Gence Alton

Kırmızı bisiklet kamyonun altında kaldı

21 Şubat 2010
Geçtiğimiz yıl şarap dünyasında en çok konuşulan konulardan biri sürpriz bir evlilikti. Amerikan şarap prensesi Gino Gallo tencereyi bulan kapak misali Fransız şarap prensi Jean-Charles Boisset ile evlendi. Gallo hem California’nın en büyük aile şirketi, hem de ithalatta birinci, dünya sıralamasında da ikinci sırada. Boisset Ailesi de Burgonya’nın birinci, Fransa’nın üçüncü en büyük şarap şirketi. Böyle bir evliliğin ardındaki aşk ne denli büyük olursa olsun, işin iş kısmı ortada.
Teruaristler küçük ölçeği büyüğe asla tercih etmemeliler. Büyük ölçeğin karanlık yüzünü ayyuka çıkaran, şarap tarihinin en büyük skandallarından biri sizlere bu satırları aktardığım saatlerde tüm dünyada adeta ışık hızıyla yayılmayı sürdüren taptaze bir haber. Sadece şarap dünyasında getireceği yankılarla değil, 2010 yılının en büyük sahtekârlıklarından biri olarak tarihe geçecek bu ilginç, korkunç, hatta gülünç olayın ilk davası sonuçlanalı saatler oldu.
Pinot Noir üzümünün son yıllarda ne kadar popüler olduğunun farkındasınızdır. Bu nazlı Burgonya asıllı kırmızı bağda yetiştirmesi en zor üzümlerden, yapımı da en meşakkatli şaraplardan. Pinot ile uğraşanlar bilir, ticaretten çok tutku işidir. Tutarsız ve masraflıdır, kısa değil, uzun dönemli yatırım gerektirir. Öyle parayı bastıran iyi Pinot yapamaz, ele avuca sığmayan bu üzümü ancak hastaları dizginleyebilir.
Sideways filminin yarattığı talep fırtınasına yelken açan büyük şirketler bu zor üzüme ömrünü verenleri hiçe sayarcasına piyasaya ucuz ve hangi yönden bakarsanız bakın, tonlarca kötü Pinot Noir sürüp yılmadan pastadan aslan payını götürmeye çabalıyorlar. Şişesi 25 liranın altına satılan Pinot Noir bu üzümün gerçek kişilik ve potansiyelinden uzak olur, bunu şarabı ciddiye alanlar çok iyi bilirler.

10 LİRAYA PİNOT OLMAZ

Boşlukların getirdiği fırsatçılığın sınırlarını zorlamaya özellikle eğilimli Amerikan toplumunu hedef alan ve 2005 yılında Sideways çılgınlığının doruğunda Gallo ve Fransız ortaklarının ürünü Red Bicyclette adlı bir Pinot Noir 10 liranın altındaki komik fiyatına rağmen ABD’de bu türün halen en çok satan örneklerinden. Tam 5 yıldır da Amerika’ya yılda yaklaşık 20 milyon şişe, yani resmen tankerlerce akıtılıp duruyor.
Markanın adı bile temsil ettiği kültürel yozluğu insanın gözüne sokuyor. Bir pazarlama “dehası” sonucu İngilizceden kırmızı sözcüğü bisikletin Fransızcasıyla birleşivermiş. Göz alıcı bir etiket, az nostaljik, bol Fransız, butik mi butik bir ambalaj. Peki ya içindeki? Bir şarap etiketinin bugüne kadar söylediği en büyük yalanı taşıyor. Şişenin dışında her ne kadar Pinot Noir yazsa da bir düzine Fransız sahtekâr içinde Syrah ve Merlot ile yakalanmaz mı!
Languedoc bölgesi Fransa’nın vasat şarap golü. Burada Pinot Noir dikmek ne madden ne de botanik açıdan mantıklı. Bu yüzden Fransız otoriteler hesap kitapları incelerken şüphelenip bir soruşturma başlatmışlar. Satın alınan Pinot Noir şişelenenin ancak onda biri kadar çıkınca dolandırıcılığın ne denli ciddi bir boyutta olduğu bir anda ortaya çıkmış. Meğer aracılar, aralarında yaklaşık 15 milyon liralık bir kârı uyuyan dev Gallo’dan hortumlayıvermişler.
Amerika Pinot Noir diye, Güney Fransa’nın artıklarını “hesaplı” fiyata içedursun, Gallo gibi uluslararası bir şirketin “uzman” kadrolarının bunca zaman uyumasına ne demeli? Halbuki gerçek her zaman kadehtedir ve bir Pinot Noir mutlaka Pinot gibi kokar. Şarap kanunlarının en iyi işlediği Fransa bu akıl almaz yolsuzlukla çalkalanıyor. Amerika da taze sandığı kokuşmuş bir dersi sindirmeye hazırlanıyor. Koca bir ulus damağını kaybedip yeniden aramak durumunda. Boşuna dememişler ucuz etin yahnisi yavan olur diye.
Yazının Devamını Oku

