Mehmet Nuri Yılmaz

Asayiş(sizlik)e dair...

23 Mart 2007
BUGÜNKÜ konumuz asayiş. Zira günümüzde asayişsizlik o derece arttı ki insanlar sokaklarda değil, evlerinde ve işyerlerinde bile korkuyla yaşar hale geldiler. Toplumda can ve mal emniyeti kalmadı. Özellikle büyük şehirlerimizde yaşanan ve gitgide artış gösteren cinayet, hırsızlık ve kapkaç olayları insanlarımızı büyük ölçüde huzursuz etmektedir.

Bizzat iktidar partisi tarafından İstanbul’da kendi milletvekillerinden oluşan bir komisyona yaptırılan araştırmada, son yıllarda kapkaç olaylarının yüzde 60, öldürmeye teşebbüs olaylarının yüzde 100, kadın ticaretinin yüzde 89, rüşvetin yüzde 90, mala zarar vermenin yüzde 351, zimmetin yüzde 400, aile fertlerine kötü muamelenin yüzde 300 ve müstehcenliğin yüzde 363 oranında arttığına işaret edilmektedir.

Aynı raporda, İstanbul’un çetelerin tehdidi altında olduğu vurgulanmıştır. Diğer illerimizin birçoğunda da durum bundan farklı değildir.

***

Komisyon, suç artışındaki sebepleri ise şöyle sıralamıştır: "Kontrolsüz göç, şehirlerin etrafında oluşan yeni yetersiz yerleşim birimleri, işsizlik, cezaevinden şartlı tahliyeyle topluma karışanların bir kısmının yeniden suça bulaşması, polis sayısının yetersizliği, son yıllarda yürürlüğe giren yasalar ve AB ile ilgili hassasiyetler nedeniyle olayların üzerine gitmekte çekingen kalınması, toplumda devlete ve adalete olan güven duygusunun zayıflığı, aileden başlayarak şiddet kullanımının meşru kabul edilmesi ve parçalanmış aile."

Bu etkenlerin arasına başkalarını da katmak mümkündür. Sebepler ne olursa olsun, karşı karşıya bulunduğumuz tablo vahim bir tablodur.

Aşağıya aldığımız bilgiler ise hatırlanması ve söylenmesi, içimizde hoşluk bırakan birer nostaljiden ibarettir.

16. asırda İstanbul’da bulunan bir Fransız elçisi, Osmanlı ülkesindeki asayiş hakkında şöyle yazıyor:

"Nizam ve asayiş inanılmaz derecede kuvvetli idi. Geceleri şehirleri muhafaza için elinde bir sopa ve fener ile gezen tek bir kişinin dolaşması káfi idi. Halbuki Paris’te aynı vazife, bir kıta askerin başında bir kumandan ile zorlukla yapılabiliyor."

17. asırda Osmanlı ülkesi hakkındaki asayiş ise yine bir Fransız seyyahı tarafından şu cümlelerle ifade ediliyor:

"Bir milyonluk büyük İstanbul’da dört yılda dört katil vakası görülmemiştir. Ticari eşyalarla dolu olan muazzam kervansaraylar bir tek adam tarafından korunuyor."

İstanbul bugünkü haliyle "suçun başkenti" durumunda. İstanbul'da adli işlem gören 15 bin 273 çocuktan yaklaşık 10 bininin diğer illerden geldikleri belirlenmiş. Bunlar, gasp, kapkaç ve hırsızlık gibi suçlarda kullanılıyormuş.

10 bin kişilik suçlu listesini Anadolu'dan göç eden kalabalık nüfuslu ailelerin çocukları, Doğu bölgelerden kaçırılan, kandırılan, hatta ailelerinden kiralanan çocuklar oluşturuyormuş. Sokağa çıkmak cesaret işi. Ya malınızdan, ya canınızdan oluyorsunuz.

Ankara Ticaret Odası’nın yaptığı bir araştırmaya göre, iki yıl öncesine kadar sadece ev hırsızlığında 10 bin 195 ile İstanbul birinci, 2 bin 884 ile Ankara ikinci, 2 bin 871 ile İzmir üçüncü sırada yer alıyor. Buna göre her üç evden biri İstanbul’da, her 10 evden biri Ankara ve İzmir’de soyuluyor. Bugünse bu rakamlar daha da artmıştır.

Bu durumu salt göç, işsizlik, yoksulluk gibi ekonomik nedenlerle izah edip diğer faktörleri göz ardı etmek yanlıştır. Toplumun gitgide artan ahlaki erozyonun getirdiği sorunlarla ne hale geldiğini yukarıdaki rakamlar ve hepimizi dehşete düşüren olaylar söylüyor.

Bütün ilahi ve semavi dinlerde korunması gerekli beş temel zaruret ve müessese vardır. Bunlar; dinin, neslin, malın, canın ve aklın korunmasıdır. Hemen hemen bütün dini hükümlerin emir ve yasaklar olarak konulmasında bu temel zorunlulukları koruma hikmet ve amacı vardır. Bunun için, toplumda huzur ve nizamı sağlamak üzere otoriter bir gücün bulunması gerekir. İslam tarihinde bunun gerçekleşmesini sağlamak üzere çeşitli müesseseler meydana getirilmiştir.

***

Bugünkü İslam toplumları ve tabii ki Türk toplumu, yüksek ahlaki şuurdan kopuşun ve dibe vuruşun muhasebesini akıl ve vicdan aydınlığında yaparak, ahlaki izmihlalden ahlaki inkılaba yükselişin yollarını yeniden döşemek durumundadır. Bu kötü gidişe dur diyecek, tepki verecek kurum ve kuruluşlar geçmişten çok daha iyi şartlarda var olmasına rağmen bir şey yapamama çaresizliğine saplanıp kalmak, adam sendeci bir anlayışla "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" pozisyonunda yer almak, sorumlu bir insana yakışan bir duruş değildir.

Her başıbozuğun başına bir polis dikemeyiz. Çare, bataklığı kurutmaktadır. Bataklık, dini ve ahlaki telakkilerden uzaklaşmış olmanın meydana getirdiği bir bataklıktır. Kurutulması ise güçlendirilecek polisiye tedbirlerin yanında dini ve ahlaki değerlerin yüreklere, beyinlere ve vicdanlara doldurulmasıyla mümkündür.

Merhum Akif’in söylediği gibi: "Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır/Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır/Yürekler çekilmiş farzedilsin havf-i yezdanın/Ne irfanın kalır kat’iyyen tesiri ne vicdanın!"

SORALIM ÖĞRENELİM

Cünup iken ölen bir insan ebedi cehennemlik midir?

Hasan YILMAZ

Cehennemde ebedi kalacak olanlar káfirler ve müşriklerdir. Cünup iken ölen bir insan Müslümanlıktan çıkmaz. Kaldı ki, öldükten sonra yıkanıp öyle defnediliyor. Peygamberimiz zamanında bir sahabi, eşiyle ilişkiye girdikten sonra yıkanmaya fırsat bulamadan şehit edilmişti. Eşi durumunu Peygamberimize bildirince, şehitler yıkanmadığı halde onu yıkadı ve öylece defnetti.

Namazda arka arkaya söylenen "Allahümmesalli ve Allahümmebarik" duaları benzer anlamlar taşımıyor mu? Bu duaları söylemenin bir gereği var mı?

T. ÖZDİL/İZMİR

Allahümmesalli, "Allahım, Hz. Muhammed’e ve O’nun evladına, İbrahim’e ve İbrahim evladına rahmet ettiğin gibi rahmet et. Çünkü sen çok hamd edilen ve tazim edilensin"; Allahümmebarik ise "Hz. Muhammed’e ve evladına, İbrahim’e ve İbrahim evladına bereket verdiğin gibi bereket ver. Çünkü sen çok hamdedilen ve tazim edilensin" demektir. İlkinde rahmet, ikincisinde ise bereket istenmektedir. Tahiyat okunduktan sonra bunları okumak sünnettir.

ABD Baltimore'da yaşamaktayım, cuma namazlarımı Pakistanlılara ait bir camide eda etmekteyim, İmam, Fatiha Suresi'ni okuduktan sonra amin sözü uzatılarak söyleniyor. Bu yapılan doğru mu?

