“Not Defteri”mden muhatabı olmayan bir derleme

Haberin Devamı

“SÖZÜN gücünü, etkisini ve kolaylığını her zaman sevdi insan” dediğimde, “Yetmedi, konuşmak ve dinlemekte, -birlikte ustalaşmanın ihtiyacını duymaya- başladı” diye not düşmüş defterime bir usta... Bugün, belâgatın kıymeti anlaşıldığına göre susmak, yani “konuşabilecek iken konuşmamayı yeğlemek, gözüme, erdemin ayrıcalığı olarak görünüyor...” demek durumundayım. Neden mi?
İnsanoğlunun, konuşmaya başlamadan, önce dinlemeyi sonra düşünebilmeyi başardığını hatırlamak zorundayız. Üstüne, bir kez konuşmaya başladıktan sonra, bu aşamalar arasındaki bağı da hepten koparttığımızı itiraf etmeliyiz. Hemen hemen sadece boş zamanlarını müziğe ayırabilen bir hekim olduğu halde, “Rus beşleri” içinde hep özel bir yeri olduğuna inanılan Borodin’den, “Birkaç dilde susmasını bilirdi” diye bahsedenler, acaba bu ıskalanan beceriyi mi alkışlıyordu?
Bu satırların yazarı, mütevazı tercihinin, toplumda, öteden beri ciddiye alınmayan bir abartı olarak algılandığının farkındadır. Lâkin, yalnız kalmışlığını çok da önemsememektedir. Çünkü, kimsenin dil yeterliliğini tartışmak gibi bir niyeti yoktur. Aksine, satır aralarında, “suskunluğun büyüsü üstüne rastlantısal bir tefekkür” aranmasını diler.
Gerçekten, suskunluğunuzun, ne denli zengin ve etkileyici olabileceğini, öyle ya da böyle “suskunluğun bir tarihçesi” olduğunu düşünmek fırsatı buldunuz mu hiç? Çağlar öncesinden sessizliği yücelten Publius Syrus’un, “Her soru bir cevaba layık değildir” derken seçkinci davrandığını, ama soru ve cevap sahibine oldukça güçlü bir özeleştiri sorumluluğu yüklediğini fark ettiniz mi? Gerçek sessizlik, “kanat, rüzgar ve dalga sesi”nden ibaretse, yoksa siz de sessizlikten bir şeyler umma noktasına geldiniz mi?
Düşünmenin, iyi bir konuşmanın ön koşulu olduğunu hatırlandığında, susmak da düşünmenin ön koşulu olarak bir adım öne çıkartılabilir mi? Mümkündür; çünkü susmaya, başka boyutlarda, bilgelik ışığı bile atfedilir. Brahman, “İnsan, bilgi ve düşünceleri kelimelerle ifade edilemeyecek kadar yüksek olduğunda susar (susabilir). Çünkü söz sığ, sessizlik ise sonsuzluk kadar derindir...” diyor. Susmak ve susabilmek arasındaki ilişki, duymak ve anlamak, bakmak ve görmek arasındaki ilişkiden çok da farklı değil zaten. Bu bakımdan, “susabilme bilincini görmezlikten gelen bir konuşma özgürlüğü”nden söz etmenin tuhaflığına dikkat çekmek zorundayız.
Zihninizde “söylemek istediğinizi” kurgularken, aslında “ne söylüyor olduğunuzu” sorgulamaktan uzakta kalmanın, büyük bir tehlike olduğuna işaret etmek istiyoruz. Alıcının, vericinin söylediğini sandığı şey, “söylemek istenilen”den farklıysa, alıcının verici konumuna geçerek şekillendireceği “karşılık”, genellikle hayret uyandıracak kadar ilgisiz bir kimliğe bürünür. Oysa, “anlamak ve anlaşılmak kaygısı, bir bütünüdür.”
Hutbe kökünden gelir, “muhatab(p)” ve “kendisine söz söylenilen” demektir. Sözlüklerde, ikinci karşılığı ise, “karşılaşmak, karşı karşıya kalmak” anlamıyla verilir. “Onun davranışlarına ben muhatap oldum” şeklinde kullanılır cümle içinde.
TÜSİAD’ın “anlamak ve anlaşılmak kaygısı” taşımayan özensiz açıklamasına, eskiden “864 rakımlı tepe” dediğimiz mahalden, “anlamak ve anlaşılmak kaygısı” taşımayan sıradan bir yanıt geldi. Osmanlıca tartışılırken, kanaat önderlerimizin önce Türkçeyi öğrenmesi gerektiği anlaşıldı. Çünkü “ne” söylediğiniz değil, “nasıl” söylediğinizdi, incirin çekirdeğindeki...
Bu gerginlik bakalım nasıl sönümlenecek? Bir “özür” manşeti düşer mi dersiniz gazetelere?
Ülke çapındaki SİAD’ların tavrı ne olacak? ESİAD ne düşünüyor acaba? “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülemez” diyen Kaşgarlı Mahmut, (yine) haklı çıkacak galiba...

Yazarın Tüm Yazıları