Wine Entre Femme - II

14 Şubat 2010
ABD’nin şarap tadımlarıyla ünlü batı yakası bambaşka bir ilki ağırlıyordu o gece. Gündemdeki ülke Türkiyemizin ta kendisiydi. Nerede kalmıştık... Kadınlar Arası Şarap, aynı adı taşıyan birlik kadar güzide bir tadımdı. Kaliforniya ağır basarken Bordeaux onun hemen gölgesinde renkli seçenekler katmıştı. Farklı bir çeşni getiren İsviçre ve Japon şarapları hayli alışılmamış ve ilginçlerdi. Ama herkesin en heyecan duyarak bahsettikleri başka bir ülkeydi. ABD’nin şarap tadımlarıyla ünlü batı yakası bambaşka bir ilki ağırlıyordu o gece. Gündemdeki ülke Türkiyemizin ta kendisiydi.
Herhangi bir tadıma geç kalsam vakit kaybetmeden süregelen damak maratonuna ayak uydururum. Halbuki o gün içeri girer girmez pırıl kadehimle, tatlı bir telaşla tüm masaları tarayarak Türk üzümleri taşıyan etiketleri aramaya başladım. Birliğin yeni üyesinin Kavaklıdere şaraplarının genç enoloğu Aslı Odman olduğunu davetiyeyi aldığımda öğrenmiştim. Bolca yazışma ve telefon konuşmasından sonra sonunda şahsen tanışma fırsatımız gelmişti.
Aslı Hanım’ın güler yüzünden kıvrak zekası ve şarap tutkusu hemen okunuyor. İlk yudum Narince ve Chardonnay kupajı 2009 rekoltesi bir Côtes d’Avanos. Dengeli ve güçlü. Narenciye aromaları ve mineral nüanslarıyla damakta dolgun, canlı asiditesiyle ferahlatıcı. Üzümlerin harmana kattıkları hem saf olarak algılanabiliyor, hem de ahenk içindeler. İlgi öyle yoğun ki kırmızıları daha sonra tatmak üzere ayrılıyorum.

JANCIS ROBINSON ETKİSİ

Son derece nezih bir tadımda Türk şaraplarını görmek göğsümü kabartıyor. Meğer Aslı Hanım’ın birliğe davetinin arkasında geçtiğimiz yıl şaraplarımızı kutsayan Jancis Robinson varmış. Çok ses getiren Pendore bağlarını ziyareti sırasında şaraplardan ve Aslı Hanım’dan öyle etkilenmiş ki kulaktan kulağa genişleyen bu seçici birlik için onu ideal bir aday olarak tavsiye etmiş. Aslı Hanım dünyanın en iyi enoloji ve vitikültür okullarından Bordeaux Üniversitesi mezunu. Şaraplarımız bir gün dünyada önemli bir yere gelecekse bu onun gibiler sayesinde olacak.
Getirdiği beş şarabın hepsi de tank numuneleri. Kırmızıların biri Côtes d’Avanos, diğer üçü Pendore etiketi altında. Sloganı Anadolu Şarapları olan Kavaklıdere’nin dev ürün gamından çok doğru örnekler seçilmiş. Ülkemizin dünya çapında isim yapmasını sağlayacağına inandığım üç kıymetli üzümümüzden birer monosepaj olarak Côtes d’Avanos Kalecik Karası ile Pendore’den Öküzgözü ve Boğazkere bunlar. Beşinci ise yine Pendore’den, dünyanın en popüler üzümlerinden Syrah. Hepsi de 2008 rekoltesi.
Açıkça söylemek gerekirse bugüne kadar bu üç üzümün bambaşka kişiliklerini bu denli kusursuz ve berrak yansıtan örnekleri hiç tatmadım. Kalecik Karası Kapadokya’da Pinot Noir veya Nebbiolo’yu çağrıştıran şeffaflığı ile coşmuş. Bağda gördüğü özeni tadabildiğiniz Öküzgözü parlak kırmızı meyve tonlarıyla en iyi Fransız ve İspanyol Grenache kupajları kadar cezbedici olmuş. Boğazkere, neredeyse bir Tannat ciddiyetinde ama Cabernet veya Tempranillo’ya asalette kendini ezdirmeyecek kalitede yetiştirilmiş.

BAĞLARIN ORTASINDA YAŞIYOR

Syrah deseniz keza, kör bir tadımda en iyi Kuzey Rhône şaraplarıyla boy ölçüşebilecek kadar doğru, gerçek bir serin iklim kırmızısı. Şaraplarda bu kudreti yakalayabilmek için bağların ortasında yaşayan Aslı Hanım buradaki dramatik gece-gündüz ısı farkının kıymetini biliyor. Kişilikli üzüm yetiştirmekte elzem olan ve olgunlaşma sürecini uzatan bu iklim özelliğinin getirisi yadsınamaz. Buna kontrollü damla sulama, yeşil hasat, gölge yönetimi gibi modern bağcılık teknikleri de eklenince sonuç ortada, bu şaraplar adeta konuşuyor!
Aslı Hanım kalitede gelinen bu üst noktada ünlü danışman Stéphane Derenoncourt’un katkılarını da övgüyle anıyor. Eminim bu büyük üstat Kavaklıdere’ye destek sağlamasaydı dünyanın en gelişmiş damaklarından Jancis Robinson yerel üzümlerimizden bugüne kadar yapılan en heyecan verici şarapları bu kadar övmeyecekti. Oysa Aslı Hanım’ın da ima ettiği gibi, şarapçılığımızda süregelen devrimi gerek ekip, gerek üzüm olsun, ilerletecek kaynaklar özünde yerel olmalı. San Francisco’da muhteşem bir tadımda ses getiren bu kimliği alıp yürümeliyiz. Şaraplarımızla daha önce hiç bu kadar gurur duymamıştım inanın.
Yazının Devamını Oku

