Nihat Hatipoğlu

Bu çocukları kim öldürdü?

1 Nisan 2011
TOPLUM olarak şok geçiriyoruz. Vurgun yemiş gibiyiz. Olanlara anlam veremiyoruz. Ülkenin her tarafında, evlerde, sokaklarda, caddelerde, kahvehanelerde, dost meclislerinde hep aynı konu konuşuluyor. Herkes Kayseri ve İstanbul’daki caniliği konuşuyor. Ben gazetelerden ayrıntıları okudukça el ve ayaklarımın buz kestiğini hissediyorum. Birkaç gün içinde birkaç bin e-mail aldım. Herkes bu konudaki görüşümü merak ediyor. Konuşun diyorlar. Televizyon programlarım bu aralar, dört haftada bir ve gece saat 01.00’den sonra yayınlandığı için herkese ulaşmakta zorluk çekiyorum. Onun için ben de bu haftaki yazımı bu konuya ayırdım.

Kayseri’de bir cani üç çocuğu hunharca katlediyor. Gazetelerin beyanına göre, gayriahlaki filmler izleyerek dengesini kaybeden bu kişi hıncını üç masumdan alıyor. Melekleşmiş çocukların kemikleri çukurdan çıkarıldı. Hazin bir merasimden sonra toprağa teslim edildiler. İnanıyorum ki onlar şu anda Hz. Peygamber’in (s.a.v.), Hz. İbrahim’in misafirleridirler. Peki, bu cani ruhlu insanlar bu ülke toprağında nasıl ürüyorlar. Bir insan bu denli vahşi olabilir mi? Bu insanların yüreğine bir gramlık bile ‘Allah’ ve ‘vicdan’ damlası hiç mi düşmez? Bu kadar feci cinayeti işleyenlerle ‘iman ve İslam’ı bir potada tutabilir misiniz? Yüz bin kez hayır.
Bu cinayeti çözen emniyeti kutlarız. Keşke aileler çocuklarına her kapının çalınmayacağını, iyi insanların yanı başında ruh hastalarının da olabileceğini söyleseler. Keşke yabancı yere, tek başına gitmeyecekleri anlatılsa. Keşke küçükleri tuzağa düşürmek için internetten pusu kuranlara herkesten önce emniyet güçleri ulaşsa. Keşke çocuk tacirlerine, çocuk katillerine fırsat vermemek için özel birimler her türlü istihbarat ve iletişimi kullanabilse. Keşke bu katillere karşı şu anda yasalarda olmayan ağır, ama mazlumun yakınlarının ve halkın vicdanını rahatlatacak kadar ağır cezalar gelse.

İnternet kanalıyla oluşan pornografi konusu mutlaka bir çözüme kavuşturulmalıdır.

Kolay kazanma arzusu, dizi filmlerde ön plana çıkan lüks hayat, rahat ve hızlı yaşam, sınırsız hırs, reytingin araç olmaktan çıkıp amaç haline dönüşmesi, hatta ahlakın önüne geçmesi bu iğrenç cinayetlerin çoğalmasında olgunlaştırıcı rol oynuyor olabilir.

Ya İstanbul’da, 9 yaşında başı koparılıp öldürülen Fırat. Ya o masum çocuk. Ya o masum Fırat. Ya, Fırat Nehri’nin o berrak suyunu bile kızıla boyayacak kadar feci olan şu cinayet. Üvey anne(!) ve üvey anneannenin caniliğine kurban giden sevgili yavrucak! Ona ne diyeceksiniz. Anlamak için hakikaten hafakanlar geçiriyorum. Çünkü bu son cinayet herkesin onurunu zedeleyecek kadar alçaltıcıdır. Rahatsız edicidir. Yaralayıcıdır. Günahkâr kılıcıdır.

Çünkü bu son cinayet göstere göstere işlenmiş. Herkesin burada payı var. Kimse alınmasın ama biz Fırat’ı beraberce katletmişiz. Düşünebiliyor musunuz?

Mahallelinin anlattıklarını düşünebiliyor musunuz? Ne diyorlar: “Üvey annesi Fırat’ı dövüyordu. Sokağa atıyordu. Bazen günlerce aç bırakıyorlardı. Biz doyurmazsak bu çocuk aç kalıyordu.” Tanık olmuşlar bu olaya ama sanık olmamak için tanıklıklarını içte saklamışlar. Veya söylemişler ama, insaflı ve iş bitirici
bir kulak bulamamışlar. Kulaklar sağırlaşmış. İşitebilme hassasiyetini yitirmiş. Mahalledekilerin sözlerini duydukça kendimden utanıyorum.

Dün gece evimde oturdum ve bir muhasebe yaptım. Altı yıldır Star TV’de İftar ve Sahur programı yapıyorum. Fırsat verildikçe hafta içi konuşuyorum.

Milyonlarca insan programımdan çok şey öğrendiğini kulağıma fısıldadı. Açıkça söyledi. Yazdı. Her konferansıma on bin insan katılıyor. Peki bir şey yapabilmiş miyiz. Bence maalesef hiçbir şey yapamamışız. Hele dün gece Fırat’ın öldürülmesinden sonra komşularının konuşmalarını dinledikten sonra kendi kendime hayıflandım. Sen hiçbir şey yapamamışsın dedim kendi kendime. Sen komşuluğun ne olduğunu anlatamamışsın. Sen masuma sahiplenmeyi anlatamamışsın. Sen zalimin elinden zulüm kırbacını söküp almak gerektiğini anlatamamışsın. Sen babaya masum bir yavrunun ne olduğunu belli olmayan bir vicdansıza teslim edilmeyeceğini anlatamamışsın. Velhasılı sen hiçbir şey yapamamışsın dedim kendi kendime. Peki tek suçlu ben miyim? Elbette hayır... Elbette hayır ama, benim gücüm ancak kendi kendime hesap sormaya yeter de onun için kendimle boğuşuyorum sadece...

