Sebebi koparılan çiçekler!

Ortega y Gasset, insanların seçimleriyle, kişiliklerinin temel özelliklerini ortaya koyduklarını yazıyordu. Eski sevgiliyi ‘arıza’ olmakla suçlarken acaba kendimize de dönüp bir bakmamız gerekiyor mu? Arıza tiplerin çekimine karşı koyamama sebebimiz, bizim de arızalı olmamız mı? Düşünürken başlıkta yazan Sertab Erener şarkısını da dinleyin isterseniz...

Haberin Devamı

Eskiden de böyle miydi, bilmiyorum. Böyle olma olasılığı çok yüksek tabii.
Bilmiyor olmamın nedeni, bu tür konuların eskiden uluorta konuşulmasının ayıp sayılmasıydı sanırım. Kol kırılıyor, yen içinde kalıyordu ama şimdi öyle olmuyor, konuşuluyor.
‘Arıza’ kadınların ve erkeklerin, kendilerine âşık ettikleri kişilerde bıraktıkları izlerden söz ediyorum.
O izlerle yaralanan yüreklerden yükselen feryatları artık duyabiliyoruz.
Dertlerini gazetelerin magazin eklerine anlatamayanlar, içlerinde kopan fırtınalarla kendi başlarına mücadele etmeye çalışırken, tanınmış kadınların ve erkeklerin çektiklerini okuyor, öğreniyor ve ders alıyorlar!
Acaba? Böyle bir konuda ders almak mümkün mü?
Sebebi koparılan çiçekler
Charlize Theron’un dediği gibi ‘geride kalmış zor erkek arkadaşlardan sonra’ insan beğenilerini vs. değiştirip huzur içinde başını yaslayabileceği bir göğüs bulabilir mi?
Konuyu saksağanın kuyruğu gibi haftalardır uzatıyorum belki ama bu iş önemli!
2023 hedeflerimize doğru doludizgin giderken, eğer sokaklarda kutlama yapanların sıktıkları kurşunlara kurban gitmezsek, memleketin güzel kızlarının ve yakışıklı erkeklerinin bir bölümü de bu nedenle telef olacak çünkü.
Akıldışı bir güdü
Alman filozof Arthur Schopenhauer’den daha önce de söz etmiştim.
Flört edecek kızlar arayan arkadaşlarına, “Hayat o kadar kısa, tahmin edilemez ve uçucu ki böyle büyük bir çaba göstermeye hiç değmez” dediğini sizlere aktarmıştım.
19 yaşındayken, kendisinden 11 yaş büyük Karoline Jagemann’a âşık olmuştu.
Bu aşkın Arthur’un ruhunda yarattığı erotik kargaşanın ruhsal ciddi problemlere neden olduğunu ve belki felsefesinin şekillenmesinde de rolünün olduğunu buraya not ediyorum ki birazdan anlatacaklarımı okurken aklınızın bir köşesinde bu da bulunsun (Yolunuz düşerse ve meşhur ölülerin mezarlarını görmeye merakı olanlardansanız Frankfurt Şehir Mezarlığı’nda yatıyor. Böyle büyük bir şöhrete, bu kadar sade bir mezar taşını daha önce görmemişsinizdir).