Wine Entre Femme - I

7 Şubat 2010
Elit hanımefendilerin şaraplarını özel bir kulüpte kendi ellerinden tatmak fırsatı benzersiz, karşı konulması imkânsız bir davetti. Wine Entre Femme veya kadınlar arası şarap. İlk sözcük İngilizce, gerisi Fransızca çünkü bu profesyonel birliğin kurucusu Sharon Harris bir ayağı Fransa’da bir Amerikalı: Bir evi Napa Vadisi’nde diğeri Bordeaux’da. Wine Entre Femme bu iki benzer ama kopuk dünyayı bir araya getiriyor. Şarap yapımcıları, şaraphane sahipleri ve üst düzey yöneticilerden oluşuyor. Her şarap kadınına açık olmayan, referanslarla büyüyen, seçkin üyeleri olan bir beyin takımı bu.
İlk toplantıları 2008 yılında Napa Vadisi’nde, ikincisi geçen yıl Bordeaux’da gerçekleşmiş, her yıl dönüşümlü devam ediyor. Geçtiğimiz hafta yine Kaliforniya’da yoğun seminerlerle geçen programlarına bu kez ilk defa kapsamlı, sadece basına ve sektöre açık bir tadım da eklediler. Yıldızlardan geçilmeyen bu elit hanımefendilerin şaraplarını özel bir kulüpte kendi ellerinden tatmak fırsatı benzersiz, karşı konulması imkansız bir davetti.
Kocaman, dört duvarı masalarla çerçevelenmiş bir salon düşünün, arkalarında şarapları temsil eden zarif hanımlar güler yüzleriyle hem ikram hem de sohbet için tam dört saat boyunca konuklarla vakit geçirdiler. Çoğumuz erkek olan biz misafirler çiçeklerden bal toplayan arılar misali durmadan boşalan kadehlerimizle vızır vızır çalıştık. Halka açık olmayan bu tadımın zerafeti ve ciddiyeti tüketimden çok tükürmeyi gerektirdiğinden medeniyet diz boyuydu.

GECENİN FAVORİSİ SPOTTSWOODE

Şarapların yüzde 70 kadarı Napa Vadisi, yüzde 25’i Bordeaux ve yüzde 5’i diğer ülkelerdendi. Kaliforniya’nın en iyi şarap yapımcıları arasında hatrı sayılır hanımlar var ve akla ilk gelenler Helen Turley ve Heidi Barrett Peterson. Eski nesil olarak bakılan bu ikiliden Heidi Barrett’in 23 yaşındaki kızı Remi, şaraphaneleri La Sirena’yı temsil ediyordu. Meşhur Barrett’in enfes sek misketi, güçlü Cabernet’si ve 7 üzümden rengarenk, yeni bir harmanı üstünlerdi.
Kolay kolay bir araya gelmeyen kült Cabernet dünyasından daha kimler yoktu ki! Soyadından çok şarap adı olarak tanınan (Naoko) Dalla Valle, (Carissa) Chappellet, (Cherise) Melka, (Jane) Wolf gibi klasikler başlı başına önemli bir grubu oluşturuyordu. Bunlarla tamamen eşdeğer olan Hourglass, Insignia ve de benim için gecenin favorisi olan Spottswoode’la damaklar bayram etti. Her biri yüzlerce dolar eden bu kırmızılar gerçekten bambaşkalardı.
Bu koleksiyon şarapları kadar tanınmasalar da onlar kadar leziz diğer Cabernetler de boldu. Sandy Belcher’dan Arns, Lisa Drinkward’dan Behrens ve Drinkward Peschon, Pam Starr’dan Crocker & Starr, Carolyn Duryea’dan Hourglass ile Cathy Corison ve Karen Culler’ın soyadlarını taşıyan, tıpkı kişilikleri gibi gücü ve zerafeti dengeleyen şaraplarından tatmak ayrıcalıktı. Kaliforniya şaraplarının büyük bir kısmı öyle kaliteli ve seçmece idiler ki yüzden fazla şarap tatmama rağmen damağım pek yorgun düşmedi.

