdir. Bu tür rivayetlerin tümünde ve ravilerde problem vardır. Bu tür rivayetleri taradığımızda buradaki itibarsız ravilerin mutlaka “Zehebi, İbni Hacer, Ayni, Ebu Zura Razi, Ebu Hatim, Sehavi, Aliyyül Kari, Ebul Ferec Cevzi, Beyruti, Acluni, El-Baci,Zuhri” veya başka bir tenkitçi alimin ağına takıldıklarını görürüz.
Hal böyleyken “mal bulmuş Mağribi gibi” bu uydurma veya zayıf rivayetlere yapışıp İslam’a göre kadın işte budur demek ve İslam’a buradan baktırmaya çalışmak ne kadar bilimsel, objektif ve ahlakidir. Takdirini size bırakıyorum.
Şimdi hepsi defolu olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından söylenmediği kesin olan bu çirkin ifadelerden bir kısmını ileteyim:
-  Uğursuzluk üç şeyde var: Kadında, evde ve atta. (Uydurma)

Yazının Devamını Oku

Kadın üzerinden İslam’ı hırpalamak

26 Kasım 2010
İSLAM ve kadın konusu her zaman dikkat çekici olmuştur. Kuran-ı Kerim kadın ve erkeği bir bütünün iki eşit parçası görmüştür. “Hepiniz Adem’densiniz, Adem de topraktandır” diyerek bunu pekiştirmiş. Allah katında cinsiyetinizle değil takvanızla değerlisiniz prensibi de bunun delili olmuştur. Ne var ki Kuran-ı Kerim’deki ‘şahitlik’ ve ‘miras’ ile ilgili ayetler maalesef özel şartları ve konuluş gerekçeleri göz ardı edilerek kötü niyetle gündeme getirilmekte ve buradan İslam hırpalanmaya, müminler rahatsız edilmeye çalışılmaktadır. Bu iki mevzuyu kısaca da olsa -çünkü bunların her biri bir makale konusudur- ele alacağım.
Bunun dışında bazı hadis kitaplarında yer alan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e haksızca nispet edilen birtakım çirkin ifadeler de bu türden yazılara eklenerek İslam’ın kadını horladığı sonucuna varılmaya çalışılıyor.
Öncelikle şunu belirtelim: Kuran-ı Kerim Yüce Allah’ın vahyidir. Rabbimizin Peygamberine gönderdiği kitabında kadını aşağılaması, horlaması düşünülemez. Yaratanın hem yaratıp hem de horlamaya ihtiyacı yoktur. Böyle bir şey düşünmek, Yüce Allah’a iftira olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi nazik, sözü ölçülü, kırılgan, sevecen ve son sözü ‘Kadınların hakkını çiğnemeyin’ olan bir insanın kadını horlaması düşünülebilir mi? İslam âleminin milyonlarca eğitimli, bilgili, kültürlü hanımefendileri nasıl bir Kuran’a ve Peygamber’e tabi olduklarını iyi biliyorlar.
Kimse onların üzerinden İslam’ı hırpalamaya çalışmasın. Çünkü bu tür değerlendirmeleri kötü niyetle ele alanlar tarihin tozlu arşivinde unutulmaya yüz tuttular ama Kuran’a ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e olan ihtiyaç ve sevgi günden güne cilalanmaya devam etti.
Kuran-ı Kerim’de geçen şahitlik ve mirasla ilgili iki konuyu konuluş biçimleri açısından kısaca özetlemek istiyorum.
Şu önemli noktayı belirteyim: Bu yazının amacı insanlar şöyle veya böyle yapsınlar değil. Bir durum tespitidir. Kuran’ı Kerim’in bu konulardaki mantığını hatırlatmaktır.
