O unvana yazık oluyor!

SİYASAL Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra kısa bir “akademik” deneyimim olmuştu.

Haberin Devamı

Öğrenciyken başladığım gazeteciliğe, Adana İTİA’nın “iktisat kürsüsünde” asistanlık sınavı kazandığım için veda edip “akademisyen” olmaya karar vermiştim.
Önümdeki “rol modelleri” şahaneydi çünkü.
O zaman doçent olan rahmetli Ahmet Taner Kışlalı ve bugünkü insan olmamda büyük paya sahip rahmetli Prof. Dr. Kurthan Fişek ile Yankı dergisinde birlikte çalışmıştım.
Kurthan Hoca için “Kankamdı” da diyebilirim, o kadar yakındık.
O tarihte doçent olan rahmetli Ünsal Oskay’ın da “sürekli eğitimi” altındaydım.
Altı ay içinde gazeteciliğin bana daha uygun bir iş
olduğuna karar verip yine Yankı’ya Mehmet Ali
Kışlalı
’nın “tedrisatına” döndüm ama ciddi akademisyenlere sahip olmanın, bir toplum için ne kadar önemli olduğunu biliyordum, hâlâ da öyle düşünüyorum.
Bu nedenle Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Başbakan olduğu zaman ideolojik olarak tamamen zıt kutuplarda olmamıza rağmen ümitlendiğimi de söylemeliyim.
Evet, onun Panislamist fikirleriyle, dünya görüşüyle ve temsil ettiği siyasi akım ile mutabık değilim ama “Ciddi bir akademisyen, belki memleketin siyasi havasına da böylece bir kalite gelir” diye ümit etmiştim.
Ama önceki gün Diyarbakır’daki ucuz hamaset gösterisini izleyince hayal kırıklığım bir kat daha arttı.
Anadolu’yu bir arada tutacak şeyin “İslam mayası, tevhit mayası” olduğunu söylemesini anlayabiliyorum.
İdeolojik olarak buna inanıyor, tartışabilirim ama söylediklerini anlayabilirim.
Ama “28 Şubatta hilal İslam’ı temsil ediyor diye hilali bayraktan kaldırmak isteyenler çıktı” sözünün neresinden tutayım?
28 Şubatçıların hiçbir eylemleriyle mutabık değildim, o dönemde yönettiğim Radikal gazetesi ve yazdığım yazılar arşivlerde duruyor.
Onun için rahatça söyleyebiliyorum ki Başbakan’ın sözünü ettiği talebi hiçbir ciddi kaynaktan duymadım, okumadım.
Öyle görünüyor ki Başbakan da, adının önündeki “prof. dr.” unvanına rağmen, taşra politikacıları gibi aklına ilk gelen palavrayı kolaylıkla sallayabiliyor!
Bu oya döner mi diye sorarsanız, evet dönebilir, bizim ülkemizde insanlar buna inanabilirler. Nelere inanmıyorlar ki?
Ama o unvanı kazanmak için harcanan senelere yazık oluyor, onu söylemek istedim!

Haberin Devamı

Bir ‘ikinci yol’ mümkün mü?

Haberin Devamı


EKONOMİK
krizlere karşı dünya kapitalist sisteminin ürettiği çözümün ne olduğunu en iyi bilen ülkelerden biriyiz.
Toplumun bir parçasına şu düşer: Kemerler sıkılacak, ücretler azalacak, sosyal yardımlar minimum düzeye inecek vs.
Öteki parçaya ise şu: Bankalar kurtarılacak, şirketlerin borçları ötelenecek vs.
Krizin faturasını, o faturanın doğmasından sorumlu olanlar değil, çalışanlar, dar gelirliler, emekliler, esnaf öder!
Sosyalist iktisatçılar bir ikinci yol da olduğunu hep söylediler ama iktidarda onların sesini duyabilecek siyasi akımlar olmadığı için kendileri çalıp kendileri dinlediler.
Şimdi Yunanistan’da bir “alternatif” iktidar var.
Bakalım, ekonomik krizlerden kurtulmak için ikinci bir yol olduğunu söyleyenler ne kadar haklı çıkabilecekler?
Bakalım, hem demokrasinin içinde kalıp hem kapitalist sistemden kopmadan bu sorun ile mücadele edebilecek reçeteler ne kadar uygulanabilecek?

