İlter Türkmen

Montrö Sözleşmesi

13 Eylül 2008
GEÇEN ay Rus kuvvetlerinin Gürcistan topraklarına girmesini takiben ABD’nin boğazlardan geçen savaş gemileri ile Gürcistan limanlarına insancıl yardım sevk etmesi, boğazların statüsünü düzenleyen Montrö Sözleşmesi hakkında bir hayli tartışmaya yol açtı. Bazıları ABD’nin Sözleşme’de öngörülen tonajın üstünde gemileri Karadeniz’e soktuğunu ileri sürdüler.

Montrö Sözleşmesi’ni değerlendirirken bunun çok aleyhimize olan Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin yerine geçtiğini anımsamamız gerekir. Lozan Sözleşmesi Boğazları uluslararası bir yönetime tabi tutmuş, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının sahilleri ile Marmara adalarını ve Çanakkale Boğazı’nın girişine yakın Ege adalarını silahsızlandırmış, barış zamanında bütün savaş gemileri için serbest geçiş kuralını kabul etmişti. Montrö Sözleşmesi’nde bu düzenlemeler lağvedilmiş ve Türkiye Boğazlar bölgesinde kuvvet bulundurmak hakkına kavuşmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nı takiben Moskova’nın boğazlar bölgesinde güvenliğin Türkiye ve Rusya tarafından ortaklaşa sağlanmasını talep etmekte gecikmediğini de hatırlamalıyız.

* * *

Sözleşme, boğazlardan geçişte sahildar olmayan devletlere birçok kısıtlamalar getirdiği için aslında Rusya’nın lehinedir. Bu devletler barış zamanında en az sekiz gün önce Karadeniz’e gönderecekleri gemilerin sayısını, tipini ve geçiş tarihini Türk yetkili makamlarına bildirmekle yükümlüdürler. Ancak insancıl maksatlarla acilen yardım gönderilmesi gerektiğinde bu yöntem basitleştirilebilir ve önceden başvuru talep edilmeyebilir. Bu şekilde geçecek gemilerin toplam tonajı 8.000 tonu aşamaz.

Boğazlardan aynı anda transit halindeki gemilerin sayısı dokuzu ve tonajı 15.000 tonu geçemez. Sahildar olmayan devletlerin kümülatif olarak Karadeniz’de bulundurabilecekleri gemilerin azami tonajı 30.000 tondur. Tek bir devlet için bu tonaj 20.000 tonla sınırlıdır. Bununla beraber, Karadeniz’deki en güçlü donanmanın tonajı Sözleşme imzalandığı tarihteki en güçlü donanmanın tonajını 10.000 ton aşarsa, 30.000 tonluk limit 45.000 tona kadar çıkılabilir. Demek oluyor ki bugünkü koşullarda limit fiilen 45.000 tondur. Karadeniz’de konaklama süresi de 21 gündür.

* * *

Karadeniz’e sahildar ülkelerin barış zamanındaki hakları çok daha geniştir. Sözleşmede tarif edilen gemiler kategorisine dahil olan ve 15.000 tonu aşan su üstü gemilerini teker teker seyretmek şartı ile boğazlardan geçirebilirler. Karadeniz dışında inşa ettikleri veya satın aldıkları denizaltıları, ayrıca Karadeniz dışındaki tersanelerde tamir ettirdikleri denizaltıları da, teker teker, su üstünde ve gündüz seyretmek koşulu ile geçirebilirler. Montrö Sözleşmesi’ne göre savaş halinde, Türkiye tarafsız ise muharip devletlerin gemileri boğazlardan geçemez. Türkiye muharip ise, boğazlardan savaş gemilerinin geçişini istediği gibi düzenlemek hakkına sahiptir. Soğuk savaş zamanında bu hüküm tabii NATO’nun işine geliyordu.

Sözleşmenin uygulanmasında Türkiye’nin her zaman büyük titizlikle hareket ettiğini de belirtmek lazım. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, müttefiklerin bazı Alman savaş gemilerinin ticari gemiler kisvesi altında geçtiği iddia etmeleri ihtilafa yol açmıştı. Soğuk savaş zamanında ise ne Sovyetler’den ve ne de NATO müttefiklerinden ciddi bir şikáyet gelmedi. Türkiye’nin taraf olmadığı, fakat yürürlükte bulunan Montego Bay Sözleşmesi de boğazlar rejiminin Montrö Sözleşmesi’ne tabi olmaya devam etmesini hükme bağladı.

* * *

Şimdi, ABD’nin Karadeniz’de daha geniş hareket serbestisi elde etmek için Montrö Sözleşmesi’nde değişiklik yapılması amacı ile Türkiye nezdinde girişimde bulunacağı rivayetleri dolaşıyormuş. ABD’nin yeniden Türkiye ile ilişkileri gerecek ve üstelik Türkiye ile Rusya’yı aynı safta birleştirecek bir teşebbüs öngörmesi akla pek yakın gelmiyor. Ama ABD bu. Her an şaşırtabilir!
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı’nın Erivan ziyaretinin arkası gelecek mi?