Mehmet A. GÜNEŞ/ABD

Fatiha’nın sonunda imamın ve cemaatin amin demesi sünnettir. Hanefilere göre bunun içten söylenmesi, diğer mezheplerde ise yüksek sesle söylenmesi uygun görülmüştür. Çeşitli ülkelerde bu tür farklı uygulamalara rastlanmaktadır. Bu bir ayrıntıdır, her iki şekilde de olur.

Resmi nikáh mahkeme kararıyla sona erdikten sonra imam nikáhı devam eder mi?

Hikmet BİLGİ

Nikáh eşler arasında bir sözleşmedir. Resmi nikáh bitince imam nikáhı da sona ermiş olur. Asıl olan ise resmi nikáhtır.
Yazının Devamını Oku

Zafer, istiklal ve Nevruz

16 Mart 2007
MİLLETİMİZİN, milli ve manevi hasletler yönünden boş geçen bir ayı yok gibidir. Mart ayı dolu dolu yaşadığımız aylardan birisidir. Bu ay içerisinde tarihe damgasını vurmuş önemli olaylar yaşanmıştır. Bunlardan biri, 18 Mart Çanakkale Zaferi’dir. Bu yıl 92. yılını kutluyoruz. İkincisi, İstiklal Marşımızın kabulüdür. Bu kutlu olay da 86 yıl önce bir mart ayının 12. gününde gerçekleşmiştir.

Baharın müjdecisi, sevgi ve barışın simgesi olan Nevruz da yine bu ay içerisinde kutlanmaktadır. Zafer, istiklal ve bahar... Mart ayı bu yönüyle çok güzel, çok anlamlı bir ay. Allah, bu yüce milleti mart ayında yaşadığımız bu güzel ve gurur verici olayların idrakinden hiçbir zaman mahrum bırakmasın.

* * *

250 bin civarında kahraman Mehmetçiğin yaralanmasına, sakat kalmasına ve canına mal olan Çanakkale Müdafaası, tarihimizin en büyük zaferleri arasındadır. Anadolu’nun her bölgesinden, hatta her köyünden birkaç gencin şehit düştüğü Çanakkale Savaşları, milletimizin sahip bulunduğu cevherin öz olarak daima muhafaza edildiğini, bu cevherin ve fıtri kabiliyetin iyi yönlendirilmesi durumunda, Müslüman Türk milletinin büyük hamleler ve üstün idealler uğrunda büyük fedakárlıklara her zaman hazır olduğunu da ispat edecek tarihi bir misaldir.

İslam tarihinde Bedir ve Uhud Savaşlarıyla başlayan din ve mukaddesatı korumak uğrunda yapılan fedakarlıklarla Çanakkale müdafaası arasında tarihi ve stratejik benzerlikler de vardır. Bedir Savaşı Müslümanların, Çanakkale de Müslüman Türk milletinin varoluş savaşıdır. Milli şairimiz Mehmet Akif, Çanakkale kahramanlarını Bedir Savaşı’ndaki mücahitlere benzetmiştir.

Bu zaferin günümüze sunduğu en önemli mesajlardan biri de; dini ve milli birlik şuurunun korunması gereğidir. Büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde göğsündeki sarsılmaz imanı, ruhundaki çelik iradesiyle birleştirerek eşsiz kahramanlıklar gösteren, mübarek kanlarıyla Çanakkale Destanı’nı yazan, vatanımızın sınırlarını çizen, meçhul makberinde kefensiz yatan Mehmetçiklerimizi, aziz şehitlerimizi, büyük komutan Mustafa Kemal’i bir kere daha rahmet ve minnetle anıyoruz.

Bu eşsiz komutanın milletine en büyük armağanı O’nun istiklali olmuştur. Atatürk, milletimizi kurtuluş savaşıyla bağımsızlığa kavuşturduktan sonra, istiklalimizin marşını yazmak da milli şairimiz Mehmet Akif’e nasip olmuştur.

"İstiklál Marşı"nın yazılması için Maarif Vekáleti tarafından bir müsabaka açılmış ve müsabakada birinciliği kazanacak zata 500 lira nakdi mükáfat verileceği ilan edilmişti. Yurdun her tarafından 500’den fazla şair müsabakaya girmişti. Mehmet Akif, marşın mükáfatlı olmasından dolayı müsabakaya katılmamıştı. Zamanın Maarif Vekili Hamdullah Suphi böyle bir marşın ancak, Safahat názımı şáir Mehmed Akif tarafından yazılabileceğine inanmış ve bir mektup yazarak bunu kendisinden istemiştir. Bu mektubun yazılmasından bir ay bile geçmeden milletin istediği İstiklál Marşı yazılmış ve kahraman ordumuza ithaf edilmiştir. Akif, "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın" diyerek de Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunmuştur. Ruhu şad olsun.

Son yıllarda milli bayram hüviyeti kazanan mahalli bayramlarımızdan birisi de Nevruz’dur. Asırlar boyunca Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar olan coğrafi bölgede, "Sultan Nevruz" veya "Nevruz-ı Sultani" gibi isimlerle kutlanan Nevruz; "Yeni Gün" manasına gelen Farsça bir kelimedir.

İslamiyeti kabulden önce, Türkler tarafından yeni yılın başlangıcı kabul edilen Nevruz, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar’da mali yılbaşı olarak kabul edilmiş ve buna göre takvimler düzenlenmiştir.

Çeşitli kesimler tarafından farklı şekillerde ifade edilen Nevruz’la ilgili rivayetlerin en gerçekçi olanı; bugünün, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar bütün Türk dünyasında bir bahar ve tabiat bayramı olarak kutlanmasıdır.

* * *

Tarih boyunca destan, masal, şiir, atasözü ve türkülere konu edilip, coşku ile kutlanan bu bayram; kış mevsiminin zorluklarından kurtuluş, canlanan tabiatın güzelliğine, yeşilliğine duyulan sevgi ve bahara ulaşmanın sevincini simgelemektedir. Bu gelenek, İslamiyetin inanç esaslarına aykırı olmayan gelenek ve göreneklere hoşgörü ve müsamahalı olması sebebiyle bazı farklılıklarla günümüz Türk dünyasına da milli bir kültür mirası olarak intikal etmiştir.

Yeni bir bahar mevsiminin başlangıcında; ülkemiz, İslam dünyası ve bütün yeryüzü için bereket dolu ve verimli bir ziraat hayatı diliyor, Cenab-ı Hak’tan sağlık, huzur, sevgi, barış ve feyiz dolu günler niyaz ediyorum.

NOT: Bir yazarın TSK’nın dine yaklaşımı ile ilgili telefonla sorduğu soruya "Türk ordusu dine karşı değildir, din istismarına karşıdır" diye cevap verdim. Yazısında bazı generallerden de söz ediyor ki, o konuşmada hiçbirinin adı geçmedi. Yalçın Işımer’in sözlerini ise yorumlamadım. Bunun dışında, tırnak içinde verilen ifadelerin hiçbirisi bana ait değildir.

(M.N.Y.)

SORALIM ÖĞRENELİM

Bazı tasavvufçular sohbetlerinde Allah’la káinatı aynileştirmekte ve buna da "Vahdetü-l Vücut" (Varlığın Birliği) demektedirler. Bu, dini açıdan küfür değil midir? Kemal Özkan/İstanbul

Vahdetü-l Vücut’u sizin söylediğiniz tarzda kabul edenler olmuştur. Ancak, her şeyi Tanrı kabul etmek, Tanrı tanımak materyalizme yol açar. Gerçek tasavvuf erbabı bu inancı reddetmişlerdir. Onlara göre Zat-ı ilahi bütün varlıklarda yaratıcılığını, kudretini, hikmetini, tedbirini, tasarrufunu, sıfatlarını izhar etmekle beraber, varlık alemi hiçbir zaman Zat’ın zuhuru değildir. Zat, her şeyden mukaddes ve münezzehtir. Güneş olmazsa ışığı olamaz. Fakat güneşin ışığı güneşten ayrı bir varlığa sahip olmamakla beraber, güneş değildir. Her şeyi onun varlığı ile var olmuş bilmekle beraber, Zat’ı her şeyden tenzih etmek gerçek sufilerin inancıdır. Káinat, Hakk’ın sıfatlarının tecellileridir (görüntüleridir). Fakat Zatı káinat değildir. Yaratıcı, yaratılmış şeklinde zuhur etmez. Böyle bir kanaate sahip olmak apaçık küfürdür. Bu konuda çok dikkatli olmak gerekir.