1- “Kuran’da iki kadının tanıklığı bir erkeğe bedeldir.”
Buradan şu noktaya varılmak isteniyor. Kuran’da kadın aşağılanmış, kadın erkeğin yarısı kabul edilmiştir.
Bu tespit doğru değildir. Art niyetli ve çarpıtılmış bir tespittir. Bu tespit İslam’daki şahitlik anlayışını tanımlamıyor.
Peki Kuran’daki bu meselenin özü nedir? Özetleyeyim: Bakara suresinin 282. ayeti Kuran-ı Kerim’deki en uzun ayettir. Bu ayet vadeli borçlanma ve mali haklardan bahseden bir ayettir. Ayette borçlanma yapıldığında şahitler edinilmesi, evrakların imzalanması, zaman ve miktarının yazılması istenmiştir. Bilindiği gibi mali konular münazaalı ve problemli konulardır. Ödenme noktasında problem çıktığında, şahitler mahkemeye celp edilir. Bu nedenle de Kuran’ı Kerim’in indiği dönemdeki yolculuk, mahkeme, icbar gibi hususlar göz önünde tutulduğunda şartların zorunluluğundan ötürü Kuran bu mevzuyu erkekler üzerinden yürütmeyi uygun bulduğu anlaşılıyor.
Bundan dolayı da bu türden sözleşmelerde iki erkek şahit bulundurulması istenmiştir. Erkeklerin hele o dönemde ticaretle ilgili ve problemli konuları değişik meclis ve zeminlerde tartışarak çözüme bağladıkları bu konuda kadınlardan daha tecrübeli oldukları göz önünde bulundurularak ayetle bu mesele şöyle konuşlandırılmıştır: “Borçlanma ile ilgili bu sözleşmede iki erkek olmazsa, bir erkek ile biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki kadın şahit olsun” (Bakara, 282). Ayet açık. Aranan şey: Şahitliğin doğru olarak yerine getirilmesidir. O dönemde kadınlar fazlaca uzmanı olmadıkları hususta, şahitlikte birbirlerine destek olsunlar, detayları kaçırmasınlar diye Kuran bu nedenle iki kadın arıyor. Peki buradan nasıl olur da kadının erkeğin yarısı olduğunu çıkarabiliyorlar. Kuran’ın böyle bir derdi olsaydı bunu bir çırpıda söylerdi.
Önemli olan bir nokta da şudur: Bu hüküm ‘sözleşme şahitliği’ ile ilgili kısmındaki hükümdür.
Yine Kuran-ı Kerim’de yer alan diğer şahitliklerle ilgili ayetlerde böyle bir sınırlama yoktur. Erkek ve kadın şahitliği ayrımı yapılmamıştır. Nisa 15, Maide 106, Talak 2, Nur 6-9. ayetlerinde yer alan şahitlik konularında şahitlikte erkek-kadın ayrımı yapılmamış, genel ifade kullanılmıştır. Bilindiği gibi, genel ifadelerde erkek ve kadın ortaktırlar. Özellikle Nur suresinde belirtilen (8-9. ayet) karı-koca arasındaki anlaşmazlıkta kadın ve erkeğin her birinin dört defa yemin etmelerinin yeterli bulunması çok çarpıcıdır. Ve bu iftiralara en güzel cevaptır. Çünkü bu yanlış mantığa göre, karısına zina iddiasında bulunan erkeğin 4, bunu reddeden kadının da 8 defa yemin etmesi gerekiyordu. Onlara göre kadın erkeğin yarısı ya! Ama ayet karı ve kocanın dörder kez yeminini yeterli görüyor.
