Sedefli yazı…

Sıcak bir yaz günü… Sırtımızı dağlara yaslamışız, arkamız orman, bir yanda dere, önümüz sahil, ötesi deniz.. Akdeniz… Dalıp gitmişiz. Şnorkeller, deniz gözlükleri, paletliyiz. Belli ki buraları mercan kayalığıymış bir zamanlar, çünkü hala izleri var. Güzelim mercanlar, taşlar aleminin şeyhleridir onlar, yaşarlar, büyürler, velakin ölürler de.. Yazık ki hızla tükeniyorlar…

Haberin Devamı

Bir koca mavi yengeç kumları geveliyor ağzında, sonra renkli balıklar, akın akın yavrular ve resiften aşağı derin bir mavilik; sessizce gökte yüzer gibi hissediyor insan… Koca istiridyeler bir açıyor bir kapıyor ağızlarını. Sanki onların ağzından Şebusteri Hazretleri anlatıyor sedefin sırlarını:

“…Ben bir misal işittim; nisan günleri için / Bir sedef yükselirmiş yüreğinden denizin // Yükselirmiş geceler, deniz yüzeyine dek / Açarmış dudakların, bir damla bekleyerek // Ve deniz suyu semaya buğu olup ağar / O Hakk’ın emridir, yine ki emriyle yağar // Ne zaman bir, iki damla düşse ağzına / Bin kilit vurur sedef, her iki dudağına // Gönlü dolmuş ki derinler, döndüğü yer olur / Ah en derinlerde o katre bir gevher olur // Sonra biri dalar denizin en derinine / O kıymetli şeyi çıkarıp alır eline // Senin tenin sahil, varlığın deniz misali / Buharın feyzi Hakk’ın, yağmur esma ilmi // O geniş deryada ki dalgıç olan akıl var / Torbasında hep irfan cevherleri parıldar // Anla işte, o ilme nispetle ki gönül zarf / Ve o gönüldeki ilmin sedefi, sesle harf // Nefes şimşek misalidir; harfleri süpürür / Sesleri dinleyenin kulağına götürür / Sahildeki o sedefi kır, içini çıkar / Bırak zarfı, içinde güzel bir cevheri var…”…*

 

Haberin Devamı

Hiçbir alem yoktur ki içinde sakladığı cevher gönüldekine denk ola… “Balıkçının biri denizde bir şişe bulmuş ki içinden cin çıkar. Cin demiş; ‘üç dileğine çabuk ver karar’. Balıkçı ‘akıl’ dilemiş ilkin. Cin de dileğini gerçekleştirmiş vakit geçirmeksizin; ‘Şimdi söyle nedir ikinci dileğin?’ Balıkçı düşünmüş; ‘kafi bana bir dilek, insana akıl yeter de artar, bundan fazlası cana zarar”… Aklın kıt ise olursun budala, fazlasıyla da ukala… Halbuki derinler dalgıcı olsa idi balıkçı, bilirdi incinin kıymetini ve “aşk” dilemeden de göndermezdi şişe cinini.. Aşk gönülde bir cezbe hali Mevla’ya vardıran. Hakk yolunun olmazsa olmazı.. Nitekim o da nasip meselesi…

 

“Mürid(murad eden) iki türlü ilerler; biri seyr-ü süluk eder(yola girer) sonra cezbeye tutulur, diğeri evvela cezbeye tutulur sonra seyr-ü süluk eder” (Hz.Muhammed Parsa)

 

Haberin Devamı

Gönül o cezbeyle zapt olana dek masiva(dünya işleri, Allah’tan gayrısı) ona kolaylıkla hakim olabilir.. Aklımızdan/gönlümüzden geçenlere dikkat etmemiz gerektiğini hatırlatıyor akşamüstü orman içlerine yaptığımız yürüyüş; “Şimdi yaban domuzu görsek…” demeye kalmadan çıkıyor karşımıza hınzır. Neyse ki o bizden daha fazla korkuyor. Bağlanan bir hikaye var hatırladığım, o halde sizlere de anlatayım:

“Hintli gezginin biri Adem ile Havva’nın yediği yasak meyvanın ibretlik hikayesini hiç duymamış olacak, altında oturanın her düş(ündüğ)ünün gerçekleştiği ‘dilek ağacı’nı arıyordu. Gel zaman git zaman, araya sora bir beldeye vardı ki amacına yaklaştığını hissetmekteydi. Yolu üzerinde yorgunlukla bir ağacın gölgesinde azıcık kestirip dinlenmek istedi. Uykuya dalarken de içinden şöyle geçiriyordu ‘çoktandır doğru dürüst bir şey girmedi mideme. Şöyle güzel bir kuzu çevirme olaydı da yeseydim keşke’ Bizim gezgin nefis kızarmış et kokusuyla uyandığında bir baktı ki tam önünde ateşin üstünde dönen ağzına layık bir kuzu çevirme. Hemen başladı yemeye. Karnı doyunca geldi aklı başına, altında oturduğu o aradığı dilek ağacıydı. Bunun üzerine bir kahve keyfi iyi giderdi. Kahvesi elinin altında belirdi. ‘Üstüm başım pek eski püskü, yeni giysiler gerekli’ Anında göremeyeceği güzellikte giysilerle bezendi. Tatlı çekti canı, tatlı geldi. İçinden fakirlikten kurtulmak geçti, küp küp altın önüne serildi. Yalnızdı, kendine güzel, hoşsohbet, bir dediğini iki etmeyecek bir kadın istedi. Ve işte huri gibi bir dilber yanında bitiverdi. Keyfine diyecek yoktu, yeme içme derken üzerine tatlı bir rehavet çökmüştü. Tam uzanacak tekrar ağacın gölgesinde, aklına düştü; şimdi burada herşeyi berbat edecek bir kaplan olmasındı. Keskin dişleri, koca pençeleriyle o kaplan bir anda burnunun dibinde bitiverdi”…

Haberin Devamı

Burada kaplan kibirdir; adamımız nefsine hakim olup da kemali bulmadan istedi de istedi, had bilmedi. Zihni saf değildi, azgın nefsi onu zehirledi. Hem kerameti kendinden bilmekle aslına ihanet etti. Böylece nimetleri zayi, vay ki kendini de parçaladı, berbad etti!

 

Gönülde “Hüda aşkı” tahtına oturmamışsa, akıl nuru zihin ile kalbi bağlamamışsa, o serseri düşünceler insanı vezir de edebilir rezil de. Dileklerimizin hayırlı olup olmadığını dahi bilemeyebiliriz Hakk rızası için dilemedikçe. Gönül o cezbeye bir kapıldı mıydı, derlerki “Cemal”i görür olur her yerde. Meczup olmak istemeziz ancak cezbesiz de olmuyor. Bilmem sınır nerede?

“Döpiyesiyle alımlı bir hanım boyacı sandığına koydu ayağının birini, ayakkabısını boyatacaktı. Oradan geçmekte olan bir meczup da bu manzarayı görünce cezbeye geldi, dayanamadı. Koştu “Allah” diye, o güzel kadının bacaklarına sarılacaktı. Bir anda ortalık karıştı. Kadın şikayetçi olmuştu, inzibat adamı tuttuğu gibi karakola aldı. Komiser babacan bir adamdı, güzelim pala bıyıkları vardı. Odaya girer girmez bizimkiler, meczup yine kendini tutamadı ve kimse müdahale edemeden “Allah” deyu komiserin bıyıklarına dalıp öpmeye başladı. Anlamışlardı; meczup her güzellikte sahibini anar, andıkça coşar, kendini tutamazdı. Tabi kadıncağız şikayetini geri aldı”..

Haberin Devamı

Hakk cemali görmek için aklını bedel olarak vereni ola ki sahibi akılalmaz biçimlerde kollar. Meczuplara ehliyet de sorulmaz, kusur da bulunmaz. Keza aşıklarda edebin bildiğimiz gibisi aranmaz. Aslen aşk baştan sona edeptir. Ancak aşıklar bilir. Ve edeple gelen lütufla gönderilir…

 

İşte doğa da böyle. İbret alsan, ola ki hidayet vesilesidir; Yıldızlar, dumanlı dağlar, yazın yağan yağmurlar, dalgalı deniz derininde engin bir sükuneti saklar. Ağaçtaki kalp yapraklı saçaklar, bir anda başını arılar sarar. Bir akrep çıkar kuytudan, bir yavru ördek kayıp anasına ağlar. Ay aynadır, güneşi bilmeyen ışığını kendinden sanar. Hepsi bir edep üstüne, bu halden akıllı(!) aşıklar anlar. Kah hayret ile, kah haşyet ile.. Ona da tapar, buna da tapar. Aslında hep Allah’ı(cc) anar. Şikayet de edemez böylesi, şükrünü daim Rabbine yapar.. Bir tatlı meltem eser Akdeniz’den, sahilde bir kırık sedef parçası parlar, garip Musa selamı sona saklar. Huu

 

Haberin Devamı

Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİ

 

* Şebusteri Hazretleri’nden aktarılan bölüm için “Gülşen-i Raz - Litera Yayıncılık / Rafet Elçi” çevirisinden faydalanılmıştır.

Yazarın Tüm Yazıları