Uydu anteni satıyorum, caiz midir?

Emin Kurnaz/Adana

Bu kanallar içinde gençler ve çocuklar açısından birtakım sakıncalı kanallar var ise de bunun yanında olumlu içeriğe sahip çok sayıda kanal da vardır. Bundan dolayı satmanızda bir mahzur yoktur. Ancak, satarken müşterileri "Şu şu kanalları şifrelemek ister misiniz?" şeklinde bir uyarıda bulunmanız faydalı olur.

Orta ölçekli bir tekstil atölyesinde asgari ücretle çalışıyorum. Ancak patronum tefecilik yapıyor. Böyle birisinin yanında çalışmaktan dolayı sorumlu olur muyum? Erkan T.

Atölyede çalışırken emeğinizin karşılığını alıyorsunuz. Patronunuzun tefecilik yapmasından ötürü siz sorumlu olmazsınız.
Yazının Devamını Oku

İslam ve kadın

9 Mart 2007
DÜN, "Dünya Kadınlar Günü" idi. Dünyanın pek çok uygar ülkesinde ve Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaktadır. Mayıs ayının ilk haftasında kutlanan "Anneler Günü"nü de dikkate alırsak, takvimlerimizde kadınlar için iki ayrı günün ayrıldığını görürüz. Bu, bize göre sembolik bir işaretlemedir. Zira kadın, eş ve anne olarak toplum ve aile hayatı içinde yeri hiçbir şekilde doldurulamayacak bir değere ve vazgeçilmezliğe sahip olması nedeniyle her anımızı dolduran, hayatımızı anlamlı kılan bir varlıktır.

Kadınlara özgü bir günün oluşturulması fikri ilk olarak, 26-27 Ağustos 1910’da Kopenhag’da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda ortaya atılmış ve kabul görmüştür. Tarihin 8 Mart olarak kararlaştırılması ise 1921’de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda olmuştur.

***

1975 yılında Dünya Kadınlar Yılı’nı ilan eden Birleşmiş Milletler Örgütü, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın tüm dünyada Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kararlaştırmış, daha sonra da birçok ülkede bu gün mutat bir şekilde kutlanmaya devam edilmiştir. Birleşmiş Milletler, kadınlara eşit haklar verilmesinin dünya barışını güçlendireceğini de önemle vurgulamıştır.

Birleşmiş Milletler’in yaptığı bir araştırmaya göre, dünyadaki işlerin yüzde 66’sı kadınlar tarafından görülmektedir. Buna karşın kadınlar dünyadaki toplam gelirin ancak yüzde 10’una, mal varlığının ise yüzde 1’ine sahiptirler. Dünyadaki işlerin yüzde 34’ünü gören erkekler ise tam tersi; toplam gelirin yüzde 90’ına, toplam mal varlığının da yüzde 99’una sahip bulunmaktadır.

Gelir ve servet paylaşımındaki bu eşitsizliğe karşın, güç ve şiddete maruz kalmada kadının ön sıralarda yer alması, günümüzün modern toplumlarında bile değişmeyen hazin bir olgudur. Türkiye’ye baktığımızda; şehirlerde evli kadınların yüzde 18’inin, köylerde de yüzde 76’sının eşleri tarafından dövüldüğü görülmektedir. Aile içi suçların yüzde 90’ını yine kadına karşı işlenen suçlar oluşturmaktadır. Berdel, başlık parası, töre ve namus cinayetleri, şiddet ve dayak gibi utanç verici olaylar, toplumun kanayan bir yarası olarak içimizi sızlatmaya devam etmektedir.

Oysa kadın, toplumun direğidir. Uygarlık pek çok alandaki gelişmesini kadınlara borçludur. İlkel toplumlarda erkek avcılıkla meşgul olurken; kadın bitki köklerinden ve meyvelerden yemek yapmasını öğrenmişti. Tohumu toprağa atmak suretiyle ilk muntazam ziraati gerçekleştiren, hayvanı ehlileştirerek insanın emrine sokan da yine kadındır. Erkeğin çobanlık ve avcılık gibi işlerle uğraşması sebebiyle, ticareti dahi kadınlar yapıyordu. Kadın zamanla erkeği de bu gibi işlere alıştırarak onu sosyal yönden eğitmiş, bir bakıma onun öğretmeni olmuştur. Hayata geldiğimiz ilk andan itibaren bize bakan ve bizi eğiten de annelerimiz değil midir?

İslam dininden önce kadın, horlanan, aşağılanan, insan yerine konulmayan bir "mahluk" konumunda idi. Kız çocukları kumlara gömülerek öldürülüyor, kadın alınıp satılıyor, ağır işlerde çalıştırılıyor, cinsel obje olarak görülüyordu. Kadını bu korkunç durumdan İslam dini kurtarmıştır. Onu toplumdaki gerçek yerine oturtmuş, şeref ve onur sahibi yapmıştır. Onu köleleştiren ne kadar köhnemiş inanç ve hüküm varsa hepsini ortadan kaldırarak bir daha geri gelmemek üzere çölün dibine gömmüştür.

İslam, karanlık bir dehlizde hiçliğe mahkûm edilmiş olan kadının elinden tutmuş, onu hayata ve gün ışığına çıkarmıştır. İslam'da erkekle kadın arasında herhangi bir fark yoktur. Her ikisi de eşit bir şekilde Yüce Allah'ın emir ve yasaklarına muhataptır. İnsanlık ve Allah'a kulluk bakımından ikisi arasında bir fark bulunmadığı gibi temel hak ve sorumluluklar açısından da kadının konumu erkekten farklı değildir. Kur'an-ı Kerim'de, farklı fizyolojik ve psikolojik yapıya sahip olan kadın ve erkekten biri diğerinden daha üstün tutulmak yerine, birbirinin tamamlayıcısı kabul edilmiştir.

"Bunun üzerine Rableri onların dualarını kabul etti. (Dedi ki) Ben, -erkek olsun, kadın olsun ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım." (Al-i İmran, 195)

"Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu, bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır."(Rum, 21)

Ayetler kadının bir insan olarak statüsünü belirlemekte, "Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz" (Bakara, 187) beyanıyla da birbirlerine olan ihtiyaçlarını belirtmektedir.

***

Yüce dinimiz, erkeğe tanınan temel insan haklarını kadına da tanımıştır. Yaşama hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken masuniyeti, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi temel haklar bakımından kadın ile erkek arasında hiçbir ayrıma yer verilmemiştir.

Dünya nüfusunun yarısını veya biraz fazlasını kadınlar oluşturmaktadır. Bu demektir ki, kadınsız bir dünya, kadınsız bir toplum, kadınsız bir hayat "yarım" ve "eksik" bir hayattır. Bedenimizin, aklımızın ve gücümüzün yarısını yok sayarak; onu yorgun, bitkin ve hatta yaralı bırakarak gidebileceğimiz yol, alabileceğimiz mesafe yoktur. Kadınlarımızın kıymetini bilelim.

Dünya Kadınlar Günü, bütün kadınlarımıza kutlu olsun.

SORALIM ÖĞRENELİM

Elimde bir miktar faiz parası var, bunu hiçbir geliri olmayan öğrencilere okul masrafı olarak verebilir miyim? M.A.

Karşılığında bir sevap beklememek kaydıyla öğrencilere okul masrafı olarak verebilirsiniz.

Bir kızla evlenmek istiyorum. Başka bir etnik kökenden olduğum için vermiyorlar. Halbuki ben Müslümanım. Dinimizde böyle bir ayrım var mıdır? S.D.

İslam'ın iki temel kaynağı Kur’an ve sünnet, insanların eşit olduklarını ve üstünlüğün ancak takva esasına dayalı ve bireysel olduğunu ifade eder. Bazı fıkıh kitaplarında İslam’ın bu genel prensibine ters düşen ifadelere rastlıyoruz. Örneğin; Kureyş’in ancak Kureyş’e denk olduğu, diğer Arapların Arap olmayanlara denk olamayacağı gibi. Ancak bunların hiçbiri delil olabilecek güçte değildir. Din, insanları birbirine kardeş yapmış, biraz önce ifade ettiğim gibi üstünlüğü takvalık ve erdemliğe vermiştir.