“Görgü şahitliğinde” de kadın ve erkek arasında hiçbir fark olmadığı gibi bilakis bazı konularda kadının şahitliği erkeğin şahitliğine tercih edilmiştir. Bazen onlarca erkeğe karşı bir kadının şahitliğine itibar edilmiştir. Kadınlar arasındaki davalar, çocuklar arasındaki kavga ve yaralanmalarda, süt olaylarında, gebelik gibi olaylarda erkeğin değil kadınların şahitliğine itibar edilir.
Demek ki şahitlik mevzusu erkek ile kadından kimin yarım, kimin tüm olduğu kavgasının yapılacağı bir arena değil, adaletin tecelli edeceği bir zemindir. Bu nedenle de borçlanma ile ilgili özel bir hükmü ele alıp, bağlarından, şartlarından koparıp İslam’da kadın erkeğin yarısı gibidir diyebilmek insafsızlıktır. Allah’ın kitabına haksızlıktır.
2- “Mirasta kadın erkeğin yarısını alır. Öyleyse kadın erkeğin yarısı gibidir.”
Bu genelleme de yanlıştır. Kuran-ı Kerim’in erkek ile kadına yüklediği özel pozisyonu bilememekten kaynaklanmaktadır. Elbette bugün kimin mirasını nasıl paylaşacağı kişilerin özgürlüğü ve kanunlarla tespit edilmiştir. Bizim üzerinde durduğumuz nokta bu hükmün istismar konusu edilmesidir. Buradan Kuran’ın yanlış takdim edilmesidir. Mirasla ilgili bu hususu da kısaca belirtelim:
İslam’dan önceki dönemde askerlik çağına gelen erkek çocukları miras alırlardı. Küçük kardeşleri, kız kardeşleri, anneleri miras alamazlardı. Ergenlik yaşında erkek çocuk yoksa ölenin erkek kardeşleri, yeğenleri mirası alırlardı. Uhud harbinden sonra Kuran-ı Kerim kadınları mirasa dahil etti. Anne, kız, kız kardeş, hala, teyze, büyükanne, kız torun gibi akrabaları da mirasa ortak etti. (Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 1/170-171)
İslam fıkhında evlilikte ve öncesinde ailenin bütün sorumluluğu, mali ve ekonomik bütün külfeti erkeğe ve babaya aittir. Evlenmeden önce baba, evlendikten sonra koca bütün giderleri karşılamak zorundadır. Kadının (kız çocuk veya eş) hiçbir mali sorumluluğu yoktur. Kuran’ı Kerim erkek ile kadınların payını değerlendirirken bu prensipten hareket etmiştir.
Evlilik aşamasında erkek kadına mehir vermekle yükümlüdür. Bu mehir miktarını kadın belirler ve bu çok üst limitte parasal bir değer de olabilir. Erkek, karısının, çocuklarının masrafını karşılayacak, yuvayı kuracak, evini geçindirecek, kirasını verecek, mehir verecek, kısaca mali külfeti yüklenecektir. Erkek babasından kendisine kalan mirası aileyle paylaşacaktır. Kadın ise babasından kendisine kalan mirası sadece kendi özel harcamalarına ayıracaktır.
Bu nedenle de İslam fıkhı özel sorumluluk alanını belirleyip erkeğe daha çok miras ayırmıştır. Ancak bazı hallerde mirasın çoğunu kadın alabilmektedir.
Babanın ölümünden önce, mağdur olacağına inandığı kızına dilediği kadar para verebileceğini de belirtelim. Daha önce de belirttiğim gibi, bu yazı bu iki ayetle ilgili bir tahlildir. Yoksa kimin nasıl şahit tutacağı veya mirasını nasıl paylaşacağı ile ilgili bir değerlendirme değildir.
(NOT: Önümüzdeki hafta kadınlarla ilgili hadisleri ele alacağım.)
Yazının Devamını Oku

