Kendini bu kadar büyütme!

GAZETELERİN magazin ilavelerini ve magazin dergilerini izliyorsanız, “yakalanan” meşhur kişilerin davranış biçimleri ile ilgili bir fikriniz de var demektir.

Haberin Devamı

İzlemeyenler için kısaca anlatayım önce.
Bu şöhretli kişiler, İstanbul’un tanınmış ve kalabalık mekânlarında geziyorlar, yiyorlar, içiyorlar.
Magazin muhabirleri içinde en zor koşullarda çalışan “gececi” arkadaşlarımızın işi de herkesin gezip dolaştığı bu yerlerde tanınmış insan “avlamak”!
“Avlamak” deyimi biraz kaba kaçıyor farkındayım ama yapılan işe kısaca bu ismi verebiliriz.
Kimse vurulmuyor ama sonuç olarak fotoğraf makinesinin deklanşörüne basılıyor ki buna İngilizce “vurmak” anlamına da gelen “shooting” deniliyor.
Film oyuncuları, tiyatrocular, ne iş yaptıklarını çoğu zaman bilmediğimiz magazin şöhretleri karşılarında “avcıları” görünce değişik bir ruh durumuna giriyorlar.
En yaygın olanı, birlikte olduğu kadının ya da erkeğin yanından hızla uzaklaşmak, başka bir araçla oradan toz olmak.
Daha kaşarlanmış olanlar gazetecilere bağırıp çağırmayı, tehdit etmeyi filan tercih ediyorlar.
Ama sonuç değişmiyor tabii, fotoğrafları çekiliyor, ortada “kaçak–göçek” birşeyler olduğu da tavırlarından hemen anlaşıldığı için ertesi gün magazin eklerindeki ya da dergilerindeki “yerlerini alıyorlar”.
Bu kahramanların ezici çoğunluğu genç, bekâr insanlar.
Herkese açık ortamlara birlikte gidiyorlar ama gazetecilere de yakalanmak istemiyorlar.
Acaba bulundukları durumu “Şüyuu vukuundan beterdir” diye mi değerlendiriyorlar diye merak ediyorum.
Osmanlıca öğreniyoruz ya, bu deyim de günümüz Türkçesinde şu anlama geliyor: Duyulması, gerçekleşmesinden kötüdür!
Yani birlikte olmaya itirazları yok ama bunun duyulmasını da istemiyorlar gibi bir durum bu.
İşte bunu çok yadırgıyorum!
Bunun utanılacak nesi var? Utanılacak bir iş ise niye yapıyorsun? Utanılacak bir ilişki içindeysen, niye herkesin içine çıkıyorsun?
Geçenlerde böyle bir durumda yakalanan genç bir oyuncu, gazetecilere şöyle demiş: “Benim karıyla kızla işim olmaz!”
Başlığı görünce “Belki eşcinseldir, onun için kaba bir ifadeyle de olsa öyle söylemiştir” diye düşündüm ama belli ki öyle bir durum da yok!
Bunu niye yapıyorlar, daha sonra birlikte oldukları kızların ya da oğlanların yüzüne nasıl bakabiliyorlar, ayrı bir mesele!
Sen beni iki tane fotoğraf makinesi gördün diye gece yarısı sokağın ortasında bırak, git.
Sonra utanmadan o bırakıp gittikleri kızları ya da oğlanları yeniden arayabiliyorlar mı? Arıyorlarsa ne diyorlar, nasıl özür diliyorlar?
Gerçekten merak ediyorum.
Merak etmekle kalmıyor, biraz araştırıyorum da!
Birlikte olduğu insanı, böyle bir durumda yüzüstü bırakıp gittiklerine göre duygusal açıdan “soğuk” olmalılar.
Özgüvenleri yoktur, güçlü sevgi duyguları bulunmamaktadır, kendilerini güçsüz ve savunmasız hissettikleri için de bırakıp kaçarlar.
Bütün o afra tafraları, “şöhretli insan” bakışları ve duruşları, Fransızların “cache–misere” dedikleri durumdan kaynaklanır.
Yani, aslında yırtık pırtık iç çamaşırlarını gizlemek için güzel görünümlü elbiseler giymişlerdir, Fransızca bu deyim, bu anlama geliyor.
Üstünlük duyguları, bilinçaltındaki bir suçluluk duygusundan beslenir, onun yetersizliğini örtme çabası içindedirler.
Kendilerini bırakmaktan, teslim olmaktan korkarlar.
Oysa, bir kadına ya da bir erkeğe aşkla bağlı olmaktan daha değerli ne olabilir insan hayatında?
Rahat ol, madem bir ilişkiye girmişsin, onun tadını çıkar.
Bakın Ozan Güven ile Meryem Uzerli ya da Cem Yılmaz ile Ayşe Hatun Önal kaçtılar mı?
Kaçmadılar, çünkü utanılacak bir iş yapmıyorlar, bunun farkındalar.
Sorun, bu tür davranışlar içinde olan kişilerin kendilerini “oyunun merkezine” koymak istemeleridir.
Kendilerini sadece bağımsız hissetmekle kalmazlar, önemli hissetmek, oyunun başrol oyuncusu olmak isterler.
Oysa birisini gerçekten seviyorsanız, oyunun da hayatın da merkezi o olur sizin için, kendiniz değil.
Eğer bunu yapamıyorsanız, zaten o kadar da sevmiyorsunuz, sevemiyorsunuz demektir.
Theodor Reik, size bu köşede daha önce de sözünü ettiğim kitabı “Aşk ve Şehvet Üzerine–Romantik ve Cinsel Duyguların Psikanalizi” (Say Yayınları, Çeviren: Ali Kılıçlıoğlu) isimli kitabında, sevgi veremeyen insanların, kendilerini de sevilmeye layık bulmadıklarını yazıyor.
Bunu aşabilmek için de kişinin önce kendisini “bağışlaması”nı öneriyor.
Yani önce kendinle barışık olacaksın ki, sonra başkalarını da sevebilesin.
Elbette bir genelleme yapmak da istemem.
“Bütün genellemeler yanlıştır” diye düşünürüm ki aslında bu cümle bile bir genelleme!
Genellemiyorum, bu tür davranışlar içinde olanların hepsinin kendileriyle ilgili psikolojik sorunları vardır, demiyorum.
Kim bilir, belki bazıları “öğrenilmiş davranışları” tekrarlıyordur.
Yani “Madem magazin muhabiri görünce kaçılıyor, o halde ben de kaçmalıyım” gibi bir düşünce içine de giriyor olabilirler.
Sözüm onlara değil tabii.
Ama bu refleksi gösterenlere en azından şunu önermek isterim ki, bu tür davranmak birlikte olduğunuz insana karşı en hafif deyimle “terbiyesizlik” sayılır, yapmayın bunu.
Şöhretin keyifli yönleri olduğu kadar maliyetleri de vardır, bunu da öyle değerlendirin, geçin.
Aklınızda bir Yahudi atasözü olsun: “Kendini bu kadar büyütme, o kadar küçük değilsin!”

Yazarın Tüm Yazıları