Bu zulmü yetkililere şikâyet etmişler de yetkililer tedbir almamışsa Allah katında sorumludurlar. Bu çocuğun amcası, dedesi, filan yok muydu! Varsa ve bilerek susmuşlarsa Allah katında sorumlular. Komşular gerekeni yapmamışlarsa Allah katında sorumlular. Bu tür ailelere böyle çocuklar bırakılamaz. Avrupa’da bu çocukları aileden alırlar. Bizde neden bu konuda kanun çıkmaz bilemiyorum. Ama inanıyorum ki Sayın Başbakanımız ve aileden sorumlu bakanımız bu olaydan sonra mutlaka gerekeni yapacaktır. Başka türlü vicdanımız sükûn bulmayacaktır.

Gökten melekler inerek bu masumları korumaz. Sünnetullah gereği, bu imtihan dünyasında böyle bir şey olmaz. Ama yeryüzünde bu masumları koruyacak melek ruhlu insanlara ihtiyaç var. Haydi, bu konuda herkes gerekeni yapsın lütfen.

SORALIM ÖĞRENELİM

Cenaze namazı kim tarafından emrolundu? / (Salih Turan / Mardin)
Tevbe Suresi 103. ayet cenaze namazına işaret etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de “Her günahkâr ve iyinin üzerine cenaze namazı kılınız” buyurarak cenaze namazını emretmiş ve tarif etmiştir.
Müslüman olan ve Müslüman olarak ölmüş herkesin cenaze namazı kılınır. Kişinin günahkâr olup olmaması, büyük günahlar işlemesi cenaze namazına engel değildir.
Neticede cenaze namazı bir duadır. Allah (c.c.) dilediği duayı kabul eder. Dilediğinin namazını kabul eder, dilediğinin reddeder.

Ben babayım. Oğlumla aram iyi değil. Onun evlilik masraflarını karşılamazsam günaha girer miyim? / (Metin A. / İzmir)
Oğlunuzla aranızın iyi olmaması hoş değildir. Oğlunuzun size karşı bir saygısızlığı varsa, sizden özür dilemesi dini bir gerekliliktir. Sizin de onu affetmeniz gerekir. Oğlunuzu evlendirmeniz farz değildir ama bir babaya yakışan durum budur. Babanız da, zamanında sizi evlendirmiştir. Çocuğunuzu evlendirecek gücünüz olmasına rağmen evlendirmezseniz, oğlunuzun düşebileceği günahlardan siz de sorumlu olursunuz.

Evlilikte bölgesel farklar bahane edilip kız verilmezse günahkâr olunur mu? / (Burcu İrem / Mersin)
Müslüman Müslüman’la evlenir. Kız isterken veya verirken bölgesel farkları bahane etmek sakıncalıdır. Bölge veya ırk farklılığı evliliğe engel değildir. Böyle bir engel koymak ırkçılık olur. İslam, ırkçılığı şiddetle reddetmiştir. Bu tür ayrımcılık bu ülke üzerinde değişik oyunlar oynamak isteyen, insanlarımızı bölmek isteyen kötü niyetlilere zemin hazırlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Kavmiyetçilik yapan bizden değildir. Cahiliye ölümü ile ölmüştür” buyurmuştur.
Yazının Devamını Oku