Kurbanın bana hatırlattıkları

19 Kasım 2010
SİZ bu yazıyı okuduğunuzda bayramın son gününde olacağız. Yüce Rabbim kurbanlarınızı kabul etsin. Kurbanın eti, kanı, postu ve diğer parçaları yerde kalır. Allah’a ulaşan ise iyi niyettir.

Kurbanın hangi niyetle kesildiğidir. Rabbimiz kalbimize göre yaptıklarımızı değerlendirecektir. Bu bayram günlerinde birçok hususu sakin kafayla düşünme fırsatı bulduk. Bu yazımda bunların bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum.
Makamlar geçicidir: En üst makama, mevkiye tırmanabilirsiniz. Parmakla gösterilen öndeki insan olabilirsiniz. Ama bir gün gelir, bütün bunlar geride kalır. Ne makam, ne mansıp, ne de bir izi kalır. Kalan tek şey, samimiyet, ihlas, aldığınız dua, alamadığınız dua, temiz bir geçmiş ve hakkaniyettir. Önemli olan sözünüzle özünüzün bir olmasıdır. Bütün hizmetlerin ve söylemlerinizin insan merkezli olmasıdır.
Yıllardır konuşmadığımız ve çözmediğimiz şeyleri görevi terk ederken konuşmak ne kadar doğrudur bilemiyorum? Ne yazık ki doğru olmayan bu husus bir teamül haline gelmiştir. Gidenin yerine aynı makama gelenin de bulunduğu makamı doğru değerlendirmesi gerekir. Burayı hak ettim mi, buraya layık mıyım, ben mi bu makamı, makam mı beni yüceltecek şeklinde kendisiyle hesaplaşması gerekir. Hem gidenin hem de gelenin bunları kendilerine sormaları gerekir. Kendilerince alacakları cevap yeterli olur mu? Sanmıyorum. Sanmıyorum çünkü bu topraklarda yığınla probleme kalıcı çözüm üretemediysek, makamın hizmetkârı değil efendisi olduysak, kayda değer bir değer bırakamadıysak demek ki yapamadığımız çok şey vardır. Elbette her görev erbabının yapabileceği şeyler vardır. Ne yazık ki genellikle başarısız oluruz. Ama buna rağmen bir fatih gibi yapamadıklarımızı savunuruz. Bu hepimizin zafiyetidir. Çünkü nefisler kendini temize çıkarmaya meyillidir. Bu noktada Önemli olan; Yüce Allah’ın ve halkın yanındaki itibardır. Bazı makamlardaki devir teslimi duyarken bütün bunları kendi kendime tekrar etme ihtiyacı hissettim.
Sosyal ilişkilerimiz zayıflamış: Birbirimize az gülümsüyoruz. Kurbanlarımız dağıtırken bile en fakiri arayıp bulmuyoruz. Çünkü elimizde böyle bir liste yok. Bir düğün veya sünnet merasimine tanıdıkları çağıracakken nasıl liste hazırlıyorsak, etrafımızdaki muhtaçların da böyle listesini hazırlamamız gerekir.
Trafikte katiller var: Evet aynen böyle. Bilerek içkili araba kullanan, ışıkları ihlal eden, kuralları hiçe sayan, direksiyonun başına geçtiğinde kendini ralli sürücüsü sanan, başkasının hukukunu çiğneyen, uykusuz araba kullanan başkasının ölümüne ya da kendisinin ölümüne yol açabilecek birer potansiyel katil gibidir. Çünkü yaptığı bu yanlışlıklar her an bir ölüme yol açabilir. Kötü kullanılan bir araba silahtan daha ölümcüldür. Trafikteki pek çok kaza cinayeti andırmıyor mu?
Üslubumuz nezih değil: Birbirimizle konuşurken, yazarken, tenkit ederken, değerlendirirken karşı tarafın yerine kendimizi koymuyoruz. Empati yapmıyoruz. İçimize doğan, bazen de aslında bizi tuzağa düşürecek olan şeytanın kulağımıza fısıldadığı kötü değerlendirmeleri; ya dilimizle ya da kalemimizle piyasaya arz ediyoruz. Yaralıyoruz ve yaralanıyoruz. Hz. Ali’nin dediği gibi “Söz içindeyken senin tutsağındır, dilinden çıktıktan sonra senin onun tutsağısın.” Söz ağızdan çıktı mı bir daha geri dönemez. Tarih boyunca hiçbir silginin silemediği satırlar az değildir.
Kurban sınavını geçtik mi: Bu yıl kurban görevini yerine getirirken biraz daha dikkat ettik. En azından bazı şeyler geçen yıllara göre daha iyiydi. Ama arzulanan noktaya gelmek için zaman gerekir. Yarım saat önce beni Belçika’dan arayan bir kardeşimiz laboratuvarın önünde kestikleri kurbanın etini beklediklerini söyledi. Merak ettim laboratuvarda ne işiniz var dedim. Meğer Belçikalı yetkililer hayvanları kestikten sonra belli yerlerinden aldıkları et numunelerini laboratuvarda tahlil ediyor. Ette problem yoksa sahiplerine teslim ediyorlarmış. Bu örnek bile henüz istenilen noktaya gelmemizde hayli uğraşı gerektiğini gösteriyor.

Yazının Devamını Oku

Kaderimizi kendimiz çizeriz

12 Kasım 2010
HAYATIMIZDA en çok kullandığımız cümlelerden birisi “Alın yazım böyleymiş” sözüdür. Peki nedir bu alın yazısı? Kader nedir? Kader değişir mi? Kişi kaderinden sorumlu mudur?