9 Eylül 2008
"İYİ biten her şey iyidir." Cumhurbaşkanı Gül’ün Erivan ziyareti de iyi geçti. Herhangi bir tatsızlık veya taşkınlık olmadı. Protestolar yaygın değildi. Stadyumda Ermeni seyirciler örnek teşkil edecek bir temkin ve olgunluk sergilediler.

Ermenistan Cumhurbaşkanı da herhalde Gül’ün davetine icabetle rövanş maçı için Türkiye’ye gelecek. Ne var ki, maçtan maça devlet başkanları ziyaretleriyle yetinilemez. Geçen cumartesi günkü yazımda Gül’ün ziyareti somut sonuçlara dönüşmezse, bunun iç politikada polemikleri tahrik etmesinin şaşırtıcı olmayacağını belirtmiştim.

Ayrıca, Cengiz Çandar’ın Radikal Gazetesi’ndeki 7 Eylül tarihli yazısında ifade ettiği gibi "...Cumhurbaşkanı’nın Erivan’a gelişiyle taçlanan yakınlaşmayı iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulması ve sınırların açılması izlemez ise ortaya müthiş bir hayal kırıklığı çıkacak Bunun yol açacağı kopukluğun üstesinden gelmek, bugüne dek zaten var olan zorlukları aşmaktan çok daha zor olacak".

* * *

Anlaşılan Gül’ün ziyareti yalnızca protokoler ve sembolik bir ziyaret olmamış. Ermenistan Dışişleri Bakanı Edvard Nalbandyan, Erivan’da bulunan medya mensuplarına Gül’ün Erivan’dan ayrılmasından sonra Ali Babacan ile bir araya geldiklerini ve iki ülke arasında sınırın açılması ve diplomatik ilişkiler kurulması sürecini başlatmak konusunda mutabık kaldıklarını açıklamış.

Bu gelişme, Türkiye’nin tutumunda çok özlü bir değişiklik anlamına gelir; çünkü şimdiye kadar, sınırın açılması ve diplomatik ilişkiler başlatılması fiilen Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ ihtilafının peşinen çözümlenmesi şartına bağlanmıştı.

Bundan sonra iki süreç bir arada mı yürütülecek, yoksa Türkiye-Ermenistan ilişkileri tamamen ayrı bir çerçevede mi ele alınacak? Bunu tam bilmiyoruz. Ne var ki, Karabağ sorununun süratle çözümlenmesi o kadar kolay olmaz. İki süreci birbirine bağlamak, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini sürüncemede bırakır.

Bugüne kadar sınırın açılması ve diplomatik ilişki kurulmasına karşı ileri sürülen savlar vardı. Bunların başlıcası, Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebinden vazgeçmediği savıydı. Özellikle Ermenistan’ın bağımsızlık deklarasyonunda Doğu Anadolu için "Batı Ermenistan" ifadesinin mevcut olduğu ve anayasasının da bu deklarasyona atıfta bulunduğu ileri sürülüyordu.

Deklarasyon ile anayasadaki yazılış biçimi somut toprak talebi anlamında ise o zaman, neden Ermenistan’ı ilk tanıyan devletler arasında yer aldık sorusu ister istemez akla geliyor.

Bir başka görüşe göre, problem Ermenistan’ın 1921 tarihli Kars Antlaşması’nı teyit etmeye yanaşmamasından kaynaklanıyordu. Bu takdirde de yine neden tanıma sırasında sınırın peşinen tanınmasında ısrar etmediğimiz izahsız kalıyordu.

* * *

Bundan birkaç yıl önce Türkiye-Ermenistan Barışma Komisyonu’nun üyesiydim. Komisyon dağılmadan önce Türk ve Ermeni üyelerinin koordinatörleri, sınırın 1921 Kars Antlaşması temelinde açılması yolundaki görüşlerini Türkiye ve Ermenistan dışişleri bakanlarına bir mektup ile ilettiler.

Ermeni üyeler, o zaman sınırın karşılıklı olarak tanıyan Kars Antlaşması’nın teyidi konusunda Erivan’ın menfi bir tutum içinde olacağına ihtimal vermiyorlardı. Sonra ne olduğundan haberim yok. Fakat sınırın açılması ve diplomatik ilişkilerin kurulması konusundaki isteksizliğimizin başlıca nedeninin Azerbaycan’ı gücendirmemek olduğunu tahmin ediyorum.

Belki de yine aynı nedenledir ki, ilişkilerin geliştirilmesinde öncelik iki taraf tarihçilerinin bir araya gelmesine verilmişti; çünkü tarihçiler toplantısı doğrudan Azerbaycan’ın itirazını çekecek nitelikte görülemezdi.

Tarihçilerin aralarında, 1915 olayları hakkında uzlaşma yansıtan bir tarihi yorum üzerinde anlaşmaları ise neredeyse imkánsızdı.

