İlter Türkmen

Terörle mücadelede yeni aşama

14 Ekim 2008
KUZEY Irak’taki terör örgütü hedeflerine karşı aylardan beri yapılan bütün hava ve kara operasyonlarına rağmen PKK’nın 350 kişilik bir kuvvetle Aktütün Karakolu’na bir saldırıda bulunması ve 17 askerimizin şehit olması, terörle mücadele metotlarının güçlendirilmesi taleplerine yol açtı. Özellikle AB ile üyelik sürecinde kabul edilen bazı yasaların, güvenlik kuvvetlerinin hareket serbestisini engellediği düşüncesiyle bazı temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması gündeme geldi.

Değiştirilmesi istenen yasalara "AB yasaları" deniyorsa da bunların Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecinin bir parçası olduğu ve dolayısıyla asıl kendi ihtiyaçlarımız için benimsendiği, demokratik sistemle bağdaşmayan özgürlük kısıtlamalarının bir bakıma terörün başarısı olarak algılanacağı unutulmamalıdır.

* * *

11 Eylül 2001’den sonra, El Kaide terörüne karşı mücadelede, en demokratik sayılan devletler bile özgürlükleri kısıtlayıcı bazı önlemler aldılar. Ancak bizde öngörülen tedbirlerin çok daha radikal olduğu anlaşılmaktadır.

Konut ve işyerindeki aramaların yargının iznine tabi tutulmaması, gözaltına alınan kişilerin sorgulanmasında avukat bulundurulmaması, yakalama ve gözaltına almada Silahlı Kuvvetler’e yetki tanınması, bu önlemler meyanındadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) eski yargıcı Büyükelçi Rıza Türmen’in Milliyet Gazetesi’nin 10 Ekim tarihli sayısında belirttiği gibi, bu nitelikte önlemler Anayasamız ile bağdaşmamakla kalmıyor, AİHM’nin içtihadıyla da çelişiyor.

Kaldı ki daha önce OHAL çerçevesinde mevcut olan benzer kısıtlayıcı uygulamalar çok etkili olmamıştı.

Geçen yıl Dağlıca ve şimdi de Aktütün saldırıları ister istemez TSK’yı oldukça sert eleştirilere maruz bırakmıştır. Eleştiri ve sorgulama, kuşkusuz bir demokraside tabii karşılanmalıdır. Ne var ki, içinde bulunduğumuz koşullarda ordunun yıpranmasının ve moralinin zayıflamasının sakıncaları hiçbir suretle göz ardı edilemez.

Her mücadelede başarılar olduğu kadar başarısızlıklar da olur. Bütün mesele başarısızlıklardan gereken derslerin çıkarılmasıdır. TSK’nın yüksek komuta kademesinde bulunanların şahsına karşı yöneltilen eleştirilerde de ifrata kaçılmamalıdır.

Neresinden bakarsanız bakın, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu’nun Aktütün saldırısı sırasında golf sahasında bulunması, bir talihsizlik teşkil etmiştir. Fakat bu işin günlerce medya tarafından manşetlere ve köşe yazılarına insafsızca taşınmasına lüzum yoktu.

Golfün lüks bir spor olduğu iddiası ise ancak yadırganabilir. Bırakın bir orgenerali, küçük rütbede subaylar da imkánları varsa niye golf oynamasınlar? Bu spor sadece bir sınıfın imtiyazı mı?

* * *

Her defasında olduğu gibi bu sefer de sınırötesi operasyonların kapsamının genişletilmesi, hatta sınır boyunca bir tampon bölge oluşturulması fikri ortaya atıldı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, bu konuda "Takdir hükümetindir" dediğine göre böyle bir projeye çok sıcak bakmadığını varsayabiliriz.

Irak hükümetinin, Kuzey Irak yönetiminin ve ABD’nin de projeye muhalefet edecekleri muhakkaktır. Kaldı ki tampon bölgenin bütün sızmaları önlemesi ve PKK saldırılarına son vermesi pek beklenemez. Bölgenin kendisi de saldırılara hedef olur.

PKK’nın bugün yalnızca askeri hedeflere değil, şehirlerimizde sivil halka karşı da saldırılar gerçekleştirdiği veya hazırladığı da görmezlikten gelinemez.

Son PKK saldırıları, Kürt meselesinin çözümünün ivediliğini bir kere daha gösterdi. Ne yazık ki gerçekçi ve yaratıcı yaklaşımlar geliştirmiş olmaktan çok uzağız. Kürt meselesinin çözümü için 85 yıl sonra hálá geçerli bir konsept üretilememesi, soruna bir türlü doğru teşhis konulamaması ve hep onun etrafında dolaşılması, çözüm arayış ve tartışmalarının her defasında vehimler ve kutuplaşmalar yaratması, bugün tam bir kilitlenme içinde bulunmamız, cumhuriyetin en büyük başarısızlığıdır.
Yazının Devamını Oku

İyimser olmak mümkün mü?

