Mehmet Y. Yılmaz

‘Ne kadar hoşsun’ demeden önce düşün!

14 Ocak 2018
Film endüstrisinde kadınlara taciz olayları üst üste açığa çıkınca başlayan süreç hakkında Catherine Deneuve de fikir beyan etti. Bir mektup yazarak son durumu ‘cadı avı’na benzetti. Peki gerçekten öyle mi?

Catherine Deneuve, film endüstrisinde kadınlara cinsel taciz olaylarının kurbanlarca açığa çıkarılmasından sonra başlayan süreç için ‘cadı avı’ benzetmesi yaptı. ‘Erkeklerin kadınlara asılmakta serbest olmaları gerektiğini’ savundu. Bu görüşleri içeren ve 100 kadın tarafından imzalanan bir mektup, Le Monde gazetesinde yayımlandı.
Mektupta ‘Birisini ısrarla baştan çıkarmaya çalışmak suç değildir’ tespiti yapılıyor. “Özetle erkekler cezalandırılıyor, yaptığı sadece birinin dizine dokunmak ya da bir öpücük almak olsa da işlerinden oluyorlar” deniyor. ‘Cadı avının cinsel özgürlüğü tehlikeye düşürdüğü’ belirtiliyor.

****

Mektubun yayımlanmasından sonra ‘erkek’ cephesinde bir sevinç dalgası sezdim. Gazetelere de yansıyan görüşler ‘çok yaşa Catherine’ havasında. Buna karşılık kadın cephesinde bir öfke tonu var. Catherine Denevue neredeyse ‘cinsiyet haini’ ilan edilecek.
Elbette, ne bu mektubu sevinç çığlıklarıyla karşılayanlar tacizci ne de kadınların böylesine bir hayal kırıklığına uğramaları gerekiyor.

Kadın cinsinin kuyruğu yoktur

Kesin olan şu ki, güzel dünyamızın Kuzey Amerika kıtasında yaşayanların uçlarda gezinmek gibi bir alışkanlıkları var. Çocuk parkında sevimli bir yumurcağın başını okşamanız bile ‘çocuk tacizcisi’ damgasını yiyerek senelerce hapislerde sürünmenize neden olabilir.

Yazının Devamını Oku

Mutluluğun formülü çok açık

7 Ocak 2018
“Mutluluğu tarif et Abidin” denildiğinde aklımıza çiçekler, böcekler, uçuşan kalpler filan geliyor ama zorluklara karşı mukavemet direnci, mutlu olmanın ilk adımı sanki.

Hayır, bu başlıktan sonra “Bir sen, bir ben, bir de bebek” diye devam etmeyeceğim!

Kuşkusuz ki mutlu olmak için önce bir tane ‘sen’ ve bir tane de ‘ben’ gerekiyor ama arada bebek olmadan da mutlu olanların bulunduğunu biliyorum.

Hürriyet Pazar için bu haftaki yazıma başlamak üzere bilgisayarımı açtığımda, günaha girmeyi ve cehennem ateşlerinde kavrulmayı göze alarak satın aldığım piyango biletlerini hatırladım.

Yazıyı boş verdim, Milli Piyango’nun internet sitesini açtım, çekiliş sonuçlarını sorgulama bölümüne geçtim.

Bilet paraları boşa gitti

Heyhat, bilet paraları boşa gitti.

Elimdeki biletlere kaç para verdiğimi hesaplamaya çalışırken kızım Yasemin aradı, durumu ona da açıkladım.

“Şimdi sen buna üzülmüşsündür” dedi.

Yazının Devamını Oku

‘İçimdeki çocuk’ bir ‘kes-yapıştır filozofu’na dönüşürken

31 Aralık 2017
Virginia Üniversitesi’ndeki güneş saatinin üzerinde şöyle yazılıymış: “Zaman, bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı, yas tutanlar için çok uzun, sevinenler için çok kısadır. Ama sevenler için sonsuzluktur.” Yeni bir sene başlarken bu güzel sözü buraya ‘yapıştırıyor’ ve geçmişle gelecek arasında küçük bir muhasebeye girişiyorum.

Bir yıl daha bitiyor ve cep telefonuma yağan mesajlar, gazetedeki posta kutumu dolduran e-postalar, Instagram’da takip ettiğim kişilerin gönderileri bu gerçeği kafama bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha çakıyor. Herkeste bir bilgelik havası var. Anlamlı sözler, güzel fotoğrafların üzerine yazılmış. Gerçi bazılarının ne demek istediğini anlayabilmek de o kadar kolay değil ama bir hikmeti vardır mutlaka diye düşünmeden edemiyor insan.