Cumhurbaşkanımızın inisiyatifinin Türkiye ile Ermenistan arasında nihayet normal iyi komşuluk ilişkilerine yol açması, kendi sorunlarımızı çözmede şimdiye kadar bizi frenleyen kıskaçlardan kurtulmaya başladığımızı da kanıtlayacaktır.
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın diplomatik atılımları

6 Eylül 2008
PARLAMENTER rejimde dış politikanın yürütülmesinde başlıca sorumluluk Başbakan’dadır; çünkü parlamentoya hesap verecek olan odur. Cumhurbaşkanı daha çok sembolik ziyaretler yapar, fakat yine de yanına bir hükümet üyesini alır. Bir anlaşma imzalanacaksa onu bakan da imzalar. Oysa zaman zaman, özellikle Özal ve Demirel devrinde cumhurbaşkanları dış politikada çok aktif oldular. Abdullah Gül de, eski bir Dışişleri Bakanı olarak kazandığı tecrübe ve o görevde bulunduğu sırada yarattığı olumlu imaj ile yoğun diplomatik faaliyet içinde.

Bugün Türkiye ve Ermenistan milli takımlarının karşılaşmasında hazır bulunmak üzere Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın davetlisi olarak Erivan’a gidiyor. Ziyaretinin başarılı ve herhangi bir aksilik veya tatsız olay vuku bulmadan geçmesini temenni ederim.

* * *

Doğrusu Erivan ziyareti konusunda başından beri bazı tereddütlerim vardı. Kararın son dakikaya kadar açıklanamaması, Cumhurbaşkanı’nın da bazı tereddütleri olduğunu gösterir. Gül’ün bu ziyaret sonunda Türkiye ile Ermenistan arasındaki çok karmaşık sorunların hiç değilse bir iki tanesi üzerinde bir çözüm olasılığı belirmesini beklediğini varsayabiliriz.

Türk ve Ermeni diplomatları arasında geçen aylarda Avrupa’da yapılan toplantılarda bizim taraftan önceliğin tarihçilerin bir araya gelmesine verildiği anlaşılıyor. Acaba Erivan’da bu yolda veya sınırın açılması konusunda bir ilerleme mi umuyoruz?

Unutmamak gerekir ki ilişkilerin normalleştirilmesinde en önemli adım, sınırın açılmasıdır. Gürcistan’daki kriz ve sürekli istikrasızlık ihtimali karşısında bu alanda bir uzlaşmanın artık sadece Ermenistan’a değil, Türkiye’ye de yarar sağlayabileceğini göz ardı etmemeliyiz. Çözüm bekleyen sorunların hiçbirinde bir ilerleme işareti belirmezse yine de başarıdan bahsedebilecek miyiz?

Olabilir, çünkü ziyaret çok sıcak bir atmosferde geçerse, dışişleri bakanları, devam edecek olan buluşmalarında daha kolay ilerleme kaydedebilirler. Ne var ki, somut sonuç vermeyen bir ziyaretin iç politikada polemikleri tahrik etmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Ziyaretin kuşkusuz Azerbaycan yönü de var. Azerbaycan hükümeti herhangi bir itiraz ileri sürmediyse de Azerbaycan basınından, sivil toplumundan ve akademisyenlerinden düş kırıklığı belirten tepkiler geldi.

Bunlar normal karşılanabilirse de Türkiye’nin Ermenistan ile sürekli kötü ilişkiler içinde bulunmasının Karabağ sorunun çözümüne nasıl bir katkı sağlayacağını anlamak zor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’a gelince; o Suriye Başkanı Beşar Esad’ın daveti üzerine perşembe günü Şam’daydı. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Katar Emiri ile birlikte dörtlü bir toplantıya katıldı. Sarkozy daha önce Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasında barış müzakerelerin başlamasındaki rolünü görmezlikten geliyordu.

27 Ağustos’ta Paris’te yapılan büyükelçiler toplantısındaki konuşmasında Suriye ile İsrail arasında barış sürecini sahiplenerek şunu söylemişti: "Suriye, zamanı gelince, İsrail ile yapacağı doğrudan müzakerelerde ve barış için anlaşmaya varılırsa bu anlaşmanın uygulanmasında Fransa ile ABD’nin ortaklaşa kolaylaştırıcı bir işlev üstlenmelerini bekliyor."

Türkiye’nin önemli katkısına bir atıf bile yoktu! Neyse Şam’daki toplantıda Türkiye’nin inisiyatifini övdü ve onun katkısının devamına ihtiyaç duyulduğunu vurguladı.

* * *

AKP hükümetinin Ortadoğu ve Kafkasya’da aktif, yapıcı ve uzlaştırıcı bir rol oynadığı kabul edilmelidir. Fakat dış politikanın öncelik sırasında bir hata yok mu sorusu ister istemez akla geliyor.

Hiç değilse aynı miktarda enerjinin Avrupa Birliği üyelik sürecinin hızlandırılmasına ve onunla bağımlı olan Kıbrıs meselesinin çözümüne hasredilmesi doğru olmaz mıydı?

Evet, Kıbrıs’ta Talat ile Hristofyas arasındaki görüşmeleri destekliyoruz, fakat çözümün temel parametreleri konusundaki tutumumuzun çizgileri iyice belirlendi mi?
Yazının Devamını Oku

Obama mı McCain mi?