BİN YILLIK JAPON ÜZÜMÜ

Bordeaux için ise aynı tutarlılıktan bahsetmek güçtü. Kusursuz 2005 rekoltesi dışında sıradan 2006’lar ve maalesef tek kelimeyle içilemez 2007’ler kaliteyi düşürüyordu. Tek tük de olsa beyazlardan keyifli Bordeauxlar yok değildi. Kırmızılardan en çok iz bırakanlar Margaux apelasyonundan Rauzan-Gassies ile Pauillac’tan Croziet-Bages gibi 2005’ler oldu haliyle. Yine Margaux’dan Kirwan’ın 2006’sıysa oldukça güçlüydü ve gelecek vaadediyordu. Geceye tek Sauternes olarak katılan Sigalas-Rabaud, tatlı ama dengeli bir final imkanı sunuyordu.
Diğer ülkelerden hayal kırıklıkları ve hoş sürprizler bir aradaydı. Güney Afrika şarapları temiz ve leziz olmaktan öteye geçemezken İsviçre’den katılan üç şaraphane özellikle Alplerin eteklerinden gelen Valais Bölgesi beyazlarıyla dikkat çekiyorlardı. Provins’den yeni tanıştığım ender bir üzüm olan Amigne ve Liaudisaz’dan saf bir Marsanne olan Grain d’or Hermitage farklı ve harikuladelerdi. Oysa farklı sözcüğünü yeniden tanımlayan şaraplar tek Japon katılımcı Grace’in Koshu beyazlarıydı. Bin yıllık geçmişli bu yegane Japon şaraplık üzümünün kökeni bilinmese de şaraptan yoksun koca bir ulus üstüne titriyor. Tadımın en ama en büyük sürprizini sunan ülke ise... (devam edecek)
Yazının Devamını Oku

Hoşgeldin gayrimeşru Montrachet

31 Ocak 2010
Oğlunu şövalye ilan edip Haçlı Seferleri’ne gönderen kralın genç bir kadından gayrimeşru bir oğlu olur. Büyük oğlan savaşta ölünce bebek saraya hoşgeldin haykırışlarıyla kabul edilir. Bundan sonra bağlar bu hikayenin kahramanlarıyla anılmaya başlanır. Geçtiğimiz ay, senede 4 kez bir araya gelen Montrachet tadım grubumun ikinci toplantısı gerçekleşti. Üç ay önce yine bu satırlarda incelediğimiz bir düzine Montrachet hepimizi öyle derinden etkilemişti, çıtayı daha ilk tadımda öyle yüksekte tutmuştuk ki, bu sefer en alt kaliteye inmenin daha doğru olacağı kanısına vardık. Alt derken Grand Cru Montrachet bağlarının en altını kastediyorum. Temamız Bienvenues-Bâtard-Montrachet bağını incelemekti.
Şarap dünyasının en karmaşık bölgesi olan Burgonya’da kalite sıralamasına göre dört ana bağ sınıfı var: Vasıfsız, kasaba, birinci ve en üst sınıf Grand Cru. Grubumuzun odaklandığı şaraplar dünyanın en iyi beyazlarının çıktığı Puligny ve Chassagne köylerinin en üst sınıf bağlarından. Grand Cru bir bağın ismi kısacık olunca anlayın en iyiler arasında. Nerede Montrachet, nerede Bienvenues-Bâtard-Montrachet, ilk yudumda hemen anlıyorsunuz.
Meşhur köylerin de ikinci adlarını aldıkları tek isimli bağlar bu üst sınıfın kral ve kraliçeleri. Chambertin, Musigny, Romanée, Échezeaux gibi isimler bunlar. Zaten tek bir isim ve Grand Cru ibaresi bir aradaysa bilin ki Burgonya’nın en iyi adreslerinden birindesiniz. Tahtında Montrachet’nin oturduğu bağ beşlisinin diğer üyeleri önem sırasına göre Chevalier-Montarchet, Bâtard-Montarchet, Bienvenues-Bâtard-Montarchet ve Criots-Bâtard-Montrachet.
Biz bunların en mikroskobiği olan, bir tadıma yetecek çeşidi bulmanın neredeyse imkansız olduğu Criots’u atlayıp Bienvenues ile devam ettik. Üç ay aralarla Bâtard, Chevalier ve tilkinin dönüp dolaşıp geleceği kürkçü dükkanı Montrachet ile dönüşümlü gideceğiz. Malum bu şarapları bir araya getirebilmek için bütçe biriktirmek ve avlanmak şart çünkü hem el yakıyorlar hem de bulunmaz Hint kumaşı misali temin edilmeleri pek kolay değil.

KRALIN GAYRIMEŞRU OĞLU

Montrachet tadımı için misafirperver bir arkadaşımız bizi evinde ağırlarken, Bienvenues için mütevazı bir Bistro ile yetindik. Bağın adıyla ilgili efsane de tevazu yüklü. Asırlardır tek bir bağ olarak bilinen Montrachet hanedanlığının kralı oğlunu şövalye (Chevalier) ilan edip Haçlı Seferleri’ne gönderir. Kümesteki tek horoz olarak kalan kralın genç bir kadından gayrimeşru (Bâtard) bir oğlu olur. Büyük oğlan savaşta ölünce bebek saraya hoşgeldin (Bienvenues) haykırışlarıyla kabul edilir. Oysa yaşlı kral bir türlü susmak bilmeyen oğlanın ağlamasından (crio) isyan eder durur. Bundan sonra ayrılan bağlar bu hikayenin kahramanlarıyla anılmaya başlanır.
Bienvenues denince akla ilk gelen isim Domaine Leflaive. Hatta beyaz Burgonya denince de Leflaive akla ilk gelen, el üstünde tutulan üreticilerden. Montrachet tadımında kimseden bulunması imkansız, bulunsa da şişesi üç-dört bin Euro eden bir Leflaive Montrachet çıkmadığından, bu büyük üstadın daha ulaşılabilir Bienvenues rekoltelerinden tam dördünü kıyaslama fırsatı bulduk. Bu olağanüstü şarapları illa da sıralamam gerekirse 1999, 1996, 2002 ve 1998 gibi, akıl almazdan enfese doğru dizebilirim.