11 Ekim 2008
DÜNYAYI sarsan global mali krizin aşılması için özellikle ABD’de ve AB’de hükümetler seferber olmuş durumda. Ne var ki Amerikan Kongresi’nin 700 milyarlık kurtarma paketini kabul etmesinin hemen ardından borsalarda süratli bir düşme başladığını gördük.

Bu paketin inandırıcı olmadığını International Herald Tribune gazetesinde yayımlanan bir okuyucu mektubu bakın ne kadar basit ve çarpıcı bir şekilde anlatıyor:

"Wall Street’in parası yok, bu nedenle bankacıları kurtarmak gerekiyor. Amerikan vergi mükelleflerinin parası yok, bu yüzden krediye ihtiyaçları var. Bush yönetiminin parası yok, çünkü hepsini savaşlara harcandı... ABD’nin parası yok, çünkü yıllardan beri kazandığından çok daha fazla harcama yaptı. Peki 700 milyar dolar nereden gelecek? Başkan Bush kimden borç alacak."

* * *

Evet ABD ekonomisi perişan bir halde. Devletin borcu 10 trilyon dolara yükselmiş. Bütçe açığı 450 milyar dolar ve şimdi buna 700 milyar daha eklenecek. Dış ticaret açığı ayda 60 milyar dolara ulaşıyor. Savunma bütçesi Irak harcamaları dahil 700 milyarın üstünde.

Amerika’daki kriz peşinden Avrupa’yı, Rusya’yı, Japonya’yı ve Çin’i de sürüklemekten geri kalmadı. Küresel ekonominin boyutu ile "zehirli" diye nitelenen türev ürünlerinin tutarı arasındaki uçurumun gittikçe derinleşmiş olması buhranın başlıca nedenlerinden biri.

Halen küresel ekonominin büyüklüğü 60 trilyon dolar. Buna karşılık türev ürünlerinin değeri 120 trilyonu bulmuş.

Ekonomik krizi aşmak amacıyla hafta içinde ABD ve AB Merkez Bankaları ile beş Euro bölgesine dahil olmayan Avrupa ülkesi Merkez Bankaları faiz oranlarını birlikte 0.5 puan düşürdüler.

İngiltere ve Almanya finans piyasalarına istikrar getirmek ve zordaki bankaları kurtarmak için tedbirler aldılar. Bazı ülkeler bankalardaki mevduatların tamamını garanti ettiler, diğerleri garanti edilen meblağları yükselttiler.

Bu önlemler kısa bir süre borsaları olumlu etkiledi, fakat hemen arkasından Dow Jones %7 değer kaybediverdi. Bu satırlar yazılırken Avrupa borsaları ve Çin borsası serbest düşüş halindeydiler.

* * *

Kriz bugünkü aşamada gelişme yolundaki ülkeleri ve yükselen piyasaları daha az etkilemiş görünüyor. Türkiye de bunlardan biri. 2001 krizini takiben Kemal Derviş’in uygulamaya koyduğu düzenleyici ve denetleyici mekanizmaların bunda büyük rolü var.

Derviş, birkaç gün önce bir Financial Times muhabiri ile yaptığı söyleşide, o tarihte Türkiye’de 19 bankanın fiilen devletleştirildiğini, banka sisteminin rekapitalizasyonu için GSYH’nın neredeyse %30’nun harcandığını, fakat yapılan reformlar sayesinde Türk ekonomisinin birkaç yıl %8 oranında büyüdüğünü belirtti.

TOBB Başkanı da 22 Eylül’deki konuşmasında 2001 yılından farklı olarak kamu maliyesinin çok daha iyi durumda olduğunu, bankacılık sisteminin çürüklerden ayıklandığını ve mali sistemde denetim ve gözetimin güçlendirilmiş bulunduğunu ifade etti.

BDDK Başkanı ise Türk bankalarının elinde türev ürünlerinin mevcut olmadığının ve mevduatlara ilişkin kaygı verici hareketler görülmediğinin altını çizdi.

Demek oluyor ki halen teyakkuzu ve ihtiyatı muhafaza etmek gerekiyorsa da Türk ekonomisi için büyük çapta bir buhran öngörülmüyor. Tabii hiç durmadan yaşadığımız politik krizlerin ekonomiye olası yansımalarını da göz önünde tutmalıyız.

* * *

Bu arada nostaljik sosyalistlerin Marksist ideolojisinin kıskaçlarından kendilerini bir türlü sıyıramadıklarını gözlemliyoruz. Sovyetler Birliği’nin dramatik çöküşü bile onları gerçekleri görmeye ikna edememiş.

Faşizmin avdetinden, "düzeltici" savaşlardan, sonunda sosyalist sistemin galebesinden bahsediyorlar, hálá Karl Marx’a ve hatta Rosa Luxemburg’a atıfta bulunuyorlar.

Yerim kalmadığı için bu konuda tek bir şey söyleyeceğim: İyi ki ekonominin yönetimi bu ideolojik saplantılar içinde bulunanların elinde değil. Yoksa 2001’deki krizden çok daha vahimine hemen sürüklenirdik.
Yazının Devamını Oku

Düşünce modelimizi değiştirmenin zamanı gelmedi mi?