Ben Nuşirevan’dan daha adilim

25 Mart 2011
Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Şam valisi olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in arkadaşlarından olan Sad b. Ebi Vakkas (r.a.) Şam’daki bir camiyi genişletmek ister. Bu nedenle de caminin civarındaki arsaları kamulaştırır. Herkes arsasının bedelini alır ve isteyerek arsasını camiye devreder. Ancak Şam’da yaşayan bir Yahudi, camiye bitişik olan arsasını satmak istemez. Vali arsasının değerini fazlasıyla verse de Yahudi vatandaş arsasının kamulaştırılmasına rıza göstermez. Bunun üzerine vali arsaya el koyar ve bedelini adama gönderir.
Arsasını kaybeden Yahudi, komşusu olan bir Müslüman’a derdini anlatır. Sızlanır. Bana zulmedildi, der. Müslüman vatandaş da kendisine, Medine’ye git. Orada halife Hz. Ömer vardır. Derdini anlat. Ömer, son derece adildir, elbette seni dinler, der. Şamlı Yahudi Medine’nin yolunu tutar. Yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaşır. Halifeyi sorar. Vatandaşlar bir hurma ağacının gölgesinde dinlenen halifeyi gösterirler. İşte halife bu zattır, derler. Adam Hz. Ömer’in yanına gider. Selam verip yanına oturur. Derdini anlatır. Hz. Ömer adamı dinler. Sonra bulduğu bir deri veya kemik parçasının üzerine şu cümleyi yazar: “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.” Kısa ve özlü bir cümle. Yahudi bu yazıyı alıp ayrılır. Ama yolda giderken de kendi kendine şöyle konuşur: “Şam’daki idarecilerin giyim, kuşam ve oturdukları yerdeki ihtişam ve debdebe nerde, Medine’deki halifede bulunan tevazu nerde. Şam’dakiler şu mütevazı halifeyi ciddiye alırlar mı? Hiç sanmıyorum.” Kendi kendine böyle konuşur. Sonunda Şam’a varır. Doğrusu valiye gitmek de istemez. Çünkü sonuç alamayacağı kanaatindedir. Bununla beraber, mademki yorulup da oralara kadar gittim, bari halifenin şu yazdığı cümleyi valiye vereyim, der. Valinin huzuruna çıkar ve deri parçasını uzatır. Medine’deki halifenin size mesajıdır, der. Vali bu cümleyi okuyunca, sapsarı kesilir. Uzun müddet başını yerden kaldıramaz. Sonra endişe içinde, başını kaldırıp şöyle der; arsanız size geri verilmiştir.
Yahudi vatandaş hayret eder. Şaşırır. Bir tek cümlenin valiyi bu kadar sarsacağını hiç tahmin edememişti. Merak ve dehşet içinde sorar. Lütfen bana bu cümlenin neden sizi bu kadar dehşete düşürdüğünü anlatır mısınız der.
Şam valisi Hz. Sad, bak der, sana bu cümlenin hikayesini anlatayım. O zaman benim neden bu kadar ürperdiğimi anlarsın:
İslam’dan önce ben ve bugün halife olan Hz. Ömer İran taraflarına ticaret için gittik. Yanımıza 200 deve almıştık. İran’a vardık. Orada cirit oynayan gençleri seyrederken, birileri zorla elimizdeki develere el koydular. Çok kalabalık bir çete grubuydu, bir şey yapamadık. Elimizde para da kalmamıştı. Üzgün bir şekilde, geceleyeceğimiz bir eski han bulduk. Hanın sahibine de sıkıntımızı anlattık. Adam iyi biriydi. Bize yardım etti. Sonra da; gidip krala durumunuzu anlatın, o adil bir adamdır, mutlaka size yardım eder, dedi. Biz de sabahleyin kralın huzuruna çıkıp durumu anlattık. Şikayetimizi bir mütercim krala tercüme etti. Kral Nuşirevan dikkatle dinledikten sonra her birimize birer kese altın verdi ve olayı inceleteceğini söyledi. Bize de, memleketinize dönün, dedi.
Biz tekrar Han’a döndük. Ama doğrusu sonuçtan çok da memnun olmamıştık. Hancı sonucu öğrenince son derece üzüldü ve burada bir hata var, dedi. Gelin beraberce gidelim, ben size tercümanlık yapayım, teklifinde bulundu. Biz de gittik. Huzura çıktık.
Hancı durumu Nuşirevan’a anlattı. Develerimize el koyan kişilerin kıyafetini, halini, olayın geçtiği yeri anlattı. Dikkat ettik, Nuşirevan’ın yüzü sapsarı kesildi.
Bir gün önceki mütercimi çağırttı. Ona sorular sordu. Sonra ayağa kalktı, her birimize 2 şer kese altın verdi, akşama kadar develeriniz gelecek, develeri alın ve sabahleyin burayı terk edin dedi. Ama giderken biriniz doğu kapısından, diğeriniz de batı kapısından çıkın, talimatını verdi. Bizler de bir şey anlamadan huzurundan çıktık.
Akşamleyin 200 devemiz kapıya geldi. Durumu anlamak için hancıya sorduk. Neler oluyor dedik. Hancı şöyle dedi: Sizin develerinize el koyan kişi Nuşirevan’ın büyük oğlu ile veziridir. Bunlar bir çete kurmuşlar. Garibanların mallarına el koyuyorlar. Siz ilk gittiğinizde, mütercim bunu anlamış. Ama sizin sözlerinizi Nuşirevan’a yanlış tercüme etmiş. Böylece kralın oğlunu ve veziri korumuş. Ben sizinle gidip durumu anlatınca Nuşirevan bu oyunu anladı. Ama neden ayrı kapılardan gidin, dedi, ben de anlayamadım. Hele yarın olsun anlarız, dedi. Hz. Sad, anlatmaya devam ediyor: Ertesi gün ben doğu kapısından çıktım. Kapının çıkışında iki kişinin darağacına asılı olduğunu gördüm. Halk toplanmış seyrediyordu. Sordum kim bunlar ve suçları ne, diye. Dediler ki, bunlardan biri Nuşirevan’ın büyük oğlu diğeri de veziridir. Bunlar, buraya gelen iki Arap’ı soymuşlar. Ceza olarak Nuşirevan ikisini de asarak idam etmiştir. Nuşirevan kendi öz oğlunu idam etmişti.
Hz. Ömer’in çıktığı kapıda ise bizim şikayetlerimizi yanlış tercüme ederek, kralın oğlunu korumaya çalışan kişinin asılı olduğunu gördük.
İşte Hz. Ömer senin eline verdiği deri parçasının üzerine “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim” sözüyle bana bunu hatırlatıyor. Halkına zulmedersen seni darağacına çekerim diyor. Senin gözyaşlarına bakmam, tıpkı Nuşirevan’ın öz oğlunun gözyaşına bakmadığı gibi. Şimdi anladın mı neden benim benzim sarardı.
Bu hadiseyi bire bir yaşayan Yahudi vatandaş, hem arsasını hibe etti ve hem de İslam’a girdi.
Fazla söze gerek var mı sizce? Bence hayır. Bir yerlere adam seçerken, birilerine yetki verirken, kul hakkı söz konusu olduğunda, ceza ve mükafat dağıtırken, acaba Hz. Ömer gibi kılı kırk yarabiliyor muyuz? Sözüm elbette sadece yetkililere değil, herkese ama başta kendi nefsim olmak üzere herkese.