İmanın gelenekselleştirilmiş altı kuralı sayılırken kurallar arasında, “Kaderin, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmek” maddesinin yer aldığını hepimiz biliriz. Elbette iman edilecek hususlar altı kuraldan ibaret değildir. Önemli bir hadiste İslam’a girecek bir insana takim edilecek İslam’ın beş genel, altı iman kuralı özetlenir. Madem ki “Kader’e” iman şarttır o halde kadere nasıl iman edeceğiz. Şöyle iman edeceğiz: Bizler daha annemizin rahmine düşmeden bizim yaşayacağımız her ayrıntı virgülüne, noktasına kadar -Allah’ın yüce ilminde- biliniyordu. Yüce Allah için zaman kaydı yoktur. Allah zamana mahkûm değildir. O’nun ilmi yaşanmış, yaşanacak bütün zaman ve mekânları kuşatır. Yüce Allah anne rahmine düşecek olan herhangi birimizin hayatını, ne yapacağımızı zamana ihtiyaç duymadan bildiği için de buna uygun olarak takdir etmiştir. Daha anlaşılır bir ifadeyle; yapacağımızı, biz yapmadan önce yazmıştır. İşte Yüce Allah’ın sonsuz ilmiyle, ne yapacağımızı bilmesi ve bizim de hayata geldiğimizde bunları birebir yaşamamıza “Kader veya alın yazısı” diyoruz.
Peki Yüce Allah’ın yaşayacaklarımızı bilmesi ve yazması bizi bunları yaşamaya mahkûm eder mi? Elbette hayır. Yüce Allah yaşayacağımızı vakti gelmeden evvel bildiği için yazmıştır. O zaman ikinci bir soru daha soralım. Peki biz bu eylemlerimizde tamamen hür müyüz? Allah’ın buna hiçbir müdahalesi yok mu? İşte bu noktada iki felsefi ekol devreye girer. Bunlardan biri klasik mekaniğin (Newton mekaniğinin) eşyada kullandığı katı ‘Determinizm’e benzeyen ‘cebriyecilik’tir. Buna göre Allah emreder -kuralları zorunlu kılar- kul ise yapar. Kişi kaderine mahkûmdur. Emreden Allah, yapan ise insandır. İşte bu anlayışta, “cebr-i mütevassıt” yani kayıtsız şartsız zorunluluk değil de, kısmi zorunluluk vardır. Yüce Allah’ın “Küll-i iradesi” -bütüncül irade-, kişinin cüz-i iradesine -kısmi iradesine- göre her zaman üstündür. Allah’ın dilediği yerde kulun iradesi askıya alınır, Allah’ın dileği olur, kulun iradesi bu noktada devre dışı kalır, anlayışıyla cevap verilir. Yüce Allah gerekçesini tam bilmediğimiz bir şeyden dolayı kişinin bir konudaki iradesinin zıddına hükmedebilir. Bu ihtimal her an geçerlidir. Ama bu müdahaleden kişi sorumlu olmaz.
Özetle insan sınırlı olmak kaydıyla eylemlerinde hürdür ve irade sahibidir. Bu zorunluluk ölçülü bir zorunluluktur.
İkinci ekol ise kişinin kendi kaderini yarattığını -insan kendi fiillerinin yaratıcısıdır- iddia eden mutezile, kaderiye ekolüdür. Bu ekol de, bu anlayışıyla İslam’ın genel prensiplerine aykırı bir cepheyi temsil eder.
* * *
Yüce Allah her şeyi bir ölçü ve planla yaratmıştır. (Kamer Suresi, 49) alın yazısı olarak nitelendirilen kader de bu bütün içinde değerlendirilmelidir. Yüce Rabbin, bizim yapacaklarımızı bilerek yazması, bizi o şeyleri yapmaya zorlamaz. Tıpkı, astronomik hesaplar sonucunda bir yıl sonra Güneş’in tutulacağını, Güneş’in tutulacağı günü ve saati yazan bir takvim yaprağının Güneş’in tutulmasını etkilemediği gibi, yüce Allah’ın geleceği bilmesi de kişiyi o geleceğe mahkûm kılmaz. Aksi takdirde cinayet işleyen kişi şöyle demek hakkına sahip olurdu “Allah emretti, Allah yazdı ben de cinayet işledim”. Bu durumda -hâşâ- katili cinayete zorlayan Allah olurdu ve kişiye bu konuda hesap sorması zulüm olurdu. Halbuki iyiyi veya kötüyü yaratan Allah, o Allah kötüyü bir imtihan vesilesiyle yarattığını deklare etmiştir ve kötüden razı olmadığını da ilan etmiştir. İyiyi yaratıp da iyiden razı olduğunu da beyan eden yine yüce Allah’tır.
* * *

Yazının Devamını Oku

İslam’ı anlatımda hassasiyet

5 Kasım 2010
İSLAM dininin iki bilgi kaynağı vardır. Bunlardan birincisi Kuran-ı Kerim, ikincisi Peygamberimizin hadisleridir. Kuran-ı Kerim 23 senelik bir periyotta bazen sure halinde bazen ayet ayet Cebrail aracılığıyla Peygamberimize iletilmiştir.