7 Ekim 2008
3 Ekim’de Şemdinli bölgesindeki geniş çaplı PKK saldırısı konusunda Genelkurmay Başkanlığı’nın 4 Ekim tarihli açıklaması dikkat çekici ayrıntılar içeriyordu. Bu açıklamada, Genelkurmay, Aktütün jandarma sınır bölüğünün batıdan emniyetini sağlayan Bayraktepe’deki unsurlarına karşı, 3 Ekim’de, PKK’nın, Irak’ın kuzeyinde bulunan ağır silahlarının da desteğiyle saldırıya giriştiğini, saldırıdan önce Bayraktepe bölgesinde bir bölüğe yakın kuvvet bulunduğunu, bu bölüğün bir jandarma özel harekát bölüğü ve bir komando bölüğü ile takviye edildiğini, çatışmadan önce teröristlere topçu, havan ve helikopterlerle ateş açıldığını, hava kuvvetlerinin harekáta katıldığını bildirmekteydi.

Yine açıklamaya göre, 15 güvenlik görevlisi şehit olmuş, 23 terörist öldürülmüştü. Saldırıda bulunan PKK’lıların sayısının 350 kadar olduğu tahmin ediliyordu.

* * *

Bu veriler, saldırının bir süre önce istihbar edildiğini ve birtakım tedbirlerin alındığını gösteriyor. Zayiatın büyük kısmının Irak’ın kuzeyinden yapılan ağır silah atışları nedeniyle meydana geldiğini de Genelkurmay belirtmektedir.

Bütün bu izahlara rağmen bazı sorular akla gelmiyor değil. Bir kere istihbaratın oldukça geç geldiği görülüyor. Irak’taki Amerikan kuvvetleriyle işbirliğinde bir aksaklık olduğu ihtimali zihinleri hemen kurcaladıysa da Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız, Amerikalılarla istihbarat paylaşımında bir sorun olmadığında ısrar etti.

Savaş uçaklarımız da saldırıdan önceki günlerde Kuzey Irak üzerindeki uçuşlarına yeniden başlamışlardı. Onlar, PKK grubunun sınıra doğru ilerlediğini anlaşılan tespit edemediler. Diğer taraftan Aktütün Karakolu’na 9 Mayıs’ta yine ağır silahlarla saldırılmış, daha önceki yıllarda üç saldırı daha vuku bulmuştu.

Bu kadar kırılgan bir mevkide daha çok miktarda kuvvet bulundurulması veya Orgeneral Iğsız’ın şimdi yapılacağını bildirdiği gibi, kuvvetlerin başka bir mevkiye nakledilmesi gerekmiyor muydu? Her neyse, asıl mesele başka yerde. 350 kişiden oluşan ve ağır silahlarla donatılmış bir terörist grubunun saldırısı alışageldiğimiz terör eylemlerinin boyutunu çok aşıyor.

Bu çapta saldırıların devam etmesi, terörle mücadelenin askeri yönünde yeni ve çok daha çetin bir aşamaya girdiğimiz anlamına gelecektir.

Şemdinli bölgesindeki taarruz, üstelik Ayvalık Altınova’daki gerginlik ve çatışmalarla aynı zamana rastladı. 15 askerimizin şehit düşmesinin gerginlik ve çatışma ortamını daha da tahrik etmesi tehlikesi göz ardı edilemez.

PKK ile aşağı yukarı 30 yıldır süregelen mücadele boyunca en büyük tesellimiz, ciddi bir toplumsal çatışmanın önlenmiş olmasıydı. Radikal milliyetçilik dürtülerinin ve şiddet eğilimin çok arttığı bir devirde tepkileri sınırlı tutmak gittikçe zorlaşabilir.

* * *

Bütün bu gelişmeler ışığında PKK terörüyle mücadelenin dayandığı düşünce modelinde bir değişiklik yapma zamanının geldiğini söylemek zannedersem yanlış olmaz. Daha 1999’da, Öcalan yakalandığı zaman Silahlı Kuvvetler’in komuta kademesi bundan böyle ağırlığın ekonomik ve sosyal önlemlere verilmesi gerektiğinin altını çizmişti.

Kültürel haklar konusunda da açılım yapılması lüzumu hissedilmişti. Bugün de Genelkurmay Başkanımız, gençlerin dağa çıkmalarını önlemenin önemini sürekli vurguluyor. Aktütün saldırısından sonra askeri önlemler üzerinde öncelikle durulması kuşkusuz normaldir. Bu önlemlerin Kuzey Irak’a karşı daha kapsamlı operasyonları içermesi de şaşırtıcı olmayacaktır.

Ne var ki, Irak ile sınır geçilmez hale getirilse bile bunun PKK’yı tamamen saf dışı edeceği çok şüphelidir. PKK’yı besleyen siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel koşulların değiştirilmesi cesaretle ele alınmalıdır.