Bir şeyi sipariş verdikten sonra bundan caymak olur mu? Mustafa Mutlu/İSTANBUL

Buna fıkıhta sipariş akdi denilir. Bu hususta farklı görüşler olmakla birlikte en doğru görüş, ısmarlama yapılan şey tarife uygun olduğu takdirde vazgeçilmesi caiz olmaz.

Bir dini eserde mescidin altı da üstü de mescit sayılır denilmektedir. Şu halde binaların bodrum katları veya üst katlarına mescit yapılması doğru mudur? Ahmet UYANIK/VAN

Prensip olarak bir yere mescit yapılıyor ise onun altı da üstü de mescit hükmündedir. Müçtehit alimler bu itibarla mescitlerin altında veya üstünde binaların olmaması yolunda görüş bildirmişlerdir. Ancak yine bazı müçtehitler, örneğin İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, konut sıkıntısı nedeniyle mescitlerin altına veya üst katlarına mescit yapılmasında bir sakınca görmemişlerdir.

Akraba evliliği dinimizde yasaklanmış mıdır? Behçet EREN/MALATYA

Kuran’da evlenmeleri yasaklananların dışındaki akraba evliliği yasaklanmamıştır. Ancak Hazreti Peygamber, akraba evliliğini tavsiye etmemiştir. Hazreti Ömer de döneminde bu yolu izlemiştir.
Yazının Devamını Oku

Eleştiri kültürü üzerine

2 Mart 2007
DÜŞÜNME ve ifade yeteneği, Cenab-ı Hakk’ın biz insanlara bahşettiği en büyük lütuflardan birisidir. İnsanlar arasında sağlıklı ve sürekli bir işbirliği, ancak açık, dürüst ve hoşgörülü bir iletişimle sağlanabilir. Bu da karşılıklı güvenle olur. Karşılıklı bilgi, duygu ve görüş alışverişi korkmadan, çekinmeden paylaşılabiliyor; insanlar fikirlerini birbirlerine rahatça aktarabiliyorlarsa, yöneticiler yönetilenlerin eleştirilerine sabır ve hoşgörü ile karşılık verebiliyorsa o toplum geleceğe güvenle yürüyen bir toplumdur.

Eleştiri kültürü böyle bir toplumda gelişir ve yol gösterici bir mahiyet kazanır. Çünkü eleştiri, kişisel gelişmenin ve başkalarını da geliştirmenin en etkili yolu ve yöntemidir. Karşısındakini yakmak, yıkmak, bitirmek amacıyla değil, yol göstermek, moral ve ilham vermek amacıyla yapılmalıdır. Eleştiri, dozunda ve terbiye sınırları içerisinde yapılırsa bundan memleket idaresi açısından da çok önemli faydalar hasıl olur. Yöneticiler, yapılan bu tür eleştirilerden yararlanmasını bilirlerse hem kendileri için, hem ülke ve toplum için yararlı sonuçlar üretilir.

***

Bugün, içinde yaşadığımız toplumda eleştiri ve eleştiriyi algılama kültürü ne yazık ki gereğince hazmedilememiştir. Eleştirilerde zaman zaman dozun arttığı, seviyenin düştüğü durumlar olabildiği gibi, yapılan haklı ve uyarıcı eleştirilere tahammül sınırlarının giderek daraldığı ve nezaket dışı bir üslupla karşılık bulduğu haller de sıkça görülebilmektedir.

Bunun örneklerine son zamanlarda daha çok basın ve medya dünyasında, yönetenler ve yönetilenler adına kamuoyu oluşturma görevini üstlenen basın ve medya mensupları arasında rastlanmakta, bu ilişkiler kimi zaman mahkeme koridorlarına uzanan bir süreçle son bulmaktadır. Oysa günümüzde yönetenler ile yönetilenler arasındaki en etkili iletişim aracı medyadır ve bu araç her zaman çok sağlıklı bir işleyişe muhtaçtır. Karşılıklı tehdit ve baskı yöntemleriyle gidilecek yerin bir çıkmaz sokak olduğu ise açıktır.

En geniş ifade özgürlüğünün bundan on beş asır önce İslam dini tarafından insanlara bahşedildiğini hatırlamakta yarar vardır. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette, hür düşüncenin önemi vurgulanmış, insanın aklını çalıştırması istenmiştir. Hz. Muhammed’in uygulamalarında da ifade özgürlüğüne verilen önemi görmekteyiz. O, sahabe-i kiramın görüşlerine her zaman açık olmuştur. Bedir Savaşı’nın başlamasından hemen önce görüşünü aldığı Habbab İbn-i Munzir’in gazvedeki konumlarının iyi olmadığı yolundaki uyarısını dikkate alarak yerlerini değiştirmiştir.

İfade özgürlüğünün edep sınırları içinde olması gerektiğini ifade etmiştik. En’am Suresi 108. Ayet’te, "Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler" buyruğu iki yönlü bir uyarı getirmektedir. Yüce Allah onlara hem tahrikten kaçınmalarını söylüyor, hem de İslam dininin başka görüşlere ne denli açık olduğunu gösteriyor.

Eleştiriye tahammül göstermek, aynı zamanda bir erdemliliktir. Bunun en güzel örneğini de Peygamberimiz vermiştir. Bir gün, Peygamberimiz ashabına bir şeyler taksim ediyordu. Bir adam geldi ve Peygamberimize, "Ya Resulullah! Adalet üzere hareket et!" dedi. Peygamberimiz de, "Ben adil olmazsam, kim adil olabilir?" buyurdu. Bu hadiseyi izlemekte olan Hz. Ömer, adama çok kızdı ve dedi ki: "Ya Resulullah! Müsaade buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım." Ömer’in bu sözü üzerine Resulullah, "Hayır bırak!" dedi ve incitilmesine izin vermedi.

Ebu Said el-Hudri, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen bir zattı. Peygamberimizin, "Halktan korkup hakkı söylemekten kaçınmayın, bildiğiniz ve gördüğünüz hakkı söyleyin" hadisini kendisine düstur edinmişti. Hudri demiştir ki: "Bu hadis beni, bineğime atlayıp, Muaviye’ye kadar gidip kulaklarını doldurmaya sevk etti." Nitekim, Muaviye’nin huzuruna kadar çıkarak beğenmediği tavırlarını eleştirmiş, eleştirilerini sıraladıktan sonra geri dönmüştü.

***

Hakkı söylemekle ilgili bir başka abide örnek de Halife Harun Reşid’in dostu Süfyan-ı Servi’nin davranışıdır. Harun Reşid, halife olduktan sonra bu arkadaşına bir mektup yazar ve biraz da sitem ederek der ki: "Herkes geldi, biat etti, alacağını aldı. Halbuki benim gözlerim hep seni aradı." Süfyan, gelen mektubu, "Bir zalimin yazdığı mektuba el süremem" diyerek öğrencilerinden birisine okutur, cevabını da aynı káğıdın arkasına yazdırır:

"Harun, halife oldun. Kapına adamlar koydun. Halkın parasını eşe-dosta peşkeş çektin. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna çıkacak ve bütün bu yaptıklarından hesap vereceksin!" Harun Reşid mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Sonrasında her fırsatta bu mektubu getirtip okudu ve ardından da şöyle söylendi: "Senin gibi dost, esas bu günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman inhiraftan, kaymaktan kurtulmuş olurdum."

Bilmem, anlatabildim mi?

SORALIM ÖĞRENELİM

"Kur’an’da her şey açıklanmıştır" deniliyor. Peki, her aradığımızı onda bulabilir miyiz? Bu konuya bir açıklık getirir misiniz?

Melahat MUTLU/İSTANBUL

Kur’an’da her şey vardır, şeklindeki anlayış genel prensipler açısındandır. Yoksa her ayrıntı elbette Kur’an’da yer almaz. Kur’an bir ansiklopedi değildir. Örneğin; Kur’an’da adalet kavramı üzerinde durulur, ancak mahkeme sistemi, mahkeme usulü belirtilmez. O, zaman ve mekána göre şekillenir. Kur’an’da şöyle denilmektedir: "De ki: Denizler mürekkep olsa ve 7 misli de yedekte bulunup yazılsa denizler tükenir de Rabbin kelimeleri tükenmez." Onun için Yüce Allah’ın ilmini yazılmış sınırlı şeylere hapsetmek doğru olmaz. Kur’an genel prensipler vazeder, bu prensipler içerisinde zamana ve mekána göre içtihat yapmak suretiyle hükümler çıkarmak da Kur’an’ın teşvik ettiği bir husustur. Önemli olan o genel prensiplerden uzaklaşmamaktır.