BOZUK ÇIKAN ŞARAPLAR

Bu gecenin Montrachet tadımından ayrıldığı en önemli nokta ise bozuk çıkan şaraplardı. Bir düzine Montrachet’den tek birinin dahi kusurlu çıkmaması nasıl bir mucize ise 11 Bienvenues’den 3’ünün erken oksidasyona kurban olması da acı gerçeklere sert bir dönüş oldu. Özellikle güzelim 1996 rekoltesinin “premox” denen bu üretim problemine yenik düşmesinin sebebi tartışıladursun, bu nadide yıldan birer Ramonet, Remoissenet ve Pernot Bienvenues’nün içilemez durumda olması üzücüydü. Tek sağlam 1996’nın aşırı titiz Leflaive’den olmasına ise pek şaşırmadık.
Bu kör tadımda gecenin en iyi şarabının benim getirdiğim 1997 Pernot çıkmasıysa hepimizi hazırlıksız yakaladı. En son dört sene kadar önce Puligny’deki evinin bodrumundaki küçücük mahzeninde görüştüğüm 70’li yaşlarındaki delikanlı çiftçi Paul Pernot nasırlı elleriyle gerçek bir toprak adamı. Şarabı bağda bitirip şişeye sadece taşıyanlardan. Burunda bal, hanımeli ve tatlı baharat kokuları, damakta adeta havai fişek gibi açılan dolgun ve canlı yapısı ve üstün dengesiyle bir Bienvenues için gelinebilecek en üst noktayı temsil ediyordu bu asil beyaz.
Yazının Devamını Oku

Dikkat hatalı pusula!

24 Ocak 2010
Sektirmeden aboneliğimi tazeleyen anneciğim sayesinde ülkemizin ilk ve tek şarap dergisi Gusto’yu Amerikalardan takip edebiliyorum. Ne mutlu böyle bir yayınımız var.

Rengarenk kuşe sayfalardan memleketimin şarap alemini gurbetten yaşama şansına sahibim. Bilgiçinden ilgincine, uçuğundan kaçığına dopdolu bir dergi bu her sayısında. Her yılsonu yayınlanan “rehber” ise iç piyasamızda giderek renklenen içki dünyasının seçmece bir kesitini yansıtıyor.
Seçmece burada önemli bir kelime. Ülkemizde özellikle ithal şarap dünyası bir mayın tarlası gibi. Serbestçe gezinip her şişede huzur bulmak olası değil, hatta hayal kırıklıkları çoğunlukta. Mayına basmamak için küçük bir servet bile kimi zaman yetersiz kalabiliyor. Buna rağmen Türkiye’de ithal şarapların yerlilerden daha kaliteli olduğuna dair bir söylence var. Böyle bir izlenim sanırım son zamanlarda getirilen bazı ağır toplar sayesinde ortaya çıktı.
Bu yüzden bahsi geçen dergimizin tarafsız kalabilmesi özellikle şu dönemlerde çok ama çok önemli. Bu aziz amaca yönelik ilk sorgulamam yerli ve ithal şarap sayısının oranı oldu. Ülkemizin dergisi 59 farklı yerli şaraba nazaran tam 103 adet ithal şarabı incelemeye layık bulmuş. Her yerli şaraba neredeyse bir çift ithal rakip düşüyor. Oysa çeşitlilik açısından piyasaya bakarsanız bu oranın tam tersi bir tabloyla karşı karşıyayız.
Beni bu incelemede en çok ilgilendiren ithal şaraplar çünkü dergimizin de okuyucusunu yönelttiği odaklanma bunu gerektiriyor. Rehberin kullanıcıya en büyük hizmetlerinden yabancı şarapların ithalatçılarının belirtilmesi sayesinde bir diğer ilginç istatistik çıkıyor. İncelenen 103 yabancı şarabın 91’i, yani neredeyse yüzde doksanı tek bir ithalatçı tarafından getirilmiş. Bu devasa gibi gözuken ithalatçı dışında sadece bir düzine şarap alternatif kaynaklardan.