***

Bu tür mesajları gönderenlerin en gencinin 40-45 yaşlarında olduğunu söyleyebilirim. Bu huy kadınlarda o yaşlara iniyor, erkeklerde 50’den sonra başlıyor sanki. Kadınlar daha erken yaşlarda ‘eriyorlar’. Belki de erkeklerin daha geç olgunlaşması; kadınların, erkeklerin ‘içindeki çocuğu’ seviyor olmalarındandır. Gerçi bu lafa sinir olurum, ‘içindeki çocuktan’ bahseden olursa “Dikkat et, altına kaçırmasın” demek gelir içimden ama galiba böyle bir gerçek var.
  Erkekler daha geç olgunlaşıyor, her yaşta! Sebebi, kadınların ezici çoğunluğunun ‘erkek çocukluklarını’ hoş görmesi hatta bunu izlemekten haz duyması da olabilir. Ama sonuç olarak görüyorum ki erkeklerin de olgunlaşması söz konusu olabiliyor. Samim bile artık günde iki tane böyle WhatsApp mesajı atar oldu, düşünün artık! En azından yılbaşı, bayram, kandil gibi belli dönemlerde...

Yazının Devamını Oku

Atını satmadan bilge olan şövalye

24 Aralık 2017
Oyuncu ve senarist olarak tanıdığımız Ethan Hawke’un adını bir kitabın üstünde görünce önce şaşırdım. Ama kitap ismiyle beni çocukluk hayallerime gönderdiği için dayanamayıp aldım. ‘Şövalyeliğin Kuralları’, meşhur ‘Ferrari’sini Satan Bilge’nin 15’inci yüzyıl versiyonu gibi. Ama bazı notlar işe yarayabilir...

Bir arkadaşımı beklerken vakit geçirmek için girdiğim alışveriş merkezindeki kitapçıda, bir kitabın üzerinde Ethan Hawke adını gördüğümde bir isim benzerliği olduğunu düşündüm önce.

Ama değilmiş; film oyuncusu ve senarist olarak tanıdığım Ethan Hawke’la ‘Şövalyeliğin Kuralları’ isimli kitabın yazarı aynı kişiymiş (Çeviren: Sevi Sönmez, Doğan Novus).

Hawke’ı tanıdığımız ilk film, daha lise yıllarındayken oynadığı ‘Ölü Ozanlar Derneği’ydi. Sonrasında da birçok filmde oynadı, Oscar’a aday oldu ama hiç kazanamadı. İyi oyunculuğunun yanı sıra ‘Before Sunset’ filmindeki başarılı senaristliğinin de altını çizmem gerek.

‘Kill Bill’deki rolüyle unutulmazlar arasına giren Uma Thurman’la evlenmiş ve iki çocuk sahibi de olmuşlardı ama sonra boşandı ve kitap illüstratörü Ryan Hawke’la evlendi.

* * *

Dedikoducular gibi lafı uzatmayayım; yazarının adı kadar kitabın adı da ilgimi çekmişti aslına bakarsanız. Çocukluk hayallerimi besleyen şeylerden en önemlisi büyük kâşiflerin hayatıysa, ikinci derecede önemli olan da ‘şövalye’ hikâyeleriydi.

O yıllarda daha mı çok şövalye filmi çekiliyordu bilemiyorum ama aynı filmi üç-dört kez izlediğimi gayet iyi biliyorum. Zırhları, atları, kılıçları, diğer şövalye arkadaşlarıyla ölümüne sadakate dayanan ilişkileri ve güzel genç kadınların gönüllerini kolayca fethedebilmeleri miydi ilgimi çeken?

Yoksa o yaşlardaki her erkek çocuğa hâkim olan ‘kahraman olma’ isteği miydi? Bunu da bilemiyorum.

Yazının Devamını Oku

Bu kadroya normal sonuç

24 Aralık 2017
LiGiN en az gol atabilen ikinci takımı Konyaspor idi. Dün maç başlamadan önce maç başına 1 golden az atabilmiş bir takım!

Fenerbahçe ise maç başlarken ligin en çok gol atabilen ikinci takımıydı. Maç başına 2 golden fazla!

Bir taraftar ya da futbol izleyicisi ne beklerdi?

Fenerbahçe açısından bol pozisyon.

Ne bulduk? Gol yememek için bütün tedbirleri almış bir Fenerbahçe.

İlk yarı boyunca izleyebildiğimiz son derece sıkıcı ve pozisyonsuz bir maç oldu.

Soldado ve Fernandao kenarda beklerken, planları gol yememek üzerine kurulmuş bir şampiyonluk adayı!

Okullarda örnek olarak verilebilecek bir oksimoron durumuydu bu: Şampiyon olmak için maçı kazanması gereken bir takım, ligin en az gol atan takımlarından birine karşı bütün tedbirlerini almıştı.

İlk yarı gerçekten bir fıkra gibiydi.

Yazının Devamını Oku

Valbuena oyunu değiştirdi

19 Aralık 2017
FENERBAHÇE’nin son dört haftada maçlarını nasıl kazandığını çözmüş bir Karabük ve düdük çalarak taktik faulleri cezalandırdığını zanneden bir hakem!

İlk 45 dakika boyunca gol pozisyonu üretemeyen bir Fenerbahçe, defansta ne yaptığını bilen ama bundan biraz ötesine geçemeyen bir Karabük!