SORALIM ÖĞRENELİM

Japonya’daki Tsunami ve diğer felaketler kıyametin belirtisi mi?
Alişan Yıldız - Ankara
Hz. Peygamber (s.a.v.) hadislerinde kıyametten önce olacak belirtileri sayarken: su baskınlarını, yer çökmelerini, ilmin azalacağını, zinanın yaygınlaşacağını, binaların yükseleceğini, işin uzmanı dışındakilerin bina yapacaklarını, depremlerin çoğalacağını, savaşların çoğalacağını, yaygın hastalıkların ve toplu ölümlerin fazlalaşacağını, evin hizmetçisinin evin sahibini doğuracağını, yalınayak ve düşük seviyedeki insanların yükseleceğini, şer insanların itibar göreceğini, camilerin çoğalıp içindekilerin azalacağını ve benzeri birçok belirtiyi sıralar. Ancak uzak dönemlerden bu yana İslam alimleri hep bu alametlerin gerçekleştiğini söylerler. Doğrusunu Allah bilir. Ama dünyanın ömrünün geçmişe göre azaldığını rahatça söyleyebiliriz. Son olaylar, kıyamet günü kapıdadır gibi değerlendirilmemelidir. Zamanını elbette ki Rabbim bilir. O, Ol dedi mi, her iş bir anda olur.

Bir kadın birer hafta aralıkla regl olabilir mi?
Şule Arar - İstanbul
Hayır. Bir kadının regl halinden sonra, yani temizlendikten sonra ikinci kez regl olabilmesi için 15 gün temizlik süresi geçirmesi gerekir. Yani 15 günlük temizlikten önce görülen ikinci kanama adet sayılmaz.

Geceleyin ölü gömülebilir mi? Cenaze namazı kılınır mı?
Rıdvan Civelek - Çorum
Cenaze namazının yasaklandığı bir vakit yoktur. Kerahat vakti olarak anılan ‘güneş doğarken, ortada iken ve batarken’ hariç olmak üzere her vakit kılınabilir. Cenaze namazı yukarıda saydığım mekruh vakitlerde kılınırsa kılınan cenaze namazı geçerli olur ama mekruh hoş olmayan bir iş sayılır. Ölü gece gömülebilir. Gece gömülmesini mekruh sayan alimler var, ama zaruret halinde bunun sakıncası olmaz.
Yazının Devamını Oku