HER ŞARABA BİR “EN”

Hayrola? Bizim nostaljik Tekel ithal şarap pazarımızda yeniden mı doğuyor? Bu “tarafsız” rehberin sponsorluğunu ithal şaraplarda sadece bir firma üstlenmiş olmasa gerek. Önsözü açıyorum, çeşit bolluğu karşısında dönen başlardan bahsediliyor. O da ne, bir cümlede “firmaların duyurmak istedikleri bilgileriyle” ibaresine rastlıyorum. Takip eden sayfaların sağ üst köşesindeyse hep bir “reklam-tanıtım” ibaresi geçiyor. Acaba bu gizli kapaklı bir advertorial mi?
Advertising, yani reklamcılık bilimi ile editorial, yani editörün tarafsız fikrini yansıtma sanatının kaynaşımı olan bu terim özetle “parasını efendimiz verdi, düdüğü de o çalıyor” demek. Ülkemizin yegane rehberini bu tür bir alışverişe ayırmak doğru mu? Emekleyen ithal şarap piyasamıza bir yerde hizmet veren bu çabayı sanık koltuğunda terlemeye bırakalım, ya verilen bilgilerinin hatalar içinde yüzmesine ne demeli?

Yazının Devamını Oku

Mondavi’nin öteki yüzü

17 Ocak 2010
Kaliforniya şaraplarının dünyanın en iyileri arasına girmesi ister inanın ister inanmayın, iki kardeş arasında savrulan yumruklar sonucu gelişen olaylara bağlı.

Eğer 1965 Kasım’ında gergin geçen bir aile toplantısı esnasında Robert ve Peter Mondavi birbirlerine girmeselerdi büyük ihtimalle bu tarihi kavga sonucu yolları ayrılmayacaktı. Ne Robert Mondavi adını verdiği Kaliforniya şarapçılığında kalite devriminin öncüsü şaraphaneyi kurabilecekti, ne de bu iki kardeşi ayıran butik şarapçılık ekolü Kaliforniya’da bu günlere gelebilecekti.
Oysa bir önceki nesli İtalya’dan göçen Mondavi Ailesi’nin iki oğlu 1943 yılında ağabey Robert’in öncülüğünde savaş sayesinde kelepir düşürdükleri Napa’nın ilk şaraphanesi Charles Krug için tam 22 rekolte birlikte emek vermişlerdi. Parçalanmış bir aile, onca dava ve sıkıntıdan sonra dönüp baktığımızda ayrı yönlere giden iki kardeşin hangisi daha başarılı ve mutlu oldu tartışılır. Geçen sene Robert öldüğünde kurduğu imparatorluktan geriye bolca borçla açgözlü dev içki şirketi Constellation tarafından yutulan markalaşmış adı kaldı yadigar.
KUŞAKTAN KUŞAĞA REKABET
Ondan sadece bir yaş daha genç olan Peter Mondavi hâlâ Charles Krug’un sahibi. İyi geçinen iki oğlunun işlettiği bu şaraphane yılda bir milyonu aşkın kasa iddiasız ama hesaplı şaraplar üretiyor. Gelecek sene 150. yaşını kutlayacak olan Charles Krug, devliğine rağmen aile elinde kalan nadir şaraphanelerden. Üstelik ekonomi tepetaklak olunca üst kalite şarapların satışları düştü ama gidişatı sezen Charles Krug, iki yıl önce CK Mondavi adlı soyadını iyi kullanan daha da makul fiyatlı şaraplar çıkartarak krize rağmen büyümeye devam ediyor.
Robert’ın vefatından az önce kardeşler hayatlarının en yerinde kararlarından biriyle kırk yıllık küskünlüğe son verdi. Onca yıldan sonra neredeyse bir ömür boyu dahi sürebilen geçimsizliğin üstesinden gelinebileceğini sembolize eden ortak bir şarap bile yaptılar. Napa Vadisi açık arttırmasının 25. yıldönümü için harmanladıkları, İtalyancada “bir kez daha” anlamına gelen, Ancora Una Volta adlı bir fıçı şarap tam 401 bin dolara alıcı buldu. Bir önce birlikte yaptıkları şarap ise ‘65 Charles Krug idi.
Peter’in iki oğlu Charles Krug gemisini birlikte başarıyla güdedursun, Robert’in iki oğlu, daha hırçın tabiatlı ağabeye, yani babalarına çekmiş olsalar gerek. Aile şirketi satılır satılmaz yollarını ayıran Tim ve Michael kendi dünyalarında şimdilik başarılı gibiler. Aralarındaki rekabet ise bariz. Çekişmenin tohumlarını rahmetli babaları şirket yönetiminde onları birbirlerine rakip düşürecek görevlere atayarak çoktan ekmişti. Tim tıpkı babası gibi şirketi üst düzey kalitede şaraplara çekmeye çalışırken, Michael geleceği daha hesaplı ürünlere yatırım yapmakta görüyordu.
AŞIRI REKABETİN SONU