"Siyasi" sözcüğünden ürkmemek lazımdır. Bundan kastedilen siyasi bir çözüm değil, fakat bir tedbirler paketinin gerçekçi ve yaratıcı siyasi bir vizyon ile hazırlanması ve uygulanmasıdır.
Yazının Devamını Oku

Fransa’nın dış politikası

30 Eylül 2008
ÇOK tartışmalı kişiliğine, bir hayli yadırganan davranışlarına ve Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki menfi tutumuna rağmen, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin bugünkü devlet başkanları arasında cesur, yaratıcı ve tutarlı bir siyasi vizyon ile temayüz ettiği inkár edilemez. Bu vizyon her şeyden önce küresel dengelerde artık büyük bir değişiklik olduğu teşhisine dayanmaktadır. Sarkozy, soğuk savaş devrindeki iki kutupluluğu tek kutupluluğun izlediğini, bugün ise "nispi güçler" devrinin hüküm sürdüğünü, AB’nin de bir nispi güçler topluluğu oluşturduğunu düşünüyor.

Fransa Cumhurbaşkanı’nın, seleflerinden farklı olarak NATO’ya ve transatlantik ilişkilere değer verdiğini de görüyoruz. NATO ile AB’nin birbirini tamamladığını, ABD’nin artık Avrupa savunması projesine destek verdiğini söylüyor.

AB savunması projesinin gerçekleşmesi için rekabete dayanıklı ve güçlü bir savunma endüstrisi kurulması, subayların AB’de eğitim alanında mevcut "Erasmus" programından esinlenen bir yöntemle birbirlerini daha iyi tanıyarak yetiştirilmesini öngörüyor.

AB dönem başkanlığını üstlenmiş bulunan Fransa bugün Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Rusya ile ilişkilerde, Afrika’da, insancıl girişimlerde, İran ile nükleer müzakerelerde oldukça ön planda.

* * *

23 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Asamblesi’nin yıllık toplantısında Sarkozy’nin yaptığı konuşmanın diğer konuşmalardan çok daha etkileyici olduğu konusunda da galiba herkes mutabık. Sarkozy özellikle 21. yüzyılda dünyanın 20. yüzyılın kurumları ile yönetilemeyeceğinin altını çiziyor.

BM Güvenlik Konseyi’nin olduğu kadar G-8’lerin de Çin, Hindistan, Afrika’yı temsilen Güney Afrika, Meksika ve Brezilya’nın katılmaları ile genişletilmesini öneriyor. Sarkozy’ye göre halen bütün dünyayı sarsan ekonomik krizi hiçbir ülke tek başına çözümleyemez:

"Elde ettiğimiz bütün başarıların, geçirdiğimiz bütün krizlerin etkisiyle yeni bir dünya doğmaktadır. Bu yeni dünyayı beraberce inşa etmeliyiz. Birlikte, finansal faaliyetlerin yalnızca piyasa operatörlerinin elinde bırakılmadığı, bankaların spekülasyonda bulunmak yerine ekonomik kalkınmaya hizmet ettikleri, mali kurumların aşırı risk almalarını önleyen kuralların herkese uygulandığı, şokların önlendiği, kredi değerlendirme kuruluşlarının (Standard & Poors gibi) kontrol edildiği, işlemlerin bir sis bulutu içinde değil, fakat şeffaflık içinde yürütüldüğü, ücretlerin ve ikramiyelerin rasyonel olmayan riskleri teşvik edecek bir seviyeye çıkmadığı bir düzen kurmalıyız."

Halen AB dönem başkanlığını Fransa yaptığı için Sarkozy, asambledeki nutkunda, Avrupa üzerinde de uzun uzun durmuş: "Avrupa savaş istemiyor, medeniyetler savaşı istemiyor, din savaşları istemiyor, soğuk savaş istemiyor, Avrupa barış istiyor ve istendiği zaman barış her zaman mümkündür."

Sarkozy
iklim ve enerji konusunda da Avrupa’nın politikasını izah ediyor. Aralık ayında AB’nin bu iki konuda çok kapsamlı önlemler açıklayacağını, Avrupa’nın amacının ders vermek değil, fakat örnek teşkil etmek olduğunu belirtiyor.

Rusya’ya çağrıda bulunarak Avrupa’nın onunla ortaklık kurmak istediğini, hatta Avrupa ile Rusya’yı birleştiren bir ortak ekonomik alan öngörülebileceğini, fakat devletlerin egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğü prensibinden feragate gidilemeyeceğini, sorunların çözümünde kuvvete başvurulmasının kabul edilemeyeceğini söylüyor.

* * *

Sarkozy, İran konusunda da çok kararlı. Nükleer silahlara sahip bir İran’ın kabul edilemeyeceğine inanıyor. İsrail’e dostluk eli uzatıyor, fakat yaşamasına imkán verecek koşullarda ve tanınmış sınırlar içinde bir Filistin devleti kurulmadıkça Ortadoğu’da barış olamayacağında ısrarlı.