2 Eylül 2008
DENVER Colorado’da geçen hafta yapılan Demokrat Parti Kurultayı her bakımdan son derece etkileyici ve hatta heyecan vericiydi. Hemen hepsi çok iyi hatip olan Hillary Clinton, Bill Clinton, Başkan Yardımcısı adayı Joe Biden, Michelle Obama, eski Başkan Yardımcısı Al Gore ve en sonunda Obama’nın kendisi stadyumda bir araya gelen 80.000 kişiyi duygulandıran ve coşturan konuşmalar yaptılar. Daha önce soyut konuştuğu için eleştirilen Obama, bu defa, seçildiği takdirde güdeceği politikaların somut unsurlarını özellikle açıklamak lüzumunu duydu ve daha çok ekonomi, enerji, sosyal programlar, küresel ısınma ve eğitim üzerinde odaklanmayı tercih etti.

*

Orta sınıfı yılda 5 milyon doların altında geliri olanlar diye tarif eden Cumhuriyetçi başkan adayı McCain ile alay ederek, Bill Clinton döneminde 23 milyon kişiye iş yaratıldığını, bugün ise işsizliğin had safhaya vardığını, Bush yönetiminin büyük şirketlere vergi muafiyetleri tanırken orta sınıfı tamamen ihmal ettiğini, kendisinin ise çalışan ailelerin %95’inin vergilerini indireceğini, 10 yıl içinde 150 milyar dolar harcayarak yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştireceğini ve ABD’nin Ortadoğu petrolüne bağımlılığını azaltacağını, sağlık sigortalarının kapsamını genişleteceğini, eğitim düzeyini yükselteceğini, büyük şirketlerin az vergi ödemelerine elverişli mevzuatı değiştireceğini açıkladı.

*

Kurultayda en dikkati çeken konuşmalardan biri de bence Al Gore’un konuşmasıydı. Al Gore, hatırlanacağı gibi, 2000 yılındaki seçimlerde George Bush ile başa baş giderken tartışmalı bir sayım sonucunda yenilmişti. Gore’a göre o tarihte Demokratlar kazanmış olsaydı Amerika Irak bataklığına saplanmayacak, Usame Bin Ladin yakalanıncaya kadar takip edilecek, bugünkü vahim ekonomik buhranın içine düşülmeyecek, Anayasa’ya saygısızlık gösterilmeyecek, ırk, din, cinsiyet ve cinsel tercihe bakılmaksızın bütün Amerikalıların hakları korunacaktı. İklim krizi, inkár edileceğine çözüme kavuşturulacaktı. Gore, bugün Amerika’nın Obama gibi bir başkana ihtiyacı aşikár iken, Bush’un politikalarını sürdürecek olan McCain ile Obama’nın kamuoyu araştırmalarında hálá başa baş gitmelerinin nedenini şöyle izah ediyor:

*

"Bugün Çin’den borç aldığımız para ile Ortadoğu’dan petrol ithal ediyoruz ve onu yakarak medeniyetimizi tahrip ediyoruz. Petrol şirketlerinin kárları ve petrol fiyatları tavana vurdu ve her zamankinden daha çok kirli ve tehlikeli fosil yakıtlara muhtaç hale geldik... Birçok bilim adamı Kuzey Kutbu’ndaki buz tabakasının yeni başkanın dört yıllık görev süresi içinde yok olabileceğini düşünüyorlar... Savunma uzmanlarımız iklim mültecilerinin ciddi siyasi istikrarsızlıklara yol açabileceği uyarısında bulunuyorlar."Gore, bütün bu gerçeklere rağmen, McCain’in oy gücünü koruyabilmesinin, statükocuların Obama’yı kendi bencil menfaatleri açısından bir tehdit olarak algılamalarından ileri geldiğini vurguluyor.

*

Al Gore’un değerlendirmelerine katılmamak zor. Normal olarak Obama’nın gençliği, entelektüel kapasitesi, dengeli görüşleri, insani ve sosyal hassasiyetleri, Biden gibi dış politikada geniş tecrübe sahibi yardımcısı ile tükenmiş bir insan intibaını veren ve bazı karakter ve mizaç sorunları olan McCain’den çok daha fazla destek görmesi gerekirdi. Üstelik Obama’yı dış politikada deneyimsiz olmakla itham eden McCain, Alaska Valisi Sarah Palin’in şahsında çok muhafazakár ve dış politikada Obama’dan çok daha deneyimsiz bir başkan yardımcısı seçti. Oysa, artık 72 yaşına geldiğine göre, önümüzdeki yıllarda başkan olma ihtimali fazlalaşan yardımcısının daha deneyimli olmasına öncelik vermeliydi.

*

Türkiye açısından başkanlık seçimlerine baktığımızda hem Obama’nın hem de yardımcısı Joe Biden’in Ermeni lobisine vaatlerini göz önünde tutmamak mümkün değil. Ne var ki, dünyadaki istikrarsızlığın başlıca sorumlusu olan Bush yönetiminin politikalarının devam etmesinin Türkiye’nin yararına olmayacağı da muhakkak.
Yazının Devamını Oku

Türkiye arada kalıyor!..