Bazı kimseler vaazlarında öyle bir İslam anlatıyorlar ki onu yaşamak mümkün değil. Bu konuda ne dersiniz?

Fikret ALSUNGUR/İSTANBUL

İslam, rahmet olarak insanlara gelmiştir. Daha önceki dinlerde var olan ağır yükleri kaldırmıştır. Gücümüz ölçüsünde yükümlülük getirmiştir. Onda hoşgörü ve kolaylığı bulabiliriz. Aşırılıktan kaçınmış ve kaçınmamızı istemiştir. Hemen birçok ayette zorluğa değil, kolaylığa işaret etmiştir. Siz İslam’ı sağlam kaynaklardan okursanız bu hakikati görürsünüz.

Bir ilmihal kitabında Hz. Peygamber’in bir hadisine dayanarak köpeğin yaladığı kabın yedi kez yıkanması, 8’incisinde ise toprakta ovalanması yazılı. Bu hadis olduğuna göre buna uymamız gerekmez mi?

Adil TAŞTAN/RİZE

O dönemde toprak, alternatifi olmayan bir temizlik malzemesi idi. Topraktan daha temizleyici bir madde bulunsaydı şüphesiz Peygamberimiz onu önerirdi. Bugün çeşitli temizlik malzemeleri var. Onlarla yıkarsanız hadise uygun hareket etmiş olursunuz. Çünkü hadisin maksadı temizliktir. Bu tür hadisler, zaman ve mekán unsuru ihtiva eden hadislerdir. Bunu böyle değerlendirmek lazım.
Yazının Devamını Oku

Küresel felaket ve sorumluluğumuz

23 Şubat 2007
DÜNYAMIZ bir çevre felaketiyle karşı karşıya. Bilim adamlarının tespitlerine göre, karbondioksit oranı artıyor, okyanuslar ısınıyor, buzullar eriyor, deniz seviyesi yükseliyor. Bu gelişme paralelinde göller küçülüyor, kuraklık artıyor, ırmaklar kuruyor. İklim kaymaları nedeniyle mevsimler adeta yer değiştiriyor. İlkbahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor, bitkiler erken çiçek açıyor.

Bilim çevreleri yıllardan beri bu konu üzerinde kafa yormalarına rağmen vahametin boyutları yükseliyor. Bilim adamları gerekli tedbirlerin alınması konusunda hükümetlere ısrarlı çağrıda bulunuyorlar. Konu, Birleşmiş Milletler’in de gündeminde. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanan Kyoto Protokolü’ne imza koyan 160 ülke, yaşanan felaketin müsebbibi olan gazların salınımını azaltmaya söz verdikleri halde, bugüne kadar etkili bir sonuç alınamadığı ortadadır.

* * *

Tehdit bütün hızı ve boyutlarıyla devam ediyor. Amerikan, İngiliz ve Avustralyalı bilim adamları, hazırladıkları ortak bir raporla dünyanın 10 yıl sonra çevre felaketleri açısından geri dönülemez noktaya geleceğini duyurdular. 300 bilim adamının yürüttüğü araştırma sonuçlarına göre, Kuzey Kutbu’ndaki ısınma 2070’te dünyayı buzulsuz bırakacak. Çölleşme olacak, denizler yükselecek, bunun tarıma da yansıması sonucu dünya salgın hastalıkların pençesine düşecek.

Bu senaryolar hepimizi ürkütüyor. İnsan olarak çocuklarımıza, torunlarımıza ve gelecek nesillere nasıl bir dünya bıraktığımızı sorgulatıyor vicdanlarımıza. Halbuki Yüce Allah, belli bir ölçüye göre yarattığı káinatın içindeki sayısız nimetleri onun hizmetine sunmuştur. Kendisine lütfedilen bu sayısız nimetlerin değerini yeterince kavrayamayan insanlık, sınır tanımaz hırsıyla tabiatın dengesini bozmuş, bunun sonucu olarak da günümüzde çevre problemiyle karşı karşıya gelinmiştir.

Ülkemize bakalım: Bir zamanlar yüzde 70’i ormanlarla kaplı olan ülkemiz topraklarında yangınlar başta olmak üzere çeşitli sebeplerden dolayı her yıl birçok ormanlık sahanın yok edildiği ve bugün yüzde 26’lık bir bölümünün orman olarak kaldığı acı bir gerçektir.

Millet olarak asırlar boyunca çeşitli düşman istilalarına karşı koruduğumuz ülke topraklarının, her yıl erozyon sebebiyle Kıbrıs Adası büyüklüğündeki miktarının denizlere aktığı, yaklaşık 50 yıl sonra da çölleşeceği ve bunun sonucunda da birtakım çevre sorunlarının meydana gelebileceği yetkililer tarafından ifade edilmektedir.

Peki, bizim bir insan ve mümin olarak yüce Allah’ın bize armağanı ve emaneti olan tabiata karşı bir sorumluluğumuz yok mu? Dinimize göre yerlerde ve göklerde bulunan her varlık, fiziki kıymetinin ötesinde manevi bir değere ve öneme sahiptir. Kur’an ayetleri ve hadis-i şeriflerin emir ve teşvikleri ile Peygamberimizin ve ilk Müslümanların uygulamalarından ilham alan Müslüman bilginler de, káinata ve içindeki mevcut varlıklara Allah’ın ayetleri nazarıyla bakmışlardır.

Káinattaki bütün varlıklar hayat sahibidir ve kendi lisan-ı halleriyle Allah’ı anmaktadırlar. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Görmez misiniz ki; gökte ve yerde olanların; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlarla hayvanların ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedirler." (Hac, 18)

Peygamberimiz (S.A.V) de şöyle buyurmaktadır: "Bir Müslüman ağaç diker de onun meyvesinden ve yaprağından insan, hayvan ve kuşlar yiyecek olursa, yenen şey, ağacı diken için bir sadaka olur. O ağaçtan kim ne eksiltirse, bu kendisi için bir sadaka-i cariye (devam eden bir sevap) olur."

* * *

Çevre konusunda milletimizin inancının temelinde son derece esaslı hükümler ve örnekler mevcuttur. Üzerinde yaşadığımız, öldükten sonra da bize yorgan olacak vatan toprakları üzerinde, çevreye zarar veren değil, ihya eden; orman yakan değil, ağaç diken insan olmanın gayreti ve çabası içinde olmalıyız.

Zehir solunan bir havada, çöl haline gelmiş bir ülkede yaşamak istemiyorsak, Allah’ın bir lütfu olan tabiattaki dengeyi koruyalım; káinatı ve içindekileri ilahi emanetin kevni ayetleri olarak kabul edip gelecek nesillere aktarmanın sorumluluğunu duyalım. Bilim adamlarının ikazlarına kulak verelim, önerdikleri tedbirleri harfiyen uygulayalım. Unutmayalım ki, bu ülke hepimizindir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Bir hoca vaazında, inancı olmayan, ibadet etmeyen bir kimsenin hayır ve hasenatının Allah katında bir değeri olmayacağını söyledi. Bu konuda siz ne diyorsunuz?

Ömer YILMAZ

Sorunuza bir ayetle cevap verelim. Mekke müşrikleri, Hz. Peygamber’e "Biz hacılara su veriyoruz, Mescid-i Haram’ı onarıyoruz; bu bize bir fayda getirmez mi, cennete gitmez miyiz?" diye sorunca bunun üzerine bir ayet indi. "Siz hacılara su vermeyi, Mescid-i Haram’ı onarmayı Allah ve ahiret gününe iman etmekle eş mi tutuyorsunuz?" Ayetten de anlaşılacağı üzere, iman etmeyenlerin yaptığı iyiliklerin Allah katında bir değeri yoktur. Ancak, yüce Allah iyilikleri karşılıksız bırakmaz. Bunların karşılığını ahirette değil, dünyada kendilerine ihsan eder. İyilik yapan insanlara son anlarında Allah’ın iman nasip etmesi de umulur.

Babam kanserden vefat etti, çok acı çekti. Bu tip hastaların günahlarının eridiğine dair rivayet var. Ne dersiniz?

Erdoğan KEBAPÇI

Babanızın, hastalığı dolayısıyla çektiği acılar inşallah günahlarının kefareti olmuştur. Yüce Allah, herhangi bir acı ve musibet karşısında sabredenleri müjdelemiştir.