Ne dersiniz, üzerinde düşünülmesi gereken fikirlerle dolu bir konuşma değil mi? Bu kadar rasyonel düşünebilen bir kişi ileride Türkiye hakkında da akılcılığı tercih edebilir mi? Denemeye değer.
Yazının Devamını Oku

ABD mali krizi ve yansımaları

27 Eylül 2008
ABD’de gayrimenkul kredilerinin geri ödenememesinden başlayan kriz, bir buçuk yıl sonunda bütün dünya borsalarını altüst eden ve bugünkü denetimsiz finansal sistemi temelinden sarsan bir krize dönüştü. Bu buhran gittikçe 1929 depresyonu ile kıyaslanmaktadır. O tarihte hiçbir ülkenin ekonomik çöküntüden kendini kurtaramadığı hatırlanırsa Türkiye’nin şimdiki krizden fazla etkilenmeyeceği, hatta bunun bir fırsat oluşturabileceği yolundaki resmi söylemin çok aşırı bir iyimserlik aksettirdiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Nitekim birçok ekonomist, işadamı ve banka genel müdürü Türk ekonomisinin cari açık ve özel sektörün yüksek dış borçları gibi kırılganlıklarını vurgulayarak endişelerini dile getirdiler. Birleşmiş Milletler Asamblesi’nin yıllık toplantısında çok sayıda devlet başkanı krize temas ederken Cumhurbaşkanımızın bu konuya hiç değinmemiş olması da doğrusu yadırgandı.

* * *

Krizin nedenleri özellikle ekonomist olmayanlar için inanılmaz derecede karmaşık. Bazı ekonomistlerin kullandıkları "jargon" da kafaları iyice karıştırıyor. Her zaman olduğu gibi, Mahfi Eğilmez, sorunu, 23 Eylül tarihli Radikal gazetesindeki makalesinde en anlaşılır şekilde ortaya koydu: "Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi kuralsızlığı da yanında getirdi. Sistem öyle hızlı bir değişim içine girdi ki, bankalara konulan kurallar mali sektöre yetmez oldu. Sektör o kuralların dışına taştı. Ya da belki daha doğru bir ifade ile bu kuralların dışına çıkacak enstrümanları hızla devreye soktu. Bu gelişme mali sektörün hacminin reel sektöre göre misliyle büyümesine yol açtı. 2000’lerin başından bu yana dünya %40 dolayında büyümüş durumda. Oysa varlıkların değerini ifade eden káğıtların değeri üç dört kat artmış."

* * *

Evet problemin temelinde bu enstrümanlar ve çeşitli paradan süratle para kazanma yöntemleri var. Bunlardan bir tanesi de açıktan satış yöntemi. Bazı hisse senetlerini bir mali kuruluştan ödünç alıyorsunuz, bunları satarak fiyat düşürüyorsunuz ve dolayısı ile ucuza satın alıyorsunuz, sonra fiyat artışları yanınıza kár kalıyor. ABD ve İngiltere bir süre için bu yöntemi yasakladılar. Vadeli piyasalar da spekülasyonlara çok müsait. Petrol ve altın fiyatlarının inip çıkmasında bu piyasalar çok etkili.

ABD Hükümeti halen büyük bir kurtarma operasyonunun hazırlığı içinde. Bazı batmak üzere olan finans kuruluşlarını zaten bir şekilde devletleştirmişti. Şimdi ise 700 milyar dolarlık bir fon ile zorda olan mali kurumların yardımına gitmek istiyor. Ne var ki Maliye Bakanı Henry Paulson’un planı Kongre’de çok ciddi itirazlarla karşılaştı. Bu tutumun nedenleri arasında Paulson’un gelmekte olan krizi zamanında teşhis edememesi, kendisinin zaten Wall Street kökenli olması ve bu yüzden hakkında kuşku duyulması, 700 milyar dolarlık fonu tamamen kendi kontrolü altında tutmak istemesi gibi faktörler var.

* * *

Diğer taraftan planın münhasıran güçlük içindeki kurumların hissedarlarını korumaya yönelik olduğu, borçlarını ödeyemedikleri için evlerini kaybedenlerin haklarının göz ardı edildiği, vergilerin finanse edeceği fondan vergi mükelleflerine hiçbir avantaj sağlanmayacağı ileri sürülüyor. Batan büyük mali kurumların CEO’larının bazen 64 milyon dolara varan yıllık ikramiye almaları da alerji yaratmaktan geri kalmıyor. Bu satırlar yazılırken Kongre’de ve Kongre ile Beyaz Saray arasında henüz bir oydaşma sağlanmamıştı.

* * *

Evet kapitalist sistemin reformu artık kaçınılmaz oldu. Yatırım bankacılığının da anlaşılan sonu geldi. Denetim ve düzenleme kurumlarına yalnız ülke bazında değil, fakat uluslararası düzeyde de ihtiyaç olduğu ortaya çıkıyor. Tabii meseleye ideolojik yaklaşanlar sosyalizmin erdemlerinden yine bahsetmeye başladılar. Ancak ideolojik kıskaçların ne sonuç verdiğini Sovyet sisteminin ani çöküşü gösterdi. Çin ve Vietnam gibi komünizmde sebat eden ülkeler bile piyasa ekonomisine sarılmaktan başka çare bulamadılar. Sovyet tipi sosyalist sistemi inatla sürdüren Küba’ya ise cep telefonları ve DVD’ler yeni geldi!...
Yazının Devamını Oku

Gerilimsiz olmuyor mu?..