Haberin Devamı

İşkenceye ‘basit yaralama’ muamelesi

BİR ülkede işkence ve kötü muamelenin önlenmesi, sadece kanunlarla mümkün olamaz.
Eğer mümkün olabilseydi, bizim ülkemiz de dahil olmak üzere birçok memlekette bunu başarmak mümkün olabilirdi.
Önemli olan bu yasaları uygulayacak olanların işkence ve kötü muamele karşısındaki tutumlarıdır.
Kamu yöneticileri buna ne kadar müsamaha gösteriyorlar?
“Adamlarını” koruma refleksi ile mi hareket ediyorlar, yoksa kanunların uygulanmasında ısrarcılar m?
Yargıçların işkence ve kötü muamele karşısındaki tutumları nedir? İşkenceye karşı yasaları uygulamak konusunda istekliler mi yoksa onlar da “devleti koruma” refleksi ile mi hareket ediyorlar?
Bizim ülkemizde işkence ve kötü muamele, işte bu nedenle önlenemiyor. Amirleri, emirleri altındaki işkencecileri koruyorlar, yargının koruma şemsiyesi de bu düzeni tamamlıyor!
Milliyet’te Kemal Göktaş, bununla ilgili ilginç bir derleme hazırladı.
Bakın, Yargıtay’ın kararlarıyla “işkence” olarak tanımlanan eylemler, mahkemelerce nasıl “basit yaralama suçu” olarak değerlendiriliyor ve işkenceciler cezasız kalıyor:
-Ali İsmail Korkmaz’ın, sokak ortasında sivil polisler ve esnaf tarafından linç edilerek öldürülmesi “yaralama suçu” kapsamında gördü. Oysa Yargıtay sokak ortasında copla dövülen ve arabada yumruklanan kişinin dahi işkence gördüğü sonucuna varmıştı.
- İzmir Karabağlar Polis Merkezi’nde polislerin dakikalarca dövdüğü kadın ile ilgili dava önce “yaralama” suçundan açılmıştı. Ancak polis bilirkişisinin görüntülerdeki işkence fiillerini tutanağa almadığı ortaya çıkınca mahkeme görevsizlik kararı vererek dosyayı işkence suçundan ağır ceza mahkemesine gönderdi. Burada da savcı suçun “yaralama” olduğunda ısrar etti.
-Taksim Polis Merkezi’nde dalağı patlayana kadar dövülen Nezir Çirik davasında savcı, “İnsan onuru ile bağdaşmayan, kişilerin aşağılanmasına yönelik davranışlar içermediğinden işkence sayılmaz” gerekçesiyle yaralama suçundan ceza verilmesini istedi. Polisler yaralama suçundan mahkûm edildiler, hapiste yatmaktan kurtuldular.
-Beyoğlu Polis Merkezi’nde, bir bar çalışanını döven polis “basit yaralama” suçundan mahkûm edildi. Yargıtay, suçun işkence olduğunu belirterek kararı bozdu.
-Antalya’da Gezi protestoları sırasında polis şiddetinden kaçarak otoparka sığınan 3 genci darp eden polisler için “basit yaralama”dan ceza istendi.
Liste böylece uzayıp gidiyor, hepsine yer veremiyorum.
Savcılarımızın ve yargıçlarımızın, insan onurunu zedeleyen bu suçu böylesine basitleştirme eğilimlerini bir kez daha sorgulamaları gerekiyor.

Yazarın Tüm Yazıları