Peygamberimiz okuma-yazma bilmediği ‘ümmi’ olduğu için bu inen ayetleri kâtip olarak seçtiği sahabelerine yazdırmıştır. Bunlara da ‘Vahiy Kâtipleri’ denir. Sayıları 40’a ulaşmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) inen ayetlerin tek bir harfine müdahale etme yetkisine sahip değildi. Bu ayetlerin açıklaması ‘beyanı’ anlamındaki sözlere de hadis diyoruz. Hadis diye adlandırılan bu söz ve tavırlar kendi kendine oluşmamış, şüphesiz Cebrail’in öğretisi dahilinde gerçekleşmiştir.
Ayet hadislerin genel kurallarından ‘kıyas’ denilen yöntem geliştirilmiştir. Kıyas özetle hakkında Kuran veya sahih hadislerde hüküm bulunan bir şeye her yönüyle benzeyen diğer şeyleri de tespit etme ve onlara da aynı hükmü tatbik etmektir. Mesela Kuran’da adı geçen ‘şarap’taki ‘sarhoş edicilik’ özelliğinden -illetinden- hareketle sarhoşluk veren her şeyi şarap gibi haram kabul etmek gibi.
Buna bir de bir dönemde bulunan bütün İslam âlimlerinin bir konudaki ittifakı -fiili, sözel ve vicdani birlikteliği- anlamındaki ‘icma’yı ekleriz.
Her dönemde olaylara dini açıdan bakış, bu temel mekanizmayı; akıl, tecrübe, vicdan ve tarih ile çevre faktörünü de göz ardı etmeden işlevlendirme yoluyla gerçekleşmiştir.
Bizler bu bütünün Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemindeki bakış açısını kaybetmeden, yani genleriyle oynanmadan ortaya konmasına ‘ehl-i sünnet’ anlayışı deriz. Bu kavram bugün siyasi arenada kullanılan Sünni Şii geleneğiyle direkt ilgisi olan bir kullanım değildir. Ehl-i sünnet kavramı Kuran-ı Kerim ve sahih hadislerin penceresini kapatmadan olayları görebilme ufkunu ifade eder.
Ehl-i sünnetin karşılığı ‘Ehl-i bid’at’tır. Yoldan çıkan fıkhi ve itikadi cereyanlardır.

Yazının Devamını Oku

Mezarda neler olacak

22 Ekim 2010
MEZAR ve ötesindeki âlem hep merak edilmiştir. Mezar, dünya ile ahret arasında bir ara bölgedir... Mezar âlemine ‘berzah’ âlemi de denir.

Mezara konulan kişinin ruhu o esnada vücudun içinde değildir. İnsandaki canlılık ruhla sağlanır. Bu nedenle de ölüm aslında ruhun değil, vücudun ölümüdür. Ölüm dediğimiz olay, ruhun vücuttan alınmasıdır. Vücuttan alınan ruh melekler tarafından teslim alınır. Kişi iyi bir insansa ruhunu ‘rahmet melekleri’ teslim alırlar. Onu semanın en üst noktalarına doğru götürürler. Ölen kişi kötü bir insansa ‘azap melekleri’ onu teslim alırlar ve yerin alt tabakalarına doğru taşırlar.
Kişi mezara konulur. O esnada mezarın başındaki hoca efendi telkin denilen uygulamayı yapar. Telkin, mezardaki kişiye iman ile ilgili hakikatleri hatırlatmak anlamında yapılan bir duadır. Telkin geleneksel bir uygulamadır. İslam âlimleri bu usulün kullanılmasını tavsiye etmişlerdir. Hanefiler bunu meşru görürler. Şafiiler ve bazı Hanbeli fıkıhçıları ise bunu müstehap sayarlar. Telkin her ne kadar hadis kitaplarında yer almasa da ders verici bir uygulamadır. Hem yaşayanlar için ve hem de ölmüş olanlar için.
* * *
Telkin okunurken ölüyü gömenler yavaş yavaş mezarlığı terk ederler. Orada hoca efendi ile birkaç kişi kalır. Peki okunan telkini ölü duyar mı? Allah dilerse elbette duyar, Allah dilemezse kimse ölüye bir şey duyuramaz.
Denilir ki herkes mezarlığı terk ettiğinde, ruhu vücuduna iade edilen mezardaki ölü de kalkıp gitmek ister ve bunu yapmak isterken de başını başucuna konulan taşa çarpar. Bu halk arasında yaygın bir inançtır. Burada kastedilen şey; fiziki anlamda başını çarpmak değildir elbette. Ölüde bir hareket görülmez. Eğer böyle bir hadise oluyorsa bu uykudayken yaşanan rüyaya benzer bir durumdur. Mecazi anlamda bir harekettir.
* * *
Aslında kişinin ruhu öldükten sonra gömülünceye kadar geçirdiği aşamada zaman zaman kendi cesedini müşahede eder ve cenazesinde olanlardan kısmen de olsa haberdar olur. Ruh bir anlamda vücudunu takip eder. Ama vücut mezara konulup herkes ayrılırken ölen kişi olanların tamamen farkına varır.