23 Eylül 2008
SÜREKLİ gerilim ve kavga atmosferinden bir türlü kurtulamıyoruz. 2007’den beri bir iki ateşkes molası dışında tansiyon hep yüksek oldu. Geçen yıl Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan kutuplaşma, demokratik rejimi bile tehlikeye atabilecek boyuta ulaştı. Genel seçimlerden sonra nispi bir yatışma devrine tam girmiştik ki Yargıtay Başsavcısı, AKP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Siyasi istikrarımızın yeniden temelinden sarsılacağı endişesine kapıldık. Anayasa Mahkemesi’nin kapatma yerine daha yumuşak bir karar almasını takiben hiç değilse bir süre rahat yüzü göreceğimizi umduk.

Bu sefer de bir türlü sonu görünmeyen Ergenekon davası ve yansımaları ister istemez tedirginlik yaratmaya devam etti. Son haftalarda ise Almanya’daki "Deniz Feneri" davasının Başbakan Erdoğan ile bir medya grubu arasında neden olduğu inanılmaz bir polemiğin içine düştük.

Başbakan’ın gruba karşı salvoları, kendisini en fazla desteklemiş olanları bile ürküten bir raddeye vardı. Özellikle hedef aldığı gazetelerin boykot edilmesini istemesi, yalnız Türkiye’de değil, Avrupa’da da sert eleştirilere ve tepkilere yol açtı. Neyse ki son konuşmasında Erdoğan bataryalarını yeniden ateşlemekten kaçındı.

* * *

Bir devlet adamının, bir başbakanın, hele çok karmaşık sorunları olan bir ülkenin başbakanının soğukkanlılığını kaybetmesi, bir sabit fikre saplanması, önyargı ile hareket ettiği izlenimini doğurması, üzücü ve endişe vericidir. "Deniz Feneri" davasının Türkiye’deki uzantılarına kendisini de şahsen bulaştığına dair ciddi bir emare veya iddia bulunmadığına göre Erdoğan’ın öfkesinin şiddeti şaşırtmaktan geri kalmadı. Başbakan, bütün demokratik ülkelerde basının sürekli iktidarın hatalarını yakalamak için uğraştığını mutlaka biliyordur. Türkiye’de basının eleştirilerinde insaflı davranmak eğiliminde olmadığının da kuşkusuz farkındadır. Medyanın saldırılarına bol bol muhatap olan Churchill’in bir tavsiyesini burada hatırlatayım: "Sakın şikáyet etme, sakın cevap verme."

Churchill
haklıydı. Her cevap, yeni bir saldırıyı tetikler. Başbakan biraz bu tavsiyeye uysa çok faydasını görecektir. Türkiye’nin siyasi istikrarı çeşitli sebeplerden dolayı çok kırılgan. Bir partinin parlamentoda rahat bir çoğunluğa sahip olması, muhalefetin etkisiz ve çaresiz kalması bile yetmiyor. Çünkü Türkiye’de siyasi denklemi derinden etkileyen kurumsal problemler henüz çözümden uzak.

Bir de tabii zihniyet sorunlarımız var. Otokratik eğilimlerimiz çok kuvvetli. Her politikacı, her memur, sahip olduğu yetkiyi otoritesini kanıtlayacak biçimde kullanmak itiyadında. Eleştirilere tahammül hemen hemen hiç yok. Politik alana kavga üslubu hákim. Başbakan Erdoğan ile muhalefet lideri Baykal, bu üslubun en büyük ustaları.

* * *

İktidar ile muhalefet, iktidar ile medya aralarında kapışma halinde iken, önümüzdeki yıllarda bölgemizdeki oluşumların da tesiriyle daha da kritik hale gelecek olan Kürt meselesi üzerine kimse kapsamlı bir şekilde eğilmiyor. Anayasa Mahkemesi yakında DTP’yi kapatma davasında bir karara varacak. Siyasi yasakları da içerecek bir kapatma kararının, sorunun demokratik sürecin de katkısıyla çözümlenmesi olasılığına darbe vuracağı muhakkak. Parlamentoda DTP niteliğinde partiler bulunduğu sürece AB temsilcileri bu partilere PKK ile aralarına mesafe koymaları çağrısında bulunuyorlar.

Partiler kapatılınca ise aksine mağdur olarak algılanmaları onlara otomatik destek sağlıyor. Gerginlik artıyor, radikal görüşler kuvvet kazanıyor. PKK ile mücadelenin yalnızca askeri operasyonlarla kazanılamayacağını bizzat Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ vurgulamadı mı? Kürt sorununun çözümlenmesi, Türkiye’nin üniter yapısı içinde, fakat bir siyasi perspektifle geliştirilecek ekonomik, sosyal ve kültürel proje ve önlemlerin süratle uygulanmasına bağlı.