Schopenhauer’in ‘Aşkın Metafiziği’ isimli denemesi, geçenlerde bir kitap olarak Türkçede bir kez daha yayımlandı (Çeviren: Veysel Atayman, Ayrıntı Yayınları, Felsefe Dizisi).
Bu denemesinde Schopenhauer, (cinsel) aşkın insan doğasındaki en güçlü itki olduğunu savunuyor.
‘Kendini koruma güdüsü’nün daha güçlü olduğu söylenir hep ama o böyle düşünmüyor.
Ve bu öyle bir güdü ki akıldışı! Bu yüzden ona karşı koymakta güçsüz kalıyoruz ve onun yol açtığı acılarla baş başa kalıyoruz.
Sonsuz acıların kaynağı aşk
“Werther’ler, Jacopo Ortis’ler sadece romanlarda yaşamazlar; Avrupa’da her yıl bunların en azından yarım düzine örneği ortaya çıkmaktadır. Sed ignotis perierunt mortibus illi (Ne var ki nasıl öldüklerini kimse bilmiyordu); çünkü onların acılarını gazete habercilerinden başka kayda geçirecek bir resmi tarihçi yoktur. Ne var ki İngiliz ve Fransız gazetelerindeki polisiye haberlerin okuyucuları, bilgilerimin doğruluğuna tanıklık edeceklerdir” diye yazıyor.
Buna biz de tanıklık edebiliriz; hem gazetelerin üçüncü sayfaları, hem magazin ekleri bu haberlerden geçilmiyor.
Schopenhauer’in düşüncesinde, ‘gerçeklik’ iradeden ibarettir. Akıldışıdır, bilinçsiz bir öze sahiptir.
Bu denemesinde de doğal olarak ‘çerçeve’ bu.

Aşk, esasen akıldışı bir durum ve karşı koymakta güçsüz kaldığımız sonsuz acıların da kaynağı.
Âşık olduğumuzda büyük bir hazla duygularımızın tatmin olduğunu düşünüyoruz ama herhangi bir ders çıkarmak yerine ‘aptallığımızı’ sürdürüyoruz.
Tıpkı servet ve şöhret gibi!
Bunları ne kadar çok elde edersek edelim hep daha fazlasını istiyoruz. Ama bu isteğimizi yerine getirmek de istediğimiz derecede zor! Bunun için sürekli bir memnuniyetsizlik ve tatminsizlik duygusu içinde adeta boşlukta yaşamaya başlıyoruz.
İşkence döngüsü
Toprağı bol olsun; Schopenhauer, doğa bilimleriyle de ilgilenir ve en çok köstebeklerin yaşamına ilgi duyarmış.
Bu çirkin, yavruları küçük kurtçuklara benzeyen, yaşamı boyunca toprağın altında tüneller kazıp güneşe çıkamayan hayvanı neden bu kadar dikkatle izlediğini şöyle anlatıyor:
“Hayatı boyunca yaptığı tek iş, kürek gibi kullandığı kocaman önayaklarıyla durup dinlenmeden toprağı kazmak. Karanlıklar içinde yaşıyor, zayıf gözleriyle ışığa bakamıyor. Bunca sıkıntı çektiği, keyiften yoksun bir yaşantı ona ne veriyor? Hayatın getirdiği kaygılar ve sıkıntılar ile hayattan elde edilen fayda arasında çok büyük bir uçurum var.”
Aşkı da böyle görüyor zaten.
Bir işkence döngüsüne saplanmışız ve bizi bu döngüye kaptıran şeye karşı büyük bir arzu duymaya da devam ediyoruz.
Schopenhauer’in dünya görüşüyle mutabık olmadığımı belirteyim ama acaba diyorum, sürekli birbirinin benzeri arıza tiplerden yakınıp yine de onlara âşık olmaya devam edenlerin sorunu bu mu?
“Birbirlerini en çok büyüleyenler, birbirlerini en çok tamamlayanlardır” derken haklı mı?

Ortega y Gasset, insanların seçimleriyle, kişiliklerinin temel özelliklerini ortaya koyduklarını yazıyordu.
Eski sevgiliyi ‘arıza’ olmakla suçlarken acaba kendimize de dönüp bir bakmamız gerekiyor mu?
Arıza tiplerin çekimine karşı koyamama sebebimiz, bizim de arızalı olmamız mı?
Düşünelim bakalım. Düşünürken bir de şarkı dinleyin isterseniz.
Soner Sarıkabadayı’nın söz ve müziğiyle Sertab Erener’den geliyor: “Ben yazdım kadere hüznü, perişanı / Sonu gelmez yine de bitemez ümitler / Ama yoksa bahçemin eski şanı / Sebebi koparılan çiçekler.”

Yazarın Tüm Yazıları