Yazının Devamını Oku

İnsanlar nasıl ölürler

15 Ekim 2010
HERKESİN ölümü farklı farklı olur. Kimisi hiçbir şey hissetmez. Öleceğini anlamaz. Ölüm aniden gelir. Hazırlıksızdır. Vedalaşamaz, vasiyetini söyleyemez. Belki olgun yaşta da değildir. Ama bu iş, böyle işte. Geleceğinde mazeret dinlemez. Niçin sorusunun cevabını vermez. Aslında ölen çaresiz olduğu gibi, ölüm de çaresizdir. Git denir o da gelir. Ölümün dili yoktur. Konuşmaz. Ölümün dili ölenlerin halidir. Ölenler susarak, uzanarak, sessizleşerek ölümü anlatırlar. Bazılarının ölümden haberi vardır. Sezerler, sezinlerler, hissederler. İçlerine doğar. Ya bir sezgi ile ya bir rüya ile ya da başka bir şeyle anlarlar. Bazen anlatamazlar. Bazen anlatsalar da, dilleri ipuçlarını verse de aslında kendileri bunun farkında değillerdir. Ölecek adam öleceğini anlatır ama farkında değildir. Bazıları bunu hissettikleri için tevbe şansını yakalarlar. Tevbe ile temizlenme sürecine girerler. Bazılarına ölüm bir hediye gibi gelir. Aniden, çektirmeden, incitmeden, süründürmeden. Bazen ölüm öncesindeki hastalık süreci, felçlilik hali, ağrı, sızı, bilinçsizlik günleri onun için bir kefarettir. Temizlenme vesilesidir. Belki Allah (c.c.) o tür insanları huzuruna bunca günahıyla almak istemez, ölüm öncesindeki bu süreçte onları temizler, çektikleri bu sıkıntılar onların günahsız veya daha az günahla gitmelerine vesile olur.
 
Ölüm öncesinde temiz insanların yüzü daha da berraklaşır. Sessizleşirler,kabuklarına çekilirler. Genele yansıyan bir teslimiyet vardır. Farkında değillerdir. Ama, dünyevi şeylerden bir anda sıyrılırlar. Dünyanın içindedirler belki ama, ilgilerini azaltmışlardır. Bu elbette ki iyi bir göstergedir. Betona yapışmış gibi, dünyaya tutuklanmak, ölecek insanı elbette huzurlu kılmaz. Böyle bir insan gittiği yerde de elbette hoş geldin, sefa getirdin sözleriyle karşılanmaz. “Kişi ölmeden evvel cennet veya cehennemdeki yerini görmeden ölmeyecektir” hadisi insanların son andaki halini anlatır. Nicesi vardır ki yüzü simsiyah, mosmor, endişeli, korku dolu bir halde ölüme teslim olur. Elbette ki ölüm ondan, o da ölümden memnun değildir. Zaten bu halleri İslam âlimleri iyi olmayan bir hale örnek saymışlardır.
Bu tür insanların hali yüce Allah’ın vereceği karara kalmıştır. Kötü bir yaşantı, faydasız bir ömür, merhametsiz bir geçmiş, iyilikten uzak bir hayat süren kişinin, son demlerinde bu saydıklarım da görülürse, bizim böyle bir insana iyi dememizin bir anlamı yok ki. Bazı insanlar ölürken terlerler. Yüzleri güler. Burun delikleri açılıp kapanır. Alınlarında ter birikir. Hafiftirler. Yüzlerinde sevinç işareti vardır. Bir de bu insanların hayatı iyi ve temizse, rahmet ve sevgi doluysa, merhametle yoğrulmuşsa elbette ki iyi şeyler söylemek mümkündür.

Bazı insanların ölürken akılları başlarındadır. Etrafında olup biteni görürler. Anlarlar. Son ana kadar iradelerini yitirmezler. Kuran okurlar, dua okurlar. Hatta Kuran okunmuyorsa çevresinde ikaz ederler, okuyun diye. Nereye gittiklerinin farkındadırlar. Yolun da, yolculuğun da bilincindedirler. Kendilerine telkin edilen -fısıldanan- şehadeti (Eşhedü ella ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Resulullah- şehadet ederim ki Allah birdir ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın kulu ve elçisidir) veya kelime-i tevhidi (La ilahe illallah Muhammedür Resulullah; Allah’tan başka ilah yoktur Hz. Muhammed (s.a.v.) onun resulüdür) cümlelerini rahatça, pürüzsüz söylerler. Böylece Hz. Peygamber’in (s.a.v.) müjdesine ulaşarak öteki âleme göçerler. “Kimin son cümlesi La ilahe illallah olursa cennete girer.” Sonunda girer. Günahı çok olsa da ebediyen cehennemde kalmaz. Sonunda elbette cennetle tanışır.