Türkiye’nin bundan daha öncelikli bir meselesi olamaz. Sürekli kavga ve polemikle, tereddütlerle, ertelemelerle vakit kaybedersek bir yere varamayız.
Yazının Devamını Oku

Dış politikada tıkanıklıklar

20 Eylül 2008
HALEN, yakın tarihte benzeri az görülmüş global bir finansal ve ekonomik buhrandan geçiyoruz. Şimdiye kadar bundan bizde özellikle borsa etkilendi. Fakat buhranın devam etmesi ve kırılganlıkları az olmayan ekonomimizin daha fazla baskı altında kalması ihtimali yoktur diyemeyiz.

Mevcut koşullar altında Türkiye’nin münhasıran ekonomik politikasında değil, fakat genel politikasında da gerçekçi tercihler yapması, siyasi ve sosyal faktörler ile ekonomik faktörler arasındaki etkileşimi iyi değerlendirmesi, önceliklerini isabetle saptaması gerekir.

* * *

Bu açıdan bakılınca, milli politikamızın önceliği bir an önce Avrupa Birliği üyeliğinden başka bir şey olamaz. AB’nin ekonomik boyutu kadar siyasi ve güvenlik boyutunun da Türkiye’nin geleceği için hayati önemde olduğunu son Gürcistan krizi bir kere daha kanıtlamıştır.

Türkiye’nin jeopolitiği ışığında NATO ve AB’nin alternatifi tehlikeli, istikrarsız ve Rusya’nın hortlayan yayılmacı güdülerine ve ekonomik tazyikine maruz bir bölgede stratejik yalnızlıktır. Rusya ile dengeli ilişkilerinin devamı da her zamandan fazla AB ile entegre olmak yolunda ilerlememize bağlıdır.

NATO yetmez mi sorusu kuşkusuz akla gelebilir. Yetmez, çünkü önümüzdeki yıllarda transatlantik ilişkiler gittikçe ABD ve AB ekseninde şekillenecektir. AB dışında kalan ülkelerin NATO içindeki ağırlığı azalacaktır.

AB üyesi olmamanın NATO içindeki olumuz yansımalarını şimdiden zaten hissediyoruz. Kriz yönetimi alanında iki teşkilat arasındaki "Berlin artı" denilen anlaşma, AB’nin kendi başına yürüteceği askeri operasyonlarda NATO’nun imkánlarından yararlanmasını öngörüyordu. Fakat bu anlaşmanın ötesinde, iki teşkilat, savunma kapasiteleri, terörizm ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi gibi alanlarda da işbirliği arayışında.

Güney Kıbrıs, AB’nin bu konular üzerinde yaptığı görüşmelere Türkiye’nin katılmasını bloke ediyor. Türkiye de NATO bilgilerinin AB ile paylaşılmasını engelliyor. NATO ile AB arasındaki ortak komite çalışamıyor.

AB üyelik sürecinin 2004 yılının sonundan beri ivmesini kaybetmesinin çeşitli nedenleri var. Türkiye’de reform hareketinin ivmesini kaybetmesi, AB’nin neredeyse hükümetin gündeminden düşmesi, geçirdiğimiz iç bunalımlar, Türkiye’ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık verilmesi fikrinin ortaya çıkması, Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğinin yarattığı blokajlar ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin açıkça Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkması gibi...

Hükümet nihayet önümüzdeki dört yılda yapılacak siyasi reformları ve AB’ye uyum düzenlemelerini kapsayan bir ulusal program (UP) taslağı hazırladı. Daha önceki UP’ler ancak kısmen uygulamaya geçirilebilmişti. Bu sonuncu programın akıbetinin daha iyi olacağını söylemek o kadar kolay değil.

Özellikle siyasi nitelikte reformlara karşı mukavemet kuvvetli. TBMM’ce kabul edilen yasalar, muhalefet tarafından iptal edilmek üzere hemen Anayasa Mahkemesi’ne götürülüyor.

* * *

Kıbrıs meselesi hem kısa ve orta vadede, hem de uzun vadede üyelik yolu üzerinde aşılması gereken bir engel. Uzun vadede mesele çözümlenmezse AB üyeliği gerçekleşemez. Orta vadede ise, Gümrük Birliği Protokolü’nün Güney Kıbrıs’a gemilerinin ve uçaklarının Türk limanlarına gelmesine imkán verecek şekilde uygulanmaması yüzünden sekiz müzakere başlığı askıya alınmış durumda.

Protokolün uygulanması için 24 Ocak 2006’da açıklanan eylem planında ileri sürdüğümüz şartların yerine gelmesi ise tamamen olanaksız. Oysa bu güçlüğü aşabilirsek Kıbrıs meselesinin çözümü uzun sürse bile üyelik müzakerelerinde büyük bir ilerleme kaydedebiliriz.