Rakip kaleye şutu olmayan ve iddiasına göre şampiyon olmak isteyen ama lig sonuncusuna tek şut atamayan bir takım!

İlk yarı için üç cümlelik özet bundan ibaret.

Ve iki adım ötesine doğru pas atamayan oyuncular, “kazanan takım bozulmaz” öğretisinin izleyenlere sıkıntı veren sonucu!

Önceki maçlarda işi bitiren Dirar-Şener ve İsmail-Aatıf ikili oyunları, bu ikiliye katılan Giuliano ile yaratılan üçlü partisyonlar bu kez işlemedi.

Karabük bu ikililer arasındaki bağlantıyı erken pres ve gerektiğinde erken faullerle kesti, Giuliano’nun başına da adeta “cehennem zebanileri” dikilmişti, kımıldatmadılar.

Kanatları tıkanmış, orta sahası baskı altında oynanan böyle bir oyunu çözmek için ne yapmak gerek?

Tek yanıtı var: Topla harekete geçtiğinde rakibi eksiltip, sürprizler yaratacak oyuncuların sahada olması.

Yazının Devamını Oku

Bir tek hayatınız var, tadını çıkarın!

17 Aralık 2017
Japon işadamı Satoru Anzaki, kurtulması zor olan bir hastalık teşhisi konunca 1000 kişilik dev bir veda partisi düzenledi. Haberi okurken aklıma meşhur film ‘All That Jazz’ geldi. Onun kendisi kadar meşhur şarkısı eşliğinde düşüncelere daldım.

İş makineleri üreticisi Komatsu’nun eski yönetim kurulu başkanı da olan Japon işadamı Satoru Anzaki, 80 yaşında yakınlarına teşekkür etmek ve veda için dev bir parti verdi.
Anzaki’nin dostları, akrabaları, okul ve iş arkadaşları, ortakları ve şirketinde çalışanlardan oluşan 1000 davetli eksiksiz olarak partideki yerlerini aldılar.
Parti alanı olarak Tokyo’daki bir otelin balo salonu kiralanmıştı ve salon, Anzaki’nin 80 yaşına gelene kadar biriktirdiği anı objeleri ve fotoğraflarla süslenmişti. Memleketi Tokuşima’dan gelen bir dans grubu da konukları eğlendiren bir gösteri yaptı.




Anzaki’nin bu dev partiyi verme nedeni doğum günü ya da emekliye ayrılması filan gibi sıradan bir olay değil. Kendisine geçen ekim ayında kurtulma olasılığı çok zayıf olan bir hastalık teşhisi konmuştu.

Yazının Devamını Oku

Yerli ve milli bir tartışmayı kutlamak için...

10 Aralık 2017
Yılbaşı yaklaşınca her sene aynı tartışma yaşanır. Nitekim ilk işaret fişeği atıldı bile. Her şeye alıştım ama bu memleketin ‘yasaklama’ merakına bir türlü alışamadım. Haliyle kutlamak isteyenlere birkaç lafım var...

Yılbaşına üç hafta kala yerli ve milli tartışma konularımızdan birini daha idrak edecek olmanın heyecanı içindeyim. “Yılbaşı gâvur âdeti midir, 31 Aralık gecesi eğlenmek imanı zedeler mi, kutlamaya karşı çıkmak laiklik karşıtı bir davranış mıdır, alt kattaki komşu yılbaşını kutlamıyorsa üst kattakinin kutlaması medeni bir tutum olur mu” gibi felsefi konuların öne çıkacağı yerli ve milli bir ‘münazara’ sürecinden geçeceğiz.

Her kafadan bir ses çıkacak, en az duyulacak ses de sanırım yine şu olacak: İsteyen kutlasın, istemeyen kutlamasın, kimse kimseye karışmasın!

Nitekim tartışma için ilk işaret fişeği atıldı, insanların yılbaşında gönderdiği hediye sepetlerine alkollü içki konulması yasaklandı.

Yasaklayanlar ne düşündü, gerçekten merak ettim: “İnancı gereği içmeyen birine bir şişe içki giderse çöpe atmak yerine içmeye kalkar, imanı zedelenir, onu koruyalım” diye mi düşündüler? İçinde içki olmayan bir yılbaşı sepetinin bir tür ‘ramazan kolisi’ sayılması lazım gelmez mi?

Şu da var tabii: Hangi şuursuz, içki içmediğini bildiği birine hediye olarak bir şişe şampanya vs. göndermeye kalkar? Hangi şuursuz, içki içmediği halde, sırf yılbaşı sepetinden çıktı diye şişenin dibini görmek ister?

Benim anlayabileceğim bir durum değil ne yazık ki. Her şeye alıştım ama bu memleketin ‘yasaklama’ merakına bir türlü alışamadım.

* * * 

Kutlamaların ayrılmaz bir parçası da ortamı ‘köpürtmek’tir. Köpüklü şarap ya da şampanya ‘patlatılır’; hem içinden fışkıran köpük hem de mantarın şişeden uzaklaşırken çıkardığı ses insanımızın hoşuna gidiyor.

Yazının Devamını Oku