Yüce Kuran yaşatın diyor, biz vuruyoruz

18 Mart 2011
BUGÜNLERDE ruh dünyamız hayli karışık. Etrafımızda kötü şeyler oluyor. İnsan onurunu zedeleyen gelişmeleri endişe ile izliyoruz. Ahlaki erdemleri olan bir toplumun fertleri olarak, meydana gelen bazı olayları bir taraflara sığdıramıyoruz.
Bugünlerde vuruyoruz. Dinlemeden vuruyoruz. Konuşturmadan vuruyoruz. Diyecek sözü olanı, daha konuşmadan vuruyoruz. Kinimizi hayatımızın hedefi haline getirmişiz. Kinimizi, nefretimizi dinimizin önüne almışız. Kalemle vuruyoruz, kelamla vuruyoruz, insafsızca vuruyoruz.
Yıllarca önce olmuş bir olayın hıncını yıllar sonrasına taşıyoruz, tüfeklerle insanları tarıyoruz. Yani vuruyoruz. Siyasetçileri, geleceği olan insanları kasetlerle vuruyoruz. Zafiyeti olan insanları zayıf noktalarından vuruyoruz. Zafiyeti yoksa, zafiyeti oluşturacak birilerini kurgulayıp öylece vuruyoruz. Anlayışı vuruyoruz. Diyaloğu vuruyoruz. Barış için uzanan eli vuruyoruz.
Ülkesi için bir şeyler yapabilecek insanımızı muhalifimizdir diye açığını bulamıyorsak, çocuğuyla, çevresiyle vuruyoruz. Ya madden öldürmek veya manen öldürmek için vuruyoruz. Hizmet etmiş veya eden insanların hiçbir iyiliğine bakmadan vuruyoruz.
Kuran-ı Kerim yaşatın diyor. Biz vuruyoruz. Kuran-ı Kerim “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” buyuruyor. Biz bir filmde binlerce insanı vuruyoruz. Kuran-ı Kerim “Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” buyuruyor. Biz dirilenleri, hem de dikeyine toprağın derinlerine gömüyoruz.
Biz sadece kendimize Müslüman’ız; biz sadece kendimize demokratız, biz sadece kendimize özgürüz. Neticede vurmayı uyumak gibi, koşmak gibi olağan hale getiriyoruz.
Bizim helal, haram, sevap ve günah kavramlarımızda aşınmışlık var. İbadet anlayışımız çok dar bir alanda seyrediyor. Beynelmilel bir iman ve aksiyon dini olan İslam’ı, bir yerel din haline getirmeye çabalıyoruz. İslam’ı doğru anlamadığımız gibi, doğru anlayacakların önüne de bariyerler oluşturuyoruz.
Derin denizlerde balina avına çıkan zıpkın gemilerine direnen ‘doğa savaşçılarını’ izliyorsunuz. Balinaları koruyan, doğanın dengesi için savaşan bu iyi niyetli insanların içinde niçin Müslümanlar yok diye hayıflanıyorum. Belki de vardır diye ümit ediyorum. Sizce bu direnme bir ibadet değil mi? Bence bu da bir namaz kadar, bir hac kadar ibadettir.
Fok balıklarını korumak için canını dişine takan insanları gıpta ile izliyorum. O mücadele içinde keşke ben de olabilseydim diyorum.
Yeşil doğayı korumak için eylem yapan gençlerin bu eylemi bence Yüce Rabbim tarafından karşılıksız kalmaz. Ormanların içine beton blokların yerleştirilmesi sizi rahatsız etmiyorsa Müslümanlığınız, hassasiyetiniz aşınmış demektir. İnsanları namaza çağırdığımız kadar en azından apartmanımızdaki veya mahallemizdeki yetim ve yoksulların listesini çıkarıp onlara yardıma birbirimizi çağırabiliyor muyuz?
Zenginlerimiz ve refah düzeyi yüksek insanlarımız maddi açıdan alt seviyedeki insanlarımızla ne kadar ilgililer. Bir kesimimizin dostlarına ikram ettiği bir öğle yemeğine ödediği hesabın, diğer bazı ailelerin bir aylık geçimine denk olduğunu düşünebiliyor muyuz? En azından düşünebiliyor muyuz? Yoksa hiç mi aklımıza gelmedi. Yoksa hiç mi ilgilendirmedi bugüne kadar. Mısır’la, Libya’yla, Filistin’le, Hindistan’la ilgilendiğimiz kadar elbette ilgilenmeliyiz de keşke bunlara da zaman ayırabilsek.
İnancı güçlü insanımız; ateist, deist, satanist, Makyavelist ve benzeri inanç ve ahlak unsurlarına anlayışla yaklaşamaz mı? Onların sıkıntılarını, kuşkularını, çıkmazlarını anlamak için gayret göstermez mi? Zor anlarında yanlarında olamaz mı? Yanlarında olmak, onları anlamak, onların inancını onaylamak değil ki! Onların imanını iman edinmek değil ki! Onları anlamaya çalışmak insani ve vicdani bir sorumluluktur.
İslam’a soğuk olan insanların da müminlerin problemlerini, isteklerini dertlerini, şikâyetlerini dinlemeleri gerekmez mi? Bir kesimimiz, neden müminlerin taleplerinin hepsine kuşkuyla yaklaşıyor. Neden onların taleplerinin imanlarından kaynaklanabileceğine kafa yormuyoruz? Neden Allah için bir araya gelen insanlardan zaman zaman endişe duyuyoruz?
Müslümanlık sadece, “Allah bir, Hz. Muhammed (s.a.v.) O’nun kulu ve elçisidir” demek değildir. Bu bir amentüdür. Bu bir fezlekedir. Müslümanlığa girişin önşartıdır. Müslümanlık sadece namaz kılmak, oruç tutmak da değildir. Bunlar deminki amentüye işlev kazandırmaktadır. Önemlidir. Mutlaka yerine getirilmelidir. Ama Müslümanlık sadece bu da değildir. Çünkü Kuran’da insanlık var, vicdan var, Firavun’a bile merhamet var, hatta Firavun’a tatlı söz söylemek var, öldürmek değil, yaşatmak var. Sermayeyi paylaşmak var. Karınca ezmemek var. Karıncaya, karıncanın penceresinden bakmak var. Birileri görüyorken değil, birileri görmüyorken secdeyi uzatmak var. İyilik yaparken göstermemek var. Doğru olan yolda yürürken sokağa serpilmiş dikenlere aldırmamak var. Bu yolda ayağına diken batmışa omuz vurmak değil, omuz vermek var.
Peki bu ayrıntılar çok mu önemli. Evet son derece önemli. Çünkü İslam bütün bunları düşünmeyi gerektirir. Bundan ötürüdür ki Hz. Peygamber: “Kıyametin kopacağı anda elinizde bir fidan varsa onu mutlaka dikin” buyurmuştur. Basit gibi görünen bir şey değil mi? Ama kıyamet kopacağı anda ‘Fidanı dikin’ buyuruyor. Secde edin demiyor. Secdesiz kalın da demiyor. Ama fidan dikin buyuruyor Allah’ın elçisi. Onun için doğadan, öldürülen balinadan bahsettim. Onun için vuranlardan bahsettim.

SORALIM ÖĞRENELİM

Depremde ölenler için kader diyebilir miyiz? O zaman bizde neden çok insan, diğer bazı ülkelerde az insan hayatını kaybediyor?
(Fatih Kesit / Afyon)
Kimin ne zaman öleceği ne kadar yaşayacağı Yüce Allah’ın ilmindedir. İradesindedir. Yüce Allah’ın hangi ölçüye ve neye göre böyle irade ettiğini biz bilemeyiz.
Ancak, deprem gibi felaketlerde bazı yerlerde çok insanın, bazı yerlerde az insanın hayatını kaybetmesini sadece kaderi böyleymiş diyerek özetlemek doğru değildir. Bazen kaderi çizmek insanın elindedir. Yani siz, binaları kötü yapar da çok insanın ölümüne sebep olursanız bu kaderdir. Ama yine siz tedbir alırda daha az insanın ölmesine zemin hazırlarsanız bu da kaderdir. Onun için böyle felaketler öncesinde gerekli tedbiri almasanız ve ne yapalım kaderimizdi derseniz yanlış yapmış ve günaha girmiş olursunuz. Hz. Peygamber (s.a.v.) devesini Allah’a emanet ettim diyen birine “Git deveni sağlam bağla sonra Allah’a emanet et” buyurmuştur.
Bulaşıcı hastalığın olduğu bir bölgeye girmeyen Hz. Ömer kaderden mi kaçıyorsun diyenlere şöyle cevap vermiştir. “Ben Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine sığınıyorum.”