30 Ağustos 2008
ORTADOĞU’da veya Kafkasya’da ne zaman ciddi bir kriz çıksa "Türkiye arada kalıyor" veya "fatura yine bize çıkacak" gibi yakınmaların ardı arkası kesilmiyor. Mağduriyet psikolojisinden mi, yoksa aşırı bir benmerkezcilikten mi mustaribiz, pek bilemiyorum.

Elbette Irak savaşı ve Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi, Türkiye için olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Fakat bir kere bu gibi elimizde olmayan gelişmelerde yakınmanın faydası yok, ikincisi saldırılara uğrayan ülkeler kadar zarara uğradığımız iddia edilemez.

Üstelik bu krizler jeopolitik konumumuz dolayısıyla dış politikamızda önemli fırsatlar çıkarmıyor değil. Bunlardan istifade edemiyorsak,o başka mesele.

* * *

Gürcistan’da Saakaşvili’nin hatasını istismar eden Rusya’nın bir oldubittisi ile karşı karşıyayız. Rusya’nın bağımsızlıklarını tanıdığı Güney Osetya ve Abhazya üzerinde Gürcistan’ın tekrar egemenliğini tesis etmesi söz konusu değil.

Bu krizde, fiili duruma rağmen, istesek de istemesek de, NATO ile dayanışma halinde Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü savunmaya devam etmeliyiz; çünkü Gürcistan ile ilişkilerimizin bozulmasının sonuçları aleyhimize olur. Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri bile toprak bütünlüğü prensibinde ısrar ederken Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanımayı herhalde aklımızdan geçiremeyiz.

Böyle bir tanımanın Rusya’nın KKTC’yi tanımasına yol açabileceği gibi bir hayale kapılmak da mümkün değil. KKTC’nin statüsü çok değişik. Çünkü onun bağımsızlığı Kıbrıs’ın tekrar birleşmesine engel oluşturmuyor. KKTC’nin bağımsızlık bildirisi, amacın yine adanın kuzeyi ile güneyinin bir federal çözümle birleşmesi olduğunu vurgulamıştı.

Nitekim 3 Eylül’de Kuzey ile Güney arasında çözüm müzakereleri yeniden başlayacak. Rusya’nın KKTC’yi tanıması ihtimali de zaten hiç yok. Güney Kıbrıs ile arasında Sırbistan ile olduğu gibi Ortodoksluk dayanışması var. Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde Güney Kıbrıs’ı sürekli koruduğunu nasıl unuturuz?

"Türkiye arada kaldı" deniyor; çünkü Rusya Genelkurmay Başkan Yardımcısı, Karadeniz’e geçen ABD gemileri, Montrö Sözleşmesi’nde öngörülen 21 günlük sürenin bitiminde Akdeniz’e geri dönmezlerse bundan Türkiye’nin sorumlu olacağını söylemiş. Anlaşılan Rus generalleri de ileri geri konuşmak eğilimdeler.

Montrö Sözleşmesi’nde, sahildar olmayan devletlere ait savaş gemilerinin Karadeniz’de öngörülen sürenin ötesinde kalmaları halinde Türkiye’nin bundan sorumlu olacağına dair bir hüküm yok. Rusya’nın bu konuda muhatabı Türkiye değil, Amerika’dır.

Montrö Sözleşmesi’nin normal barış zamanında kendi lehinde olduğunu Moskova gayet iyi bilir. Şayet Boğazların statüsü Montrö Sözleşmesi’ne değil, diğer boğazlar gibi Montego Bay Sözleşmesi’ne tabi olsaydı, ABD bütün donanmasını Karadeniz’e süre sınırlaması olmadan gönderebilecekti.

Şunu da belirtmek lazım. Türkiye’nin bugün askeri bakımdan Rusya’dan korkması için bir neden yok. Evet, enerji kozunu elinde bulunduruyor, fakat bunu kullanmanın kendisine de zarar vereceğini mutlaka biliyordur.

* * *

Kısa vadede en büyük tehlike, Saakaşvili’nin devrilmesi ve yerine Rus nüfuzu altında birinin gelmesidir. Tiflis-Bakü-Ceyhan gaz boru hattı, asıl o zaman bloke edilebilir. Türkiye’nin bu açıdan da çıkarı ABD ile aynıdır ve Saakaşvili yönetimine daha fazla ekonomik destek sağlanması için özellikle AB ülkelerine çağrıda bulunmalıdır.

Diğer taraftan Ukrayna üzerinde, özellikle Kırım’da Rus baskısının artacağının işaretleri bugünden görülüyor. Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunması da Türkiye’nin lehinedir. Sovyet emperyalizmi özlemi gittikçe artan Rusya’nın Karadeniz’de daha güçlü hale gelmesi bizim de çıkarlarımıza aykırıdır.

Uzun vadede Güney Osetya ile Abhazya’nın Gürcistan’dan koparılmasının diğer bölgelere yansımalarının neler olabileceğini bugünden öngörmek zor. Aynı akıbetle karşılaşabileceğimiz başka durumlar eksik değil.