Çocuğumuz için bir adak kurbanı kestik ve hiçbir parçasını yemeden fakirlere dağıttık. Bu yaptığımız adak haram mıdır?

Bilge Hakan AGUN

Bir kimse, herhangi bir dileğinin yerine gelmesi durumunda Allah rızası için bir kurban adamış ve kesmişse ve onu da aile bireyleri etini yemeden fakirlere dağıtmışsa bu neden haram olsun? Biz böyle bir şey de ifade etmedik.

Gayrimüslim bir kişiye alkollü içki hediye etmek istiyorum. Bu caiz midir?

Murat ÇETİNKAYA

Bir Müslüman’ın gayrimüslim de olsa herhangi bir kimseye alkollü içki hediye etmesi doğru değildir. Neden helal bir şey dururken haramı hediye ediyorsunuz?
Yazının Devamını Oku

Helal ve haram üzerine

16 Şubat 2007
Bir okurumuz helal ve haram konusunda kendisini bilgilendirmemizi istiyor. HELAL, dinen yapılması, yenilip içilmesi yasak olmayan; haram ise dinen yapılması ve yenilip içilmesi kesin olarak yasaklanmış olan şeylerdir. Dinin emir ve yasakları vahiy ile belirlenmiştir. İslam, haram ve helaller konusunda orta bir yol izlemektedir. Ne Brahmanizm ve diğer bazı dinlerde olduğu gibi bedene işkence, temiz ve yararlı olanları haram kılma aşırılığına, ne de İran’da bir zamanlar yaygın olan "mezdek" dini gibi haram diye bir şey tanımayan ibahacılığa (her şeyi mübah kılma) yol vermiştir.

İslam’da helal ve haram kılma yetkisi sadece Allah’a aittir. Bu yetkiyi kendisinde görenleri ilahlık iddiasında bulunmakla nitelemiş, haramı helal, helali de haram kılmayı şirke eş tutmuştur.

* * *

Haram olan şeyler sayılı ve sınırlıdır. Bunun dışında kalanlar helaldir. Bu sebepledir ki din bilginleri, hakkında kesin nas (hüküm) bulunmayan şeyler için haram demekten kaçınmış, mekruh, yani "sevimsiz", "hoş değil" gibi ifadeler kullanmayı özenle seçmişlerdir.

Hz. Peygamber, bir ülkeden getirilen ve önüne konulan yiyeceğin keler olduğunu öğrenince elini geri çekmiş ve yememiştir. "Ey Allah’ın resulü, keler haram mıdır?" diye sorulunca da "Hayır, ancak benim yöremde böyle bir yiyecek bulunmaz. Bu yüzden de onu yemeyi midem kaldırmıyor" buyurmak suretiyle bu hususu belirtmişlerdir. Mesela, çekirge Arap toplumunda lezzetli bir yiyecek olarak benimsenirken, diğer toplumlarda tiksindirici bulunmaktadır. Ama haram olduğu söylenemez.

* * *

Allah iyi, temiz ve insan sağlığına faydalı olan şeyleri helal, kötü, pis ve zararlı olan şeyleri de haram kılmıştır. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

"Onlar için nelerin helal kılındığını sana soruyorlar. De ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helal kılınmıştır."

Kuran, Allah’ın helal kıldığı şeylere haram demeyi aşırı bir davranış olarak nitelendirmektedir.

Bir ayette:

"Dillerinizin yalan olarak nitelediği şeyler hakkında bu helaldir, bu da haramdır demeyin. Çünkü böyle söylediğinizde Allah’a karşı yalan uyduruyorsunuz. Kuşkusuz, Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler." (Nahl, 116)

Yine başka bir ayette şöyle buyuruluyor:

"De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı (yarattığı) süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar dünya hayatında inananlarındır. Kıyamet gününde ise yalnız müminlerindir. İşte bunlar için ayetleri böyle açıklıyoruz." (Araf, 32)

Haram ve helal konularında hükmü nalsa belirlenenlerin dışında kalan şeylerin mecellede de genel bir kural olarak ifade edilen "eşyada aslolan ibahadır" (helal olmasıdır) prensibi gereğince helal ve mubah kabul edilmesi gerekir. Bu anlayış, İslam hukukuna büyük bir esneklik kazandırmış ve insanlara kolaylık getirmiştir. Hz. Peygamber döneminde bilinmeyen, başka yörelerde bulunan yiyecek ve içecekleri, gerekse daha sonra zaman içinde ortaya çıkan ve çıkacak maddeleri mubah kılacak bir anlayış sergilenmiştir.

* * *

İslam’da helal ve haramlar kitaplarda genişçe açıklanmıştır. Kısaca, yiyeceklerde: leş (ölmüş hayvan eti), kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar; içeceklerde: şarap vesair uyuşturucu maddeler: kazançta kumar, riba, rüşvet, karaborsacılık; ayrıca zina, livata gibi eylemler haramlar arasında sayılmıştır.

Dinimiz kolaylık dinidir. Bir kimse elinde olmayan sebeplerle haram olan bir şeyi yemek ya da bir işi yapmak zorunda kalırsa onu helal saymamak şartıyla zorunlu olan ihtiyacını giderecek kadar ondan yararlanabilir. Nitekim, Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

"Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa hiç kimseye saldırmadan ve sınırı aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça esirgeyendir." (Bakara, 173) Geçen bir soruya verdiğimiz cevapta da haramların asıl hikmetinin taabbudi yani bu konuda ilahi buyruklara uyulması gerektiğini, tevillerle hükmü değiştirmeye kalkışmanın mümkün olmayacağını ifade etmiştik.

Yazımızı Peygamberimizin bir sözüyle bitirelim: "Helal, Allah’ın helal; haram da Allah’ın haram kıldığıdır. Helallerden yararlanın, haramlardan kaçının. Her ikisi arasında şüpheli olan şeylerden de uzak durun."

SORALIM ÖĞRENELİM

Namazın hangi vakitlerde ve nasıl kılınacağının dayanağı nedir?

İrfan Tekeli/Adana

Bu hadiseyi peygamberimiz şöyle anlatır: "Cebrail iki defa bana imam oldu. Namaz kıldırdı. İlk defasında zeval vaktinde güneşin gölgesi herhangi bir şeyin iki misli olduğunda öğlen namazını, her şeyin gölgesi birer misli olduğunda ikindi namazını, oruçlu oruç bozduğu vakitte yani güneş battığında akşam namazını, şafak kaybolduğunda yatsı namazını, oruçluya yemek içmek haram olduğu zaman yani imsakta sabah namazını kıldırdı. Sonra bana döndü, ’Ya Muhammed, bu senden önceki peygamberlerin vaktidir. Namaz vakitleri işte bu ikişer vakit arasındadır’ buyurdu. Zaten takvimlerde namaz vakitleri belirlenmiştir. Namazlarımızı bu vakitlere göre kılarız.

Kılamadığımız namazların yerine fidye versek namaz borcu üzerimizden düşer mi?

Fatma Gündoğdu

Sizin söylemek istediğiniz "ıskat-ı selat"tır (namazından zimmetten düşürülmesi). Herhangi bir sebeple vaktinde kılınmayan ve böylece yükümlünün zimmetine borç olarak geçmiş bulunan namazların bir tek ödeme yolu vardır, o da kılamadığınız namazları kılmaktır. Yani kaza etmektir. Bundan başka namazın zimmetten düşürülmesi için bir yol yoktur. Namaz, tutulmayan oruçlar gibi değildir. Oruç için fidye verilmesi hakkında Kuran’da ayet vardır. Fakat, kılınmayan namazlar için fidye verileceğine dair bir ayet yoktur.

Geceleri çalışıyorum. Bazen sabah namazı vaktine uyanamadığım için namazımı saat 7.30 gibi gibi kılabiliyorum. Sevabı azalıyor mu?

Ferhan Göğüş

Sabah namazı vaktinde kılınmalıdır. Vaktinde kılamadığınız için tabii ki sevabı da azalır.

Sabah namazında ezan okunurken "esselatü hayrun minnennevm" deniliyor. "Namaz uykudan hayırlıdır" sözü ezandan mıdır?