Koca eşinin karnındaki çocuğu aldırmaya karısını zorlayabilir mi?
(S. O. / İzmir)
Eşler karşılıklı istekleriyle gebeliği önleyici tedbirlere başvurabilir. Gebelikten sonra kocanın cenini düşürmesi için eşini zorlaması caiz değildir. Hayati bir tehlike olmadıkça da kadının cenini düşürmesi, aldırması haramdır.

Yaşlı iken Müslüman olan bir erkeğin sünnet olması şart mı? (Sezgi Uruç / Trabzon)
Sünnet olma işi, Hz. İbrahim’den kalma bir sünnettir. Erkekler için dini bir gerekliliktir. Dini vazifedir. İslam’ın önemli uygulamalarındandır ancak Müslüman olmanın şartı değil tamamlayıcı unsurlarındandır.
Yazının Devamını Oku

Ölüm, kamil mümine bayramdır

11 Mart 2011
Medine’de umredeydim. Öğle vakti haberleri izlerken eski Başbakanlarımızdan Necmettin Erbakan hocanın vefat ettiğini duydum.

Öğle namazına hazırlanmış Peygamberimizin (s.a.v.) kabrini de içinde bulunduran ‘Mescid-i Seadete’ gitmek üzereydim. Kapıyı kapatıp bir müddet oturdum. Her ölüm haberini duyduğumuzda söylememiz gereken ayeti hatırladım. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”, “Şüphesiz Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz.” Bu ayeti kendi kendime, öğle namazını kıldıktan sonra Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kabrinin karşısında gıyabında selamını Hz. Peygamber’e(s.a.v.) arz ettim. Bunun bir vefa borcu olduğuna inandığım için.

Merhum Erbakan’la birkaç kez görüşmüştüm. Bütün bu görüşmeler siyasi mülahazaların dışında başka vesilelerle olmuştur. Bu görüşmelerin sonucunda gözlemlediğim bir özelliğinden bahsetmek istiyorum. Bazen siyasi mücadeleler kişilerin karakterlerindeki zenginlikleri gizlerler. Şayet imanınız, kişiliğiniz, karakteriniz, iç âleminiz siyasi görüşlerinizin ve dünya görüşlerinizin önünde değilse samimi olamazsınız, bir mana ifade edemezsiniz. İnandırıcı olamazsınız. Hakk’a yönelen tarafınızla halka yönelen tarafınız farklı olur. O zaman da münafıklardan olursunuz. Allah korusun.

1995 yılında babam Medine’de vefat ettiğinde merhum Erbakan evimize iki defa taziyeye gelmişti. İkisinde de mütevazı bir mümin gibi oturdu ve Fatiha’sını okudu. Bir yıl sonra vefatın sene-i devriyesinde davetimiz üzerine yine evimize teşrif ettiler. Hatimden sonra dua okunacaktı. Merhum hocamız duayı benim okumamı istedi. Duanın bir bölümünde şöyle bir cümle kullandığımı hatırlıyorum: “Ya Rabbi! Ölürken bizleri, Medine’de Hz. Peygamber’e  (s.a.v.) yakın mekânda ölmüşlerin maneviyatından yararlanmış olanlardan eyle.” Buna yakın bir cümleydi. Bir ara gözlerim merhum hocaya kaydı. Medine adını duyunca yanaklarından gözyaşları sızmaya başladı. Sırf Medine’yi duymak bile duygulandırıyorsa, derinlere nüfuz etmiş, mermer üzerine kazınmış bir aşk var demektir. Bunun anlamı buydu. Ve bir inananı değerlendirirken bu son derece önemliydi. Hele çevremizde, belli makamlara gelmiş, okuduğu ayetlerin inkâr derecesine, kıskançlık kumkumasıyla çırpınıp duran, nefsinin Everest’ine çöreklenmiş bazı sözde din erbabını görünce böyle müminlere hasret kalıyorsunuz.

Merhum Erbakan’ı başbakanken bir de Diyanet’teki ‘Kutlu Doğum’ programında dinlemiştim. Kürsüde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) anlatıyordu. Bir ara John Davenport’un Hz. Peygamber’le (s.a.v.) ilgili tespitlerini anlattı. Özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Mekke fethinden sonra Medine’ye döndüğünde hayat tarzını hiç değiştirmediğinden, hayatının sonuna kadar tabanı kum, tavanı ise hurma dallarıyla örülmüş mütevazı odasında hayatına devam ettiğinden bahsetti. Merhum Erbakan, bu konuşmasının sonunu şöyle getirdi. “Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) bu mütevazı odasında Rabbine kavuştu.” İşte orada sesi buğulandı. Kürsüde ağladı. Orada seçmen yoktu. Ekran yoktu. Propaganda yoktu. Dinin siyasete alet edilmesi, yalan yoktu. Orada mümin bir adam vardı. Hz. Peygamber’ine (s.a.v.) aşkını ve hasretini dillendiren bir Müslüman vardı. Merhum hocaya saygım o günden sonra daha da arttı.