Türkiye bugünkü karmaşık durumda Rusya ile mümkün olduğu kadar gerginlik yaratmayacak bir yol izlemeli, fakat temel menfaatlerinin ancak Batı ile dayanışma içinde korunabileceği bilinciyle hareket etmelidir.
Yazının Devamını Oku

Pakistan’da yeni sayfa

23 Ağustos 2008
PERVEZ Müşerref’in başkanlıktan istifası, kuşkusuz Pakistan’ın fırtınalı tarihinde yeni bir dönüm noktasıdır. Bu ülkede seçimle işbaşına gelmiş hükümetler ile darbeyle iktidara el koyan askeri rejimler birbirini izlemiştir. Her iki yönetim şekli de Pakistan’ın kronik istikrarsızlığında sorumluluk taşımaktadır.

Müşerref, anılarında, bu gerçeği gayet iyi özetliyor. Ona göre Zülfikár Ali Butto bir seri devletleştirmeyle ekonomiyi mahveden ve güttüğü politikalarla Doğu Pakistan’ın kopmasına neden olan bir başbakandı. Onu deviren General Ziya ül Hak, köktendinciliğin bugünkü tehlikeli boyutlara ulaşmasının başlıca sorumlusuydu.

Pakistan Halk Partisi’nin lideri Benazir Butto ve Pakistan Müslüman Ligi’nin bir kanadını teşkil eden partinin lideri Navaz Şerif, devletin yozlaşmasında büyük rol oynamışlardı. Ordunun müdahalelerini aslında birbirleriyle sürekli kavga eden politikacılar tahrik etmişlerdi.

* * *

Peki, 1999’da, Navaz Şerif’in, başbakan iken, kendisini öldürmek için kurduğu komplodan son dakikada kurtulan ve akabinde yönetimi ele geçiren Müşerref’in sicili için ne söylenebilir? Genellikle basına bir ölçüde özgürlük tanıdığı, kadın haklarını koruduğu, Hindistan ile ilişkilerdeki gerginliğe son verdiği, ekonominin iktidarı zamanında oldukça yüksek bir büyüme hızına kavuştuğu, eğitim sisteminde bazı reformlar yaptığı kabul ediliyor.

11 Eylül 2001’den sonra ise terörle mücadelede ABD’nin başlıca müttefiki haline geldi ve Pakistan ordusunun güçlenmesi için 10 milyar dolarlık bir hibe yardımından yararlandı.

Ne var ki Afganistan’a 11 Eylül’den sonra yapılan müdahale başarılı olamadı. "Savaş lortları" denilen aşiret reisleri ile işbirliği yapılması, merkezi hükümetin otoritesini Kábil dışına yayamaması, Irak savaşının başlaması ile önceliğin Ortadoğu’ya kayması, Taliban’ın ve El-Kaide’nin Pakistan topraklarında yuvalanarak eylemlerini oradan yürütmelerine ve Afganistan’da savaşın şiddetlenmesine yol açtı.

Pakistan’daki "derin devlet" çelişkileri de gelişmelerde etkili oldu. Ünlü "Merkezi İstihbarat Servisi" Taliban’ı el altından desteklerken Pakistan ordusu, Taliban ve El-Kaide ile çatışıyordu. Amerika aleyhtarlığı ise gittikçe artmaktaydı.

Müşerref’in ayrılmasından sonra Pakistan’ın daha büyük bir istikrarsızlığa sürüklenmesinden duyulan korku sebepsiz değil. Hükümet koalisyonunun iki lideri Navaz Şerif ile Benazir Butto’nun öldürülmesinden sonra Pakistan Halk Partisi’nin başına geçen eşi Asıf Ali Zerdari birbirlerinden nefret ediyorlar. Yeni başkanın seçiminde olduğu kadar Müşerref’in azlettiği Yüksek Mahkeme üyelerinin eski görevlerine iadesi konusunda anlaşıp anlaşamayacakları bile belli değil.

Sürekli bir istikrarsızlıktan duyulan endişenin bir nedeni de Pakistan’ın artık nükleer silahlara sahip olmasıdır. İlk nükleer infilak 1998’de gerçekleştirilmiş, ertesi yıl da Müşerref yönetimi ele geçirmişti. Bir bakıma nükleer silahların sorumsuzca kullanılmayacağının teminatı sayılıyordu.

* * *

ABD’nin Soğuk Savaş sonrasındaki hatalarından biri, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi sorununu ciddi bir şekilde ele almaması olmuştu. Sovyetler Birliği çöktükten sonra sadece Rusya’da değil, Ukrayna’da, Belarus’ta ve Kazakistan’da nükleer silahlar mevcuttu. Bu üç yeni devletin nükleer silahlarını Rusya’ya devretmeleri sağlandı. Fakat yeni nükleer güçler ortaya çıkması engellenemedi.

1998’de birbirinin arkasından Hindistan ve Pakistan nükleer devlet haline geldiler, Kuzey Kore de aynı yolu takip etti. Bugün ise İran’ın nükleer programı en büyük tehlike olarak algılanıyor.