Yazının Devamını Oku

Bir demet Viognier

10 Ocak 2010
Çiçeksi denince şarapta akla ilk gelen üzüm Viognier. Baharı müjdeleyen yeni açmış hanımeli ve yasemin gibi bin bir kokuyu iyi bir Viognier ile dört mevsim yaşamak mümkün. Henüz keşfetmediyseniz, hele bir de şeftali, kayısı seviyorsanız, Viognier sizin üzümünüz. Tıpkı Misket ve Riesling gibi zengin bir aromatik yelpaze sunabilen bu beyaz üzüm bağda bir hayli nazlı olduğundan diğerlerinden çok daha nadir.
Hakkını vererek Viognier yapmak için çoğu şarapta olduğu gibi üzümün kalitesi çok ama çok önemli. Hatta Viognier’nin doğru aromatik özelliklerini sergileyebilmek bir bakıma sufle pişirmeye benziyor. Sufle ya kabarır ve servis edilene kadar formunu korur ya da kabarmaz ve hemencik çöküverir. Ayarını tutturmak deneyim, maharet ve ideal fırın koşulları gerektirir. Viognier de en az bu kadar meşakkatli.
Öncelikle asmada olgunlaşması diğer üzümlere nazaran çok zaman alıyor. Tam olgunlaşmadan da asla o karşı konulmaz çiçek ve meyve aromalarını vermiyor. Sıcak bir güneş istiyor ama kavurucu ısılarda çok çabuk, dengesiz olgunlaşıyor ve şekerleniyor. Serin havayla dengelenen uzun bir hasat mevsimi şekerini ve dolayısıyla da şarabın alkolünü makul seviyede tutatarak canlılığı koruyor ve ideal Viognier için ilk adım atılmış oluyor.

COTE ROTIE’LERİN SIRRI

Adının, hatta kendisinin nereden geldiği henüz bilinmeyen bu gizemli üzüm 1980’li yıllarda kaybolmaya yüz tutuyor ancak kuralcılığın tutuculuğa dönüşebildiği Fransa’da kırmızı kral Syrah’nın hegemonyası altındaki kuzey Rhône’da tutunabiliyor ve ufacık Condrieu bölgesi seneler boyu Viognier ile eşanlamlı kabul ediliyor. Ünüyle beraber raflarda da giderek yaygınlaşan Condrieu hâlâ Viognier için sarsılmaz bir referans.
Condrieu’nun ne kadar küçük olduğunu rakamlarla aktarmak mümkün. Yüz hektar bağ alanından bonkör bir yıl 30 bin kasa zar zor elde edilebiliyor. Burada kırmızı üzüm yetiştirmek yasak. Hemen kuzeyinde dünyanın en saygın Syrah şaraplarının geldiği Côte-Rôtie benzer bir yasağı sadece kırmızı şarap üretimine izin vererek cevaplıyor. Güçlü Côte-Rôtie’lere gövde, bambaşka bir aromatik boyut ve kopkoyu bir renk katan ise bizim Viognier’nin ta kendisi.
Côte-Rôtie’de Syrah’ya yüzde 20 kadar Viognier katılmasına izin veriliyor. Bu iki üzüm fermentasyon sonrası harmanlanırsa Syrah’nın rengi haliyle açılıyor oysa birlikte fermente edildiklerinde Viognier kabuklarında gizlenen renk çözücüler Syrah kabuklarının renk pigmentlerini ortaya çıkarıyor. Onlarca yıl eskime özelliğine sahip muhteşem Côte-Rôtie şaraplarına yine Viognier’nin katkısı olan baş döndürücü parfüm de cabası.

NEBBİOLO’NUN AKRABASI

Kuzey Rhône’un her ölçekte en büyük sihirbazı Guigal efsane “La-La serisi” Côte-Rôtie’lerinin yanı sıra enfes Condrieu beyazlarıyla da yine lider. Bolca ürettiği klasik bir Viognier ile turnayı gözünden vuran Guigal ayrıca en özel iki küçük bağ parselinden kısıtlı miktarda ürettiği La Doriane ile apelasyonu dünyanın en iyi beyazları seviyesine çıkarıyor.
Diğer büyük Condrieu ustaları son zamanlarda sivrilen Georges Vernay ile Andre Perret, Delas Frères ve René Rostaing gibi bölgenin saygın isimleri. Bir diğer kayda değer Viognier en küçük Fransız apelasyonlarından biri olan Château Grillet. Condrieu apelasyonunun orta yerinde yer aldığı halde özerk bir konum tanınan bu tarihi şaraphane son yıllarda ne yazık ki ancak ikinci planda kalan şaraplar üretebiliyor.
Yenidünya’dan Condrieu ayarında Viognier yapmaya çabalayan ülkelerin başını Avustralya çekiyor. Büyük ölçekte Yalumba ve butik üretici Clonakilla bu üzümün en iyi Güney Yarımküre örnekleri. Kuzey Amerika’da da nadide ve üstün Viognier’lere Kaliforniya’dan Alban, Calera, Melville, DuMol ile Vasington’dan Cayuse gibi isimlerle rastlamak mümkün.
Dünyanın dört bir yanını kaplamış, iyilerinden çok vasat örneklerine rastlanan popüler üzümlere cazip bir alternatif sunan Viognier üreticiden tüketiciye giderek daha da aranan bir üzüm. Dayanılmaz cazibesini belki de son yıllarda ortaya çıkarılan soylu Piemonte kırmızısı Nebbiolo ile yakın akrabalığı açıklıyor.
Yazının Devamını Oku