Muzaffer Güloğlu/Ankara

Bu söz Bilal-i Habeşi tarafından ezana eklenmiş, Hz. Peygamber de bunu tasvip etmiştir. Bundan dolayı sadece sabah namazlarında bu ibare geçmektedir. Bu da Peygamberimiz tasvip ettiği için sünnete uygundur.
Yazının Devamını Oku

İslam’ın evrenselliği

9 Şubat 2007
HAZRETİ Adem’le başlayan peygamberler geleneği Hz. Muhammed’in (A.S.) gönderilmesiyle son bulmuştur. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de İslam dinini en son ve en mükemmel din, Hz. Peygamber’i de bütün álemlere rahmet, müjdeci ve uyarıcı olarak tanıtmaktadır. İslam son din, Hz. Peygamber de bütün álemlerin elçisi olunca, İslam’ın evrensel olması gerektiği, yani hükümlerinin dünyanın bütün bölgelerinde yaşayan insanları ve kıyamete kadar geçecek tüm zamanları ihata etmesi sonucu ortaya çıkar.

İslam dininden başka, bu nitelikte olan bir din yoktur. Örneğin; Tevrat’ta Yahudiliğin evrensel olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir. Aksine, Yahudiliğin tamamıyla İsrailoğullarına mahsus bir din olduğu geçmektedir.

Hıristiyanlığa gelince; Hz. İsa kendisinden önceki peygamberler gibi o da belli bir kavme gönderilmiş ve kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir. Bu peygamber Hz. Muhammed’dir.

* * *

Maide Suresi’ndeki, "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslamiyet’i seçtim" ayetinde de ifade edildiği gibi din tamamlanmıştır. Ona ilaveler yapmak, mevcut hükümleri başkalarıyla değiştirmek, onun kemali ile bağdaşmaz.

İslam’ın evrensel oluşunun zaman ve mekán olmak üzere iki farklı boyutu vardır. Zaman boyutunun anlamı, İslam’ın belli bir zamana ait olmayıp bütün çağları kucaklayacak hüküm ve prensiplere sahip oluşudur. Ana hatlarıyla ifade edecek olursak, İslam’ın getirdiği hükümler, insanı yüce Yaratıcı ile ilişkiye sevk etmekte, bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kuralları, ibadet biçimlerini göstermektedir. Bu hükümlerin tamamı bir bütünlük içinde birbirine sıkı sıkıya bağlı bulunmaktadır.

Yüce Allah, koyduğu hükümleri, milletlere ve ádetlere göre değişmeyen ve aklın anlayabileceği illetlere bağlamıştır. Değişik asırlarda yaşayan İslam bilginleri, bu illetleri esas alarak, Kur’an’ın veya sahih sünnetin hüküm koymadığı alanlarda, bu ortak illetleri esas alarak hükümler koymuşlardır. Doğruluk, temizlik, öldürmemek, çalmamak, haksızlık etmemek, yalan yere şahitlik yapmamak, adaleti ayakta tutmak gibi hükümler, İslam’ın zamana bağlı olarak değişmeyecek olan evrensel hükümlerinden bazılarıdır.

İslam’ın evrenselliğinin mekán boyutuna gelince; bunun anlamı, bu dinin bütün dünyayı ve bütün insanlığı ihata etmesidir. İslam bütün insanlığı bir bütün olarak telakki etmektedir. Yüce Allah bütün insanlığın yaratıcısı ve álemlerin yegáne rabbi olması sebebiyle, onun gönderdiği son ilahi din İslam da, elbette bütün insanlığın dini olacaktır.

Bu konuda en dikkati çeken husus, İslam’ın bütün zaman ve mekánların ihtiyaçlarına çözümler üretebilecek metodolojik zenginliğe sahip olmasıdır. İslam metodolojisinde, ortaya çıkan yeni hadiseler karşısında Kitap ve sahih sünnette yer alan evrensel ilkelerin yanı sıra, kıyas ve icma (consensus) yöntemine başvurulmakta, kamu yararı ve İslam ilkelerine ters düşmeyen örfi uygulamalardan yararlanılmaktadır.

* * *

İslam bilginleri, ana kaynaklardaki temel kriterlere bağlı kalmak şartıyla, bu hedeflere götüren araç hükümler ile ayet ve hadislerde açıkça zikredilmeyen, yorum ve içtihada dayalı hükümleri sürekli yorumlayarak her devirde hayatın ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışmışlardır. Nitekim İslam bilginlerinin içtihat faaliyetleri sonucunda, muazzam bir İslam kültür ve medeniyeti oluşmuştur.

Değişim olgusuna toptancı bir ret veya kabul anlayışıyla yaklaşmayan İslam’ın temel kaynaklarında yer alan temel ve sabit hükümleri, İslam toplumunu belli bir ahlaki çizgide tutmayı ve dejenerasyonu önlemeyi hedefler.

Her devrin ihtiyaçlarına çözüm üretebilecek yöntemden mahrum olan bir dinin evrenselliğinden bahsedilemez.

Merhum Ferit Kam der ki: "Bütün icat edilmiş aletler dünyada önceden vardı. Ama hazır halde değildi. Bir akıl onu bulup ortaya çıkardı. Aynı şekilde her şey Kur’an’da vardır. Ama hazır halde değildir. İçtihatla ortaya çıkarılması gerekir."

SORALIM ÖĞRENELİM

Domuz eti birçok ayette yasaklanmıştır. Acaba bu et çöl ikliminde çabuk bozulduğundan dolayı hastalıklara yol açmaması için mi yasaklandı? Bugün için domuz etinin sağlık açısından doğuracağı bir sakınca olmadığına göre bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Şaban AYDINLI

Domuz etinin yasaklanmasının illetini hayvanın kendi pisliğini yemesi, bünyesinde trişin ve tenya olmak üzere birçok öldürücü mikrobu barındırması, pis görünüşlü olması gibi gerekçelerle açıklayan görüşler vardır. Ancak bunların hiçbiri tutarlı bir gerekçe değildir. İslam’da haramların asıl illetinin taabbudi (akıl yürütmeden kabullenmek) olduğu, bu konularda tevillere yer olmadığı kabul edilmiştir. Bu itibarla tıbbi kontrolden geçirilerek domuz etinin helalliğine hükmetmek dinimizce caiz görülmemiştir.

Hrant Dink’in öldürülmesi sırasında toplulukça söylenen "Hepimiz Ermeni’yiz" sloganı dini açıdan bu insanlar için bir tehlike oluşturur mu? Onları dinden çıkarır mı?

Uğur/BOLU

Bir Ermeni vatandaşımızın katledilmesi olayı üzerine bir kısım insanların "Hepimiz Ermeni’yiz" şeklinde slogan atmalarının, bu cinayete karşı bir tepkinin ifadesi olarak seslendirildiği kanaatindeyim. Niyet bu olduğuna göre, bu sloganın dini açıdan insanları sorumluluk altına sokacak bir tarafı olduğunu düşünmüyorum.

Çocukların sünnet olması Musevilikte de var, bu konuda ne dersiniz?

Muzaffer İŞGÖRÜR

Sünnet olmak, İbrahim Peygamber’den gelen bir gelenektir. Bu uygulamanın Musevilerle Müslümanlarda da olması pek tabiidir. Çünkü, İbrahim Peygamber, hem Musevilerin, hem de Hıristiyanların ve Müslümanların saygı duyduğu ve milletine mensubiyetle iftihar ettiği bir peygamberdir. İlahi dinlerde ortak noktalar çoktur. Bu da onlardan birisidir.
Yazının Devamını Oku

Aşure ve Kerbela

2 Şubat 2007
OKUYUCULARIMIZDAN, "Aşure Günü" ve bununla bağlantılı olarak "Kerbela Olayı" hakkında pek çok soru aldım. Biz de bugünkü yazımızda "Aşure" ve Kerbela Vakası üzerinde duracağız. Aşure kelimesini, 10 sayısı anlamına gelen "aşr", "aşir" veya develerin anlamına gelen "işr" kökünden türemiş Arapça bir kelime sayanlar olduğu gibi, İbranice "aşür" sözcüğünden geldiğini söyleyenler de vardır. Bazı dilbilimciler, sözcüğün, Sami dilleri arasında ortak bir sözcük olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Aşurenin, Musevilik inancında "Büyük Kefaret Günü" için kullanıldığını da Tevrat’ta görmekteyiz. Aşure gününde oruç tutmak Yahudilere farz kılınmıştı. Onlar, yedinci ayları olan Tişrin’in onuncu gününe rastlayan aşureyi bayram günü sayarak birtakım merasimler icra eder ve bir yıllık günahlardan temizlenmek üzere oruç tutarlardı.