Yazının Devamını Oku

Hz. Peygamber’i (s.a.v.) denemeye kalkışınca

4 Mart 2011
ZEYD bin Sa’ne Medineli Yahudilerdendi. Yahudi din bilginiydi. Son derece zengindi.

Tanınan bir kişilikti. Saygınlığı olan bir zattı. O, Hz. Peygamber’le (s.a.v.) olan karşılaşmasını şöyle anlatıyor:

Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde onu yakından izledim. Konuşmalarına, hareketlerine, yüzüne dikkat ettim. Kutsal metinlerde geleceği bildirilmiş olan son peygamberde bulunması gereken bütün işaretler onda vardı. Ancak iki özellik vardı ki, henüz onları test edebilme imkânı bulamamıştım. Bu iki özellik şunlardı: Yumuşaklığı katılığın önündedir, kendisine karşı cahilce davranılsa bile affedicilikle karşılık verir. Bir gün ben, bu iki özelliğini test edebilme şansı buldum.
Bu olay şöyle gelişti.

Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) yanında Hz. Ali olduğu halde mescitten çıktı. O esnada köyden geldiği belli olan biri Hz. Peygamber’in yanına geldi ve “Ey Allah’ın Resulü! Ben falan köydenim. Köylülerim İslam’a yeni girdiler. Ben onlara İslam’a girerlerse rızıklarının bollaşacağını söylemiştim. Bu yıl ise ciddi bir kıtlık yaşadılar. Ben, bu insanların cahilce hareket ederek dinlerinden vazgeçeceklerinden korkuyorum. Zira onlar maddi endişelerle dine girmişlerdi, yine maddi endişelerle dinlerini bırakabilirler. Acaba onlara maddi yardımda bulunabilir misiniz?” dedi.

Yazının Devamını Oku

Dilin âfetleri

25 Şubat 2011
DÜNYA hayatında başımıza gelen belaların çoğu dilimizle düştüğümüz hatalardandır. Ahirette de dilimiz bütün organlarımızı azaba uğratabilir. Bu hafta da dilimizin musibetlerine dikkat çekmek istiyorum.

Dilin ikiyüzlülüğü, bunu eskiler münafıklığın işareti saymışlar. Güçlü olan, maddi imkanları bulunan, siyasi imkanı fazla olan insanların etrafında bu türden insanlar daha çoktur. Hz. Ömer’in oğluna diyorlar ki: “İdarecilerimizin yanına geldiğimizde başka, dışarıda başka konuşuyoruz. Günaha girer miyiz” Hz. Ömer’in oğlu; “Biz Peygamberimizin zamanında bunu münafıklık sayardık” cevabını veriyor.
-  Kötülüğü emretmek, iyilikten sakındırmak
Kuran-ı Kerim bunu münafıkların alameti sayıyor. (Tevbe, 67) Halbuki iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak dinin farz kıldığı işlerdendir. Bazı insanların şahsi beklenti veya yatırım için kötülükleri veya şer olan şeyleri reklam ettiğini görüyoruz. Bundan sakınmak gerekir. İyi ve güzel olanı öne çıkarmak hem dini hem vicdani bir sorumluluktur.
Hz. Peygamber (s.a.v) eski milletlerin kötülüğe seyirci kaldıkları için helak olduklarını anlatıyor. Bunu duyan sahabeden biri soruyor. İçlerinde iyi insanlar olduğu halde mi helak oldular? Hz. Peygamber ‘evet’ cevabını veriyor. Gerekçesini ise şöyle belirliyor. “İyiler kötülere sessiz kaldılar. Allah’a isyana seyirci oldular. İyiliğe teşviki önemsemediler. Böylece helak oldular.”
-  Ağır ve çirkin söz
Muhatabımız kim olursa olsun, ağır ve çirkin sözü hak etmemektedir. Yumuşak ve dengeli söz ibadettir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Cennette öyle köşkler var ki, dışından içi görülür.” Arkadaşları sorarlar: Bu köşkler kimin için? Peygamberimiz şöyle cevap verir: “Güzel söz söylene, fakirlere yardım edene, insanlar uykuda iken kalkıp namaz kılana ve güler yüzlü olana.”
Size karşı çirkin söz söyleyene aynı ağırlıkta cevap vermemek nefsinize ağır gelir. İslam bu nefis imtihanını başarmamızı istiyor.

Yazının Devamını Oku

Dilin afetleri (dilimizle düştüğümüz günahlar)-1

18 Şubat 2011
RAHMETLİ Şerife ninem Arapçayı anadili gibi iyi bilirdi. Çünkü hem babası, hem eşi, hem kayınpederi ve hem de oğlu müftüydü.