Çağdaş Bolgheri klasikleri

3 Ocak 2010
Günümüzde dahi pek tanınmayan Bolgheri, yarım asırlık tarihiyle İtalya’nın en önemli şarap bölgelerinden, meşhur Super-Toskana şaraplarının merkezi. Bolgheri’nin en ilginç şarapları ise tek bir üzümü yüzde yüz saf haliyle yorumlayanlar. İtalya’nın en meşhur şarap bölgeleri hep köklü bir tarihe sahiptir. Bilhassa Toskana’da yüz yılı aşkın tarihi olmayan şaraplara pek rastlanmaz. Chianti, Brunello, Montepulciano gibi isimler Ortaçağ’dan bu yana nice şişeleri süslemiş, soylu sofraların vazgeçilmez markaları haline gelmişlerdir. Yarım asırlık tarihiyle günümüzde dahi pek tanınmayan Bolgheri ise meşhur Super-Toskana şaraplarının merkezi.
Tiren Denizi kıyısındaki Bolgheri sahili daha 40 sene öncesine kadar sıtma yuvası bir bataklıktan ibaretmiş. Tek tük bağlardan denize yakınlığın getirdiği hafif tuzlumsu tatta alelade sofra şarapları yapılırmış. Denize ve kasabaya 400 metreden bakan görkemli San Guido malikanesi 1930 yılında evlilikle Marki Mario İncisa della Rochetta’ya geçince bölgenin kaderi değişmiş.

Varlıklı ailenin genç veliahtının başlıca tutkusu safkan yarış atlarıymış. Savaş bulutları dağılır dağılmaz Incisa della Rochetta çifti 3 bin hektarlık bu çiftlikte muazzam bir hara kurmuşlar ve dünya çapında nam salan atlar yetiştirmeye başlamışlar. Marki’nin büyük tutkusu tatmin olunca küçük tutkusu şarap ön plana çıkmış. Nesillerdir en iyi Bordeaux kırmızıları dışında şarap tanımayan ailesinin izinden ilk bağları kurmuş.

ILIMAN KIYININ CEVHERİ

Sassicaia adını verdiği şarap ilk yıllarda eş dost çevresi düşünülerek yapılıyormuş. Şarabın başarısı 1965’te bağların genişletilmesiyle sonuçlanmış. Piyasaya 1968 rekoltesi kuzenleri Antinori ailesinin pazarlama desteğiyle sürülen bu yüzde 85 Cabernet Sauvignon ve yüzde 15 Cabernet Franc harmanı kısa sürede Lafite, Haut-Brion gibi birinci sınıf Bordeaux şaraplarıyla birlikte anılmaya başlanmış.
Sassicaia’nın 1985 rekoltesi, Robert Parker tarafından 100 mükemmel puana layık görülen 20. yüzyıldan tek İtalyan şarabı. Bu efsane ismin İtalyan şarapçılığına en büyük katkısı ise erken olgunlaşan Bordeaux üzümlerinin son derece mutlu yetiştiği bu ılıman kıyıdaki cevheri ortaya çıkarması. Sassicaia’nın izinden gidenler Bolgheri’yi kısa dönemde Fransa dışındaki en önemli Bordeaux üzümleri cenneti haline getirdi.

İtalyan DOC apelasyon kanunlarının yaptırım gücü oldukça etkin. Bolgheri gibi çiçeği burnunda bir şarap bölgesinin Fransız üzümleri kullanarak isim hakkı alması imkansıza yakın olduğundan ilk yıllarda Sassicaia “sofra şarabı” gibi vasıfsız bir kategoriyle etiketlendi. Kural tanımayan benzeri Super-Toskana şarapları zamanla kendilerini kanıtladı ve 1992 yılında lanse edilen özel bir IGT sınıflandırmasına alındılar.

HER “AİA” GERÇEK DEĞİL

Açılımı “coğrafi kimlik taşıyan” anlamına gelen Indicazione Geografica Tipica kategorisi klasik bölgelerde kuralları yıkarak olağanüstü şaraplar yapanların imdadına yetişti. Sadece iki yıl sonra da Bolgheri kırmızıları DOC statüsüne kavuştu, üstelik Sassicaia İtalyan tarihinde ilk ve son kez kendi DOC hakkı verilen tek şaraphane olarak tarihe geçti. Böylece Bolgheri tutucu Piemonte’de Angelo Gaja’nın ömrü boyu başaramadığını elde etmiş oldu.

Belki de bölgeye 1996 yılında satın aldığı Ca’Marcanda ile giren Gaja gibi ünlüleri çeken bu özgür ruhun ta kendisi. Ludovico Antinori de ilk rekoltesi 1985 olan Ornellaia’sı ile kuzeninin şarabı Sassicaia’nın tahtına göz dikenlerden. Defalarca el değiştirdikten sonra Frescobaldi ailesinin sahiplendiği Ornellaia yumuşak tarzıyla sert Sassicaia’nın bir hayli zıttı. Sassicaia bir Médoc ciddiyetinde, Ornellaia ise adeta modern bir Saint-Émilion.

Bolgheri’nin