Bazılarının ise ölürken akılları başlarında değildir. Bilinçleri yok denecek kadar azdır. Bu bilinç yokluğu iradesizlik anlamındaki bilinç yokluğudur. Olaylara hâkim değildir. Ne olup bittiğinin farkında değildir. Okunan Kuran-ı Kerim’e tepki vermez. Okunan kelime-i tevhide katılmaz. Etrafındaki insanların farkında değildir. Gittiği yolun hiç farkında değildir. Çünkü yolcu belki yola çıktığını da anlamamaktadır.

Bazen ölecek olanın duygu dünyasında depremler, şimşekler, kasırgalar, tufanlar kopmaktadır. Bütün bunlara teslim olmuştur. Bazen gözlerinin önünden, ölen babası, arkadaşları, tanıdıkları birbiri ardında siluet gibi belirir ve geçer. Mırıldanır. Onlarla konuşur gibi yapar. Siz onu seyrederken mırıldandığını, bir şeyler söylemek istediğini anlarsınız. Bazen gerçekten de söylemek isteyip de söyleyemediği şeyleri mırıldanır. Şairin dediği: “Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda, söylenmedik cümlelerin hasreti dudağımda” sözüne ne kadar yakışan bir haldir bu.

* * *

Söylenebilecek her güzel şeyi söylemeye çalışın. Sevdiğinize onu sevdiğinizi söyleyin. Annenize, babanıza, evladınıza ve başkalarına. Haykıramayacak o hale gelmeden önce haykıracak bir şeyiniz varsa haykırın. Paylaşacak bir şeyiniz varsa paylaşın. Yapıcı olun, olumlu olun. Çünkü ölümlüsünüz. İyilik ve rahmet kapılarını açın, örtmeyin. Örtmeyin ki son anda size de kapı örtülmesin.

Koma sekerat anı dünyanın son, ahretin de ilk durağıdır. İki kapılı bir yerdedir kişi. Zor bir dönemeçtir. O dönemeçten hepimiz geçeceğiz. Bizden öncekiler yaşadılar. Biz de yaşayacağız. Elbette ki çetin ve zor bir haldir. Orada sözün, kelimenin, nefesin, nefsin, kudretin, kuvvetin, iktidarın, makamın, mevkiin, rütbenin, mansıbın sözü geçmez. Muktedir olan yüce Rabbin sözü geçer. Orayı tam teslimiyetle, Rabbe sığınarak geçmek için, oraya hazırlanmaktan başka çare yok ki...

SORALIM ÖĞRENELİM

Kötülük yapmayı düşünmek sorumluluk getirir mi? / (Ali Ar/Muş)
Kişinin yaptığı her iyilik ve kötülük kayıt altına alınmaktadır. Kalpte oluşan iyi ve kötü dileklerin de Allah katında bir itibarı elbette vardır. Bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur: “Kişi bir iyilik yapmayı düşünür de yapmazsa Allah onun için bir sevap yazar. Hem iyilik düşünür hem de yaparsa ona sevap yazılır ve bu sevap yedi yüz kata çıkar. Ama bir kötülük yapmaya niyet eder de yapmazsa yapmadığı için bir sevap yazılır. Ama kötü bir işe niyetlenir ve hem de yaparsa ona bir günah yazılır. (Buhari Rikak, 31)

Babamın bütün kazancı haramdı. Ve kul hakkıydı. Ben onun mirasını alabilir miyim? / (Sezgin B./İstanbul)
Bütün geliri haram ve kul hakkından geliyorsa bu mirası almanız haram olur. Alacaklılar biliniyorsa onlara iade edilir. Haram olan mal ise muhtaçlara dağıtılmalıdır. Ancak helal ve haram olan mal karışıksa, kişinin hissesinin bir kısmını dağıtması diğer miktarını da kendine ayırması caiz olur.

Yetim malından annesi olarak yiyebilir miyim? / (Satı Korkmaz/Diyarbakır)
Bir annenin çocuğuna zarar vermesi düşünülemez. İhtiyaç halinde bakımını üstlendiğiniz çocuğunuzun malından ölçülü olarak yiyebilirsiniz. Nisa Suresi’nin 6. ayeti bu konuda ölçü verir. Ama reşit yaşa gelen yetimin malından annesi çocuğun rızası olmadan yiyemez. Yetim olan çocuğun akrabaları malını kötü niyetli kullanıyorsa devlet olgunluk 15-20 yaş arası dönemine kadar ona kanuni bir vasi tayin edebilir.
Yazının Devamını Oku