İdeolojik ve bölgesel siyasi ihtirasları olan veya istikrarsızlık içinde bulunan devletlerin nükleer tetiği daha kolay çekebilecekleri muhakkaktır. Ancak galiba artık olan oldu. Henüz nükleer bomba imali aşamasına gelmemiş olan İran’ın bile durdurulması son derece zor.
Yazının Devamını Oku

Büyük komşumuz İran

19 Ağustos 2008
SOVYETLER Birliği zamanında büyük komşumuz Rusya idi. Soğuk savaş sonrasında onunla hiç değilse şimdilik kara sınırımız kalmadığı için en büyük komşumuz İran oldu. Komşuluğumuz dolayısıyla İran’a karşı politikamızın ABD ve hatta AB’den daha fazla açılımcı olması yadırganmamalıdır.

Bir ülkenin politik rejimi sadece Türkiye için değil, diğer Batılı ülkeler için de ilişkilerde tek kıstas teşkil etmiyor. Tabii İran’ın Şii köktendinci bir devlet olması, bazı hassas konularda sürtüşme nedeni olmaya devam ediyor. Anıtkabir ziyareti meselesi bunlardan biri.

* * *

1980’li yılların başında Dışişleri Bakanı iken Ankara’ya yeni bir İran Büyükelçisi atanmıştı. Cumhurbaşkanına güven mektubunu sunmasından bir gün önce, protokol görevlileri büyükelçinin merasimi takiben Anıtkabir’i ziyaret etmeyi reddettiğini haber verdiler. Kendisini çağırdım ve aramızda şöyle bir konuşma cereyan etti:

"Siz yarın güven mektubunuzu cumhurbaşkanına takdim ediyorsunuz, değil mi?.."

"Evet."

"Peki, arkasından da Anıtkabir’i ziyaret ediyorsunuz..."

"Hayır etmiyorum..."

"Öyleyse zahmet edip Çankaya’ya çıkmayın, doğruca havalimanına gidin, çünkü Tahran’a dönüyorsunuz..."

"Tamam, Anıtkabir’e de gideceğim..."

Sorun çözümlenmişti, fakat arada bizim de hatamız oldu. Büyükelçinin Anıtkabir defterine yazı yazmasını önlemeliydik. Bunu yapmadık, o da deftere oldukça münasebetsiz şeyler yazdı.

Şimdi İran büyükelçilerinin göreve başlarken ne yaptıklarını bilmiyorum. Fakat Ahmedinejad’dan önce 1996’da Ankara’ya gelen Cumhurbaşkanı Rafsancani de Anıtkabir’i ziyaret etmemişti.

Emsal mevcut olduğuna göre Ahmedinejad da pekálá Ankara’da ağırlanabilir ve hiç değilse İstanbul iki gün boyunca trafik işkencesine maruz kalmaz, ziyaretin maliyeti çok daha az olurdu. Anlaşılan bu konuda AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı kendilerini çok daha kırılgan hissettiler.

Mahmud Ahmedinejad’ın ziyareti, kendisi bakımından kuşkusuz başarılı geçti. Bir kere ABD’nin çekincelerine rağmen ve nükleer programı yüzünden BM Güvenlik Konseyi’nden İran’a karşı ek yaptırımlar gündemde iken bu ziyaret gerçekleşti. Ayrıca Türkiye’de kendisini sempatik ve karizmatik bulanların sayısı az olmadı.

Uyuşturucu kaçakçılığı, organize suçlar ve terörizmle mücadele alanlarında işbirliği öngören bir anlaşma da imzalandı. Ne var ki üzerinde en çok durulan enerji anlaşması imzalanamadı. Ahmedinejad’ın bu anlaşmanın yakında imzalanacağı yolundaki ifadelerinin aşırı iyimser olduğunu da biliyoruz.

* * *

Söz konusu anlaşmadan amaç, İran ve Türkmenistan’dan gelecek doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevk edilmesini, ayrıca Türkiye’nin Pars bölgesinde üç sahada gaz araştırmasını sağlamaktı. Oysa İran, Türkiye’nin istediği gibi Pars bölgesinde çıkarılacak gazın ortaklaşa paylaşılmasını kabule yanaşmıyor, Türk şirketleriyle yalnızca bir servis anlaşması akdetmekte ısrar ediyordu.

Anlaşmanın imzalanmamasının asıl nedeni budur. ABD’nin anlaşmadan rahatsızlık duyması başlıca etken olmamıştır. İran’dan bugünkünden çok daha fazla miktarda gaz gelmediği takdirde Avrupa’ya gaz sevk edecek Nabucco projesinin gerçekleşmesi ise bugünkü koşullarda mümkün olmayacaktır.

AB ülkelerinin İran’dan gelecek gazın Nabucco kanalı ile kendilerine ulaştırılmasını kabul edip etmeyecekleri de belli değil. Avusturya hariç, diğer AB ülkelerinin enerji şirketleri İran’ı zaten terk etmiş bulunuyor.

Ahmedinejad ile İran’ın nükleer programı sorununa da mutlaka temas edilmiştir. Bu konuda AB çok aktif olduğuna göre bizim ayrıca çok özlü bir rol oynamamız beklenemez. Ne var ki, BM Güvenlik Konseyi’ne üye seçildiğimiz takdirde İran üzerindeki oylamalarda bir hayli zorlanacağız.

