Sınıfta kalan Milli Eğitim Bakanı

MİLLİ Eğitim sistemimizin tam anlamıyla bir çöküş içinde olduğu gerçeği, bir kez daha yüzümüze tokat gibi çarpıldı.

Haberin Devamı

Nuran Çakmakçı’nın, Hürriyet’te dün ve bugün yer alan haberleri, bu acı gerçeği anlatıyor.

Geçen yıl öğretmen olmak için sınava giren adaylardan 27 bin 863 matematik öğretmeni, 50 sorudan ortalama dokuzunu doğru yanıtlayabildi.

Fizik öğretmenleri 50 sorudan 15 soruya, kimya öğretmenleri ise 50 sorudan 17 soruya doğru yanıt verebildi.

Diyebilirsiniz ki “Bunlar öğretmen adayları, sınavı geçemedilerse zaten öğretmen olamazlar”.

O kadar iyimser olmayın. Daha önce bakanlığın, okullardaki boş müdür yardımcılıkları kadrosu için açtığı sınavda 54 bin 611 öğretmenden 43 bin 790’ı, Türkçe, inkılap tarihi ve genel kültür soruları sorulan sınavda yüzde 5 başarı elde edebilmişti.

Geçtiğimiz yıl YGS’ye giren öğrencilerin 32 bini tek bir soruya bile doğru yanıt verememişti.

Sınava girenlerin dörtte biri, 10 üzerinden 3.6 alabilecek kadar doğru yanıt işaretlemişti.

PISA sonuçlarına göre 72 ülke arasında Türkiye, matematikte 49. sırada. Fen bilimlerinde 52., okuduğunu anlamakta 50. sırada. Üç yıl önceki sınava göre 10 sıraya varan gerileme içindeyiz.

Bütün bunları tek bir fotoğraf içine yerleştirdiğimizde gördüğümüz şey, Milli Eğitim sistemimizin tam anlamıyla dibe vurmuş olduğudur.

Elbette bu berbat tablonun sorumluları arasında geçmiş hükümetlerin doğru dürüst bir eğitim politikası ortaya koyamamış olmaları da var.

Ama herhalde birinci sırayı da 15 yıldır tek başına iktidarda olan AKP hükümetlerine vermeliyiz.

Bu süre içinde 6 ayrı AKP milletvekili Milli Eğitim Bakanlığı yaptı.

Her gelen bir öncekinin sınav sistemini değiştirdi. Ortak yaptıkları tek şey, eğitimin dini temellere oturmasını sağlamak, düz liseleri ve ortaokulları da imam hatip okullarına çevirmek oldu.

Ve geldiğimiz nokta, tam bir iflas noktası.

Sınıfta kalanlar, ne öğretmenler, ne de çocuklar. Sınıfta kalan, Milli Eğitim bakanlarından başkası değildir.


ÖRTÜLÜ ÖDENEK DE UÇTU GİDİYOR
TBMM Başkanlık Divanı’nın CHP’li kâtip üyesi Elif Doğan Türkmen’in, 13 ayda 2 milyon lirayı aşan iletişim ve haberleşme giderleri tartışma yarattı.

Başkanlık Divanı, gelecek hafta bir toplantı yapacak ve Meclis’teki makam sahiplerinin harcamalarını değerlendirecek.

Seçmenlere yollanan mesajları, makam araçlarıyla yapılan gereksiz gezileri vs böylece öğreneceğiz.

Toplumumuzda da görebildiğim kadarıyla bu konuda ilginç bir hassasiyet belirdi.

Yeri gelmişken, örtülü ödenek ne durumda aslında onu da tartışmalıyız.

Gerçi bunu kanunen yapamayız ama örtülü ödenek harcamalarındaki aşırı artışa karşı bir hassasiyetimiz de olmalı, değil mi?

Biliyorsunuz 2015 yılının nisan ayından beri örtülü ödeneğin artık iki sahibi var: Cumhurbaşkanı ve Başbakan.

Aradan geçen bir buçuk yılda bu iki makamın yaptığı örtülü ödenek harcamasının toplamı 3 milyar 332 milyon liraya ulaştı.

Yaklaşık 850 milyon dolar gibi bir tutar!

Gerçi, Cumhurbaşkanı’na bu harcamaya ortak olma yetkisini veren “torba yasa maddesi”, Anayasa’ya aykırıydı.

Bir düzenleme yapılacak ise bu Bütçe Kanunu’nun içinde yapılmalıydı ama Anayasa Mahkemesi, oybirliğiyle “Bütçe Kanunu’nu boşverin” anlamına gelecek bir karar aldı, durumu hukukileştirdi.

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasının en önemli unsuru sayılması lazım gelen “bütçe hakkı” da böylece bir kenara atılmış oldu.

Yeri gelmişken, kamu kurum ve kuruluşlarına alınan lüks otomobillere de bir bakmakta yarar var.

Bir de Diyanet İşleri Başkanı’na alınan lüks otomobil vardı, KDV dahil 1 milyon 6 bin 641 lira 64 kuruşa mal olan.

“İade edeceğiz” demişlerdi, ne oldu, para geri alınabildi mi satıcıdan?


O ZAMAN 'TEK BAŞLILIK' YOK MUYDU?
BAŞBAKAN Yardımcısı Numan Kurtulmuş bir laf etti, o günden beri onu toparlamaya çalışıyor ama her seferinde yine açıklamak zorunda kalacağı bir başka söz ediyor.

Siyasetçilere ders olmalı: Aklınıza ilk geleni söylemeyin!

Dün verdiği demeçte de şöyle diyordu:
“Referandumdan ‘Evet’ çıkarsa yürütme çift başlılıktan kurtulacak. Terörle mücadelede çok daha etkin karar alma mekanizmaları ortaya çıkacak. ‘Önceden terörle mücadelede zayıftık, ‘Evet’ çıkarsa güçleneceğiz’ demiyorum ama ‘Evet’ çıkması milletimizin hükümetin verdiği kararlara destek olduğu anlamına gelecek.”

Kurtulmuş, aynı demecinde Türkiye’nin başındaki iki terör belasından söz ediyordu: Biri IŞİD ki o DEAŞ diyor, diğeri PKK.

Merak ettim, barış sürecinde PKK’nın kentlerde cephanelikler kurmasına, valilerin askere operasyon izni vermemesine, PKK’nın bölgede rahatça at koşturmasına neden olan şey, “yürütmenin çift başlılığı” mıydı? Suriye’de, Esad’ı devirmek için cihatçı militanların Türkiye sınırını yolgeçen hanına dönüştürmesine göz yumulduğunda, “yürütmede çift başlılık” mı vardı?

Hayır yoktu. Cumhurbaşkanı ile Başbakan sonsuz bir uyum içindeydi.

O kararlar, parti liderlerine esir olmamış bir Meclis’te tartışılabilseydi, bu tür kararları “yürütmedeki tek baş” vermeyip, Meclis’e ve kamuoyuna kulak verseydi, böyle mi olurdu?

“Suriye politikası başından beri yanlıştı” sözleri kendisine ait. O yanlış politika uygulanırken, yürütmede çift başlılık filan yoktu.

Bir kişi karar veriyor, herkes baş sallıyordu.

Şimdi nasıl olacak da yürütmede tek başlılık sağlanınca, terörle mücadelede etkin karar alma mekanizmaları kurulacak?

Yazarın Tüm Yazıları