* * *

Aşurenin menşei hakkında şu görüşlere yer verilmektedir:

Adem Peygamber’in tövbesinin kabulü, Nuh’un tufandan kurtulup gemisinin Cudi Dağı’na oturması, İbrahim Peygamber’in ateşte yanmaması, Musa Peygamber’in Firavun’un zulmünden kurtulması ve Firavun’un boğularak ölümü, Yakup Peygamber’in oğlu Yusuf’a kavuşması, Eyüp Peygamber’in hastalıklarının geçip iyileşmesi gibi birtakım önemli hadiselerin bu günde gerçekleştiği şeklinde rivayetler mevcuttur. Bu olayların birçoğuna Musevilik ve Hıristiyanlıkta da inanılmakla birlikte Kur’an’da bu ifadelere yer verilmemiştir.

Aşure, cahiliye devri Araplarının da oruç tuttuğu bir gündü. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettikten sonra, aşure orucunu tutmuş ve ashabına da tutmalarını emretmişti. Fakat Ramazan orucu farz kılınınca Hz. Peygamber, "Aşure Allah’ın günlerinden bir gündür. Dileyen tutsun, dileyen tutmasın" buyurmuştur. İslam bilginleri, aşure orucunun sünnet olduğunda görüş birliğine varmışlardır. Musevi gelenekten ayrılmak için sadece Muharrem ayının 10. günü olan aşure gününde değil, 8, 9 ve 10. günlerinde oruç tutulmasının daha iyi olacağı telkin edilmiştir.

Aşurenin İslam tarihinde siyasi bir yönü de vardır. Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61’de Kerbela’da şehit edilmesinden sonra İslam dünyası için bu tarih önem kazanmıştır. Muaviye’nin, oğlu Yezid’i kendisinden sonra halife olarak tayin etmesi ve daha hayatta iken Yezid için biat toplamış olması başta Hz. Hüseyin olmak üzere tüm Müslümanları rahatsız etmiştir. Muaviye’nin ölümünden sonra Yezid’in tahta geçmesi üzerine Hz. Hüseyin, Yezid’e biat etmeyerek Medine’den Mekke’ye hicret etti, fakat sürekli bir biçimde Yezid’in tehdidi altında kaldı.

Kufe halkı, Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmekten kaçındığını öğrenince kendisini Kufe’ye davet etti. İmam Hüseyin, yanında 72 kişiyle birlikte Kufe’ye 70 kilometre uzaklıkta bulunan Kerbela’da Yezid’in askerleri tarafından kuşatıldı ve susuz bırakıldı. Daha sonra da başı kesilerek şehit edildi.

İslam tarihine kara bir leke olarak düşen bu hadisenin uzun ve acıklı hikáyesini burada anlatmaya yerimiz elvermediğinden, kısaca anlatmaya çalıştık.

Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmeyerek mücadeleye kalkışmasının birtakım haklı sebepleri vardır. Babası Hz. Ali, Müslümanların çoğunluğunun biatını almış meşru bir halife iken, kendisiyle mücadeleye girilmiş ve şehit edilerek halifelik elinden alınmıştı. Babasından sonra kendisine biat edilen ağabeyi Hz. Hasan’ın karşı karşıya kaldığı zor durumlar neticesinde hakkından feragat etmek zorunda kalması Hz. Hüseyin’i böyle bir hak mücadelesinin içine çekmiş olsa bile hareketinin hedefindeki gerekçe farklıydı. O, hareketinin hedefini kardeşi Muhammed b. Hanefi’ye yazdığı bir vasiyette şöyle açıklamıştır:

"Ben, azgınlıktan, makam-mevki sevdasıyla fesat çıkarmak ve zulüm yapmak için Medine’den ayrılmadım. Ben, ceddimin ümmetini ıslah etmek, iyiliği emredip kötülüklerden sakındırmak ve ceddim Resulullah ve babam Ali b. Ebu Talib’in yolunda hareket etmek için o şehirden ayrıldım."

* * *

Hz. Hüseyin’
in mücadelesinin asıl amacı, halifeliğin veliahtlık sistemiyle saltanata dönüştürülmesine karşı çıkmaktı. Çünkü, bu sistemle idare Müslümanların seçip belirleyeceği bir idare olmayıp bir hanedana devredilmiş oluyordu. Ayrıca Yezid’in zorla ve baskı ile kendisine biat edilmesini sağlaması, ayrıca Yezid’in İslami emirler hususunda lakayt davranması, içki içmesi, safahat álemine dalması da ona karşı mücadelenin temel nedenlerini oluşturmuştur.

İslamiyet’in dinamik bir prensibinin Kerbela’da sergilendiğini görüyoruz. Bu dinamiğin iki bileşeni var; biri zulme ve zalime karşı direnmek, ikincisi gerektiğinde şehadet mertebesine ulaşmayı göze almaktır.

Kerbela hadisesi Sünni-Şii her Müslüman’ı derinden etkilemiştir. Peygamber hanedanına layık görülen bu zulmü İslam dünyası asırlardan beri nefretle anmaktadır. Bu nefretin sembolik yansıması da şudur: Hiçbir Müslüman çocuğunun adı Yezit değildir.

SORALIM  ÖĞRENELİM

Domuz derisinden deri mont veya ayakkabı giymek caiz midir?

Bir grup okuyucu

Kur’an’da yasaklanan domuz etinin yenilmesidir. Hz. Peygamber, bir hadisinde "dabaklanan her deri temizdir" buyurmuştur. Bu, domuz derisini de içine alan genel bir ifadedir. Dolayısıyla domuz derisinden yararlanmakta bir mahzur yoktur.

Aşure günü aşure tatlısı dağıtmak nereden gelmiştir, bunun dindeki yeri nedir?

Mehtap GÜCENMEZ

Aşure tatlısının ortaya çıkışına dair bir rivayet mevcuttur. Buna göre Nuh, tufandan sonra aşure gününü kutlamak için geminin ambarında kalan erzakı birbirine karıştırıp bir tür tatlı yiyecek hazırlamıştır. İçinde farklı malzemelerin kullandığı bu tatlı bir gelenek halinde günümüze kadar gelmiştir. Tabii bu bir rivayettir, ne derece sağlam olduğunu bilmiyoruz. Bilinen bir şey varsa; aşure pişirip dağıtmanın günümüzde halk tarafından güzel bir uygulama olarak sürdürülmesidir. Bu da sevginin pekişmesine bir vesiledir. Dini bir ibadet değildir.

Teheccüd namazının tam vaktini açıklar mısınız?

Celal TOPRAK/İZMİR

Teheccüd namazı, yatsı namazından sonra henüz uyumadan veya bir süre uyuduktan sonra kalkılıp sabah namazından önce kılınan gece namazıdır. Mendup veya sünnettir.



* Çocukların sünnet olması Musevilikte de var, bu konuda ne dersiniz?

Muzaffer İŞGÖRÜR

Sünnet olmak, İbrahim Peygamber’den gelen bir gelenektir. Bu uygulamanın Museviler ile Müslümanlarda da olması pek tabiidir. Çünkü, İbrahim Peygamber hem Musevilerin, hem de Hıristiyan ve Müslümanların saygı duyduğu ve milletine mensubiyetle iftihar ettiği bir peygamberdir. İlahi dinlerde ortak noktalar çoktur. Bu da onlardan birisidir.

* Kılamadığımız namazların yerine fidye versek namaz borcu üzerimizden düşer mi?

Fatma GÜNDOĞDU

Sizin söylemek istediğiniz "ıskat-ı salat"tır (namazından zimmetten düşürülmesi). Herhangi bir sebeple vaktinde kılınmayan ve böylece yükümlünün zimmetine borç olarak geçmiş bulunan namazların bir tek ödeme yolu vardır, o da kılamadığınız namazları kılmaktır. Yani kaza etmektir. Bundan başka namazın zimmetten düşürülmesi için bir yol yoktur. Namaz, tutulmayan oruçlar gibi değildir. Oruç için fidye verilmesi hakkında Kur’an’da ayet vardır. Fakat, kılınmayan namazlar için fidye verileceğine dair bir ayet yoktur.



Yazının Devamını Oku