Onlardan Arapçayı ve dini ilimleri öğrenmişti. Otoriter bir kadındı. Kimseye eyvallahı olmazdı. Fakirlere günlük erzak dağıtırdı. Saygındı. Söyledikleri uygulanırdı. Bazen bizleri oturtur, bizlere kitap okur ve okuduklarını tercüme ederdi. Bir gün çok ilginç ve unutamadığım bir örnek aktarmıştı. Hayvanların hayatından ilginç bilgileri konu alıyordu bu kitap.
Bu ilginç bilgiyi sizinle paylaşayım dedim.
Bir kuş varmış. Bu kuşun adını da yazıyordu kitap ama unuttum. Bu kuş gagasıyla yerden yem toplarken çok itinalı davranırmış. Yutacağı yemi gagasına aldıktan sonra şöyle bir tartarmış. Yere koyar, bir sağa bir sola çevirirmiş. Enine, boyuna, sertliğine, yumuşaklığına bakarmış. Yemeğe niyetlendiğinde de gagasına alırmış ve sonra da kuyruğunun altına doğru götürüp bakarmış. Ben bu yiyeceğimi rahat hazmedebilir miyim, rahat hazmedemez miyim diye hesaplarmış. Rahat hazmedebileceğine kanaat getirince de o yemi yutarmış. Hazmedemeyeceği hiçbir yemi yemezmiş.
Şerife ninem bu hikâyeyi aktardıktan sonra şöyle derdi: Söyleyeceğiniz sözü söylemeden evvel, önce iyice tartın. Bakın bu kuş bile bir yemi nasıl hazmedeceğini tartıyor. Siz de hesabını veremeyeceğiniz sözü kullanmayın, boş laf etmeyin. Çünkü söz kullanılmadan önce sizin esirinizdir, siz onu kullandıktan sonra da siz onun esiri olursunuz. Ben bu örneği duyduktan sonra, kuş kafalı sözünü çok anlamsız buldum.
Bu örneği neden verdim; şundan dolayı, birçok sıkıntının sebebi dilimizden çıkan hesapsız sözlerdir. Çoğu kez tartmadan konuşuyoruz. Sözlerimiz tartılınca da terazinin bozuk olduğunu söylüyoruz.
Buna çağımızda ‘dilin şehveti’ diyorlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bu konuda uyarmıştı. Çevresindeki arkadaşlarından biri soruyordu: “Ey Allah’ın Resulü! benim hakkımda en korktuğunuz şey nedir”. Hz. Peygamber (s.a.v.) eliyle dilini tutup “İşte şu” cevabını verdi. (Tirmizi, Zühd, 6)
Başka bir seferinde ise “Allah’a ve ahret gününe inanan kimse ya hayır konuşsun veya sussun” buyurdu. (Tirmizi, kıyamet, 51: hd. 2502)

Yazının Devamını Oku

Kandil ve medyadaki bazı hastalıklar

11 Şubat 2011
ÖNÜMÜZDEKİ pazartesi akşamı Mevlid Kandili. Hz. Peygamberin dünyayı şereflendirmesini kutlayacağız. Her birimiz kendi bakış tarzımıza göre ‘Sevgilinin’ gelişini kutlayacağız.

Bir kısmımız kandillere bid’at demeye devam edeceğiz. Her şeye bid’at derken, her türlü güzelliği ve imkanı tepmenin en büyük bid’at olduğunun farkına varmadan çok bilmiş fetvalar vereceğiz. Entelektüel Müslüman olarak anılmanın, doyumsuz zevkiyle, halkı ve hakkı hiçe sayıp ifsad edici benliğin salıncağında sallanmaya başlayacağız. Kandili kutlayanlara yukarıdan, küçümseyerek bakacağız.

Bir kısmımız abdest alıp geceyi güzel bir şekilde ihya edeceğiz. Bu geceyi ihya edin emri olmasa da, bu bir fırsattır, değerlendirelim diyeceğiz. Bir kısmımız her gece içki içiyor olsa da bari bu gece sevgili Peygamberimizin hatırına içmeyelim diyerek O’na aidiyetimizi yineleyeceğiz. Bir kısmımız evlerde toplanıp “Kayyumu seversen uyuma bu gece” sırrına ulaşmak için, sırrın kapısında sabaha değin nöbet bekleyeceğiz. Velhasılı, her birimiz kendi meşrebimize göre kandilleneceğiz bu gece. Biz kandilin bütün güzelliğiyle, tövbe kapılarını aralayan ışığıyla, hiç kimseyi dışarıda bırakmayan kuşatıcılığıyla kutlanmasını arzu ediyoruz. Mevlam, bu kandil sabahı bizleri günahı affedilenlerden eylesin.

Bu yazımda, kandil muhasebesi ışığında, medyada görülen bazı manevi hastalıklara işaret edeyim istedim.
GÜNDEMDE KALMAK: Genellikle geçer akçe budur. Bu hafta kaç habere veya yazıya konu oldun. İstatistiklerde kaçıncı sıradasın. Medyada insanların başarısı buna göre değerlendirilir oldu. Tabii böyle olunca da aykırı ve dikkat çekici polemiklerle gündemde kalmak yolu seçiliyor. Ne kadar faydalı şey yaptı değil de , ne kadar bahsedildi. Bu nedenle de yazılar ve değerlendirmeler yaralayıcı olabiliyor. Tabii ki kendini bu anafordan koruyanlar hayli kişi var.
HALİF TU’RAF: Meşhur bir Arap atasözüdür. Herkese muhalif davran, böylece gündeme gelirsin. Her kesin demediğini de. Böylece tanınan birisi olursun. Neye muhalefet ettiğin, neyi yıktığın, neyi yaraladığın önemli değil. Önemli olan aykırı söylem geliştirmektir. Bunu yaparsan, farklılığın anlaşılır! Ve aranan, muteber olan daha doğrusu iyi veya kötü önemli değil konuşulan insan olursun. Marifet, muhalefetten geçer. Nasıl muhalefetse?

Yazının Devamını Oku