Dış politikadaki tıkanıklıklarımız AB’den ibaret değil. Ne yazık ki liste uzun. Fakat hepsini bu makalede ele almak imkánı yok.
Yazının Devamını Oku

Bir dış politika brifingi

16 Eylül 2008
DIŞİŞLERİ Bakanı Ali Babacan, geçen hafta, bazı STK temsilcilerini, emekli diplomatları ve basın mensuplarını davet ederek onlara Türkiye’nin dış politikasının çeşitli yönleri hakkında kapsamlı bir sunumda bulundu. Babacan’ın başlıca odak noktası, Ortadoğu ve Kafkasya idi. Bu bölgede güttüğümüz siyasetin başarılı sonuçlarını özellikle vurgulayarak Irak ile ilişkilerimizin çok iyi bir zemine oturtulduğunu, İsrail ile Filistin arasındaki temasları kolaylaştırdığımızı, Arap Ligi ile stratejik diyalog mekanizmasının kurulduğunu, Körfez ülkeleri ile kurumsal bir bağ tesis edildiğini, Lübnan krizinin çözümünde rol oynadığımızı ve cumhurbaşkanının seçilmesi sürecine katkıda bulunduğumuzu, Suriye ile İsrail arasında barış müzakerelerinin başlamasını sağladığımızı, İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak yapılan girişimlerin başarılı olması için bizim de yardımımızın istendiğini, Şam’da Suriye, Fransa ve Katar devlet başkanları ile Başbakanımızın buluştuğunu izah etti.

Babacan ayrıca Afrika Birliği ile stratejik ortaklığımıza, İstanbul’da toplanan Afrika zirvesine, Pasifik ve Karayip ülkeleriyle gelişen ilişkilerimize, Hindistan ve Çin ile karşılıklı ziyaretlere temas etti. Bütün bunlar kuşkusuz pro-aktif bir dış politikanın tezahürleridir.

Bu politikaların bazıları somut neticeler vermiş, bazıları ise daha çok prestij kazanmaya dönük sembolik faaliyetler teşkil etmiştir. Bunların da bir ölçüde faydalı olduğu kuşkusuzdur.

* * *

Babacan’
ın en ilgi çeken açıklamaları Kafkasya’ya ilişkindi. Gürcistan krizinde Başbakan, Moskova ve Tiflis’i hemen ziyaret etmişti. "Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu"nu bütün bölge ülkeleri destekliyordu. Ne var ki bu önerinin bir amaç olarak desteklenmesi, onun kısa sürede gerçekleşebileceğinin işareti değildir.

Rusya ve Gürcistan bugünkü koşullarda hangi zeminde buluşabilirler? Türkiye ve Ermenistan, aralarında diplomatik ilişki kurulmadıkça ne kadar işbirliği yapabilirler? Azerbaycan ile Ermenistan arasında barış bile yok.

Daha somut olarak Türk-Ermeni ilişkilerine gelince, Babacan’ın ifadelerinden Cumhurbaşkanımızın Erivan ziyaretini takiben beklenen Türk-Ermeni yakınlaşması sürecinin Ermenistan ile Azerbaycan arasında Karabağ sorununun çözümü çabaları ile bağlantılı şekilde yürütüleceği anlaşılıyor.

Babacan, New York’ta gelecek ay Türk, Ermeni ve Azeri dışişleri bakanlarının buluşmasından bir sonuç çıkacağı konusunda iyimser. Ne var ki Karabağ meselesi en az Kıbrıs meselesi kadar, belki de ondan daha karmaşık ve neredeyse 19 yıldır devam ediyor! Umarım Babacan’ın sakin iyimserliği haklı çıkar.

* * *

Kıbrıs sorunundan da toplantıda bir soru üzerine bahsedildi. Bu konuda da Babacan oldukça iyimser. Bunun başlıca nedeni, Hristofyas’ın selefine nazaran çözüme çok daha yatkın olması. Ancak Kıbrıslı Türkler tarafından 2004 referandumunda desteklenen Annan Planı’nın parametrelerini iki taraf da değiştirmek istiyor.

Geçenlerde Başbakan Erdoğan, Güzelyurt’un Rumlara verilemeyeceğini söyledi. Oysa Annan Planı’nın en az tartışılan kısmı yıllardan beri aşağı yukarı üzerinde oydaşma bulunan sınır düzenlemeleriydi.

Hristofyas ise kendi yönünden Annan Planı’nda Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında kurulan politik dengeyi bir hayli değiştirme peşinde, üstelik Garanti Antlaşması’na karşı geliyor. İyimserlik için galiba biraz erken.

Tabii AB sürecinden de bahsedildi, ama artık yerim kalmadı. Kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse, AKP’nin dış politikada genellikle takdire şayan bir başarı sergilediğini, ancak başkalarının sorunlarını çözümlemek için sarf ettiği çabaların zaman zaman kendi sorunlarımızı halletmek için harcadığımız gayretlerden daha yoğun olduğu izlenimini ister istemez aldığımı belirtebilirim.
Yazının Devamını Oku