Kısacası, İran politikamız esasında isabetlidir. Bu politika fazla hayale kapılmadan ve bazı tuzaklara düşmeden sürdürülmelidir.
Yazının Devamını Oku

Kafkasya’da yeni jeopolitik tablo

16 Ağustos 2008
FRANSA Cumhurbaşkanı Sarkozy Moskova’da Rusya Başkanı Medvedev ile altı nokta üzerinde mutabakata varmıştı: Kuvvet kullanılmasına son verilmesi, bütün askeri eylemlerin durdurulması, insani yardımlara imkán tanınması, Gürcü birliklerinin eski mevzilerine dönmesi, Rus birliklerinin çatışma başlamadan öncesi konuşlanma yerlerine çekilmesi, Güney Osetya ve Abhazya’nın müstakbel statüsü konusunda uluslararası görüşmeler yapılması. Sarkozy Moskova’dan sonra Tiflis’e gelince Saakaşvali, ülkesinin toprak bütünlüğü açısından tehlikeli gördüğü son maddeye itiraz etti ve mutabakattan çıkarılmasını istedi. Moskova buna itiraz etmedi, çünkü artık Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan tamamen koptukları konusunda herhangi bir tereddüdü kalmamıştı. Medvedev Moskova’da Sarkozy ile ortaklaşa yaptıkları basın konferansında "egemenlik" ile "toprak bütünlüğü"nün ayrı ayrı kavramlar olduğunu zaten vurgulamıştı. Rusya Gürcistan’ın egemenliğe saygı gösterecek, fakat "toprak bütünlüğü"nü tartışmaya açacaktı. Tabii Rusya Kosova emsalini de hatırdan çıkarmıyordu.

* * *

Saakaşvili’nin muhtemelen Batı’nın kendi yanında yer alacağına inanarak yaptığı hesap hatasının bedeli sadece Gürcistan için ağır olmayacak. Rusya şimdi, bir ölçüde ABD’nin yaptığı gibi, uluslararası hukuka meydan okuyabileceğini ve bunu kabul ettirebileceğini kanıtlamış bulunuyor. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle ortaya çıkan ve Batı eksenine entegre olmamış Kafkasya ve Orta Asya ülkeleri bundan sonra güvenlik, ekonomik, enerji ve dış politikalarında Moskova çizgisine daha fazla uymak mecburiyetini hissedecekler. Yalnızca Gürcistan’ın değil, fakat Ukrayna’nın da NATO’ya katılması büyük bir olasılıkla rafa kaldırılacak.

* * *

Rusya’nın Gürcistan’da bundan sonraki politik amacı Batı taraftarı saydığı yönetimi bir şekilde tasfiye etmek olacaktır. Şimdiki halde milliyetçilik hisleri kabarmış olduğu için Gürcü halkı Saakaşvili etrafında kenetlenmiş görünüyor. Fakat zaman geçtikçe niçin bu kadar büyük bir hata yaptığı sorgulanacaktır. ABD’nin ise halen başlıca çabası seçimle iş başına gelen Saakaşvili’yi iktidarda muhafaza etmeye odaklanmıştır. Bu maksatladır ki yapacağı insani yardımları askeri bir şemsiye altında tertipleyerek bir çeşit gövde gösterisine girişiyor. Başkan Bush hatta yardımların bir kısmının havadan, bir kısmının da denizden savaş gemilerinin himayesinde sevk edileceğini açıkladı. İyi de Karadeniz’e savaş gemilerinin gönderilmesi Montreux Sözleşmesi’nin sahildar olmayan devletler için içerdiği sayı, tonaj ve süre kısıtlamalarına tabi. ABD ayrıca Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğini önlenmek ve G-8 üyeliğine son vermek gibi yaptırımlardan söz ediyor, ancak bu alanda AB’den ne kadar destek bulabileceği belli değil.

* * *

Gürcistan krizi kuşkusuz Türkiye için de çok ciddi sorunlar ortaya çıkaracak niteliktedir. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının ve Orta Asya ile karayolu ve planlanan demiryolu ulaşımının güvenliği daha kırılgan hale gelmiş, enerji açısından Türkiye’nin Rusya’nın iyi niyetine bağımlılığı artmıştır. Askeri yardımı da içeren Gürcistan’a yönelik destek politikasının uygulanması zorlaşacaktır. Rusya’nın Kafkasya’daki ağırlığının artmasının başka sonuçları da olabilir. Bu gibi kaygılarla Kafkasya’nın tümünü kapsayan bölgesel düzenlemeler üzerinde durulabilir. Ne var ki şimdiki aşamada "Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu" gibi projeler için, bunlara muhataplarımızca nezaketen ilgi gösterilse de, koşullar elverişli olmaktan çok uzak. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ihtilaf devam ederken ve Türkiye-Ermenistan sınırı kapalıyken, Gürcistan uzun sürecek bir buhrana sürüklenmişken, hangi istikrardan ve işbirliğinden bahsedebiliriz? Moskova ve Tiflis ziyaretlerinden dönen Başbakan Erdoğan Türkiye’nin yaklaşım ve atılımları konusunda daha kapsamlı, gerçekçi ve özlü yeni bir değerlendirme yaptırmalıdır.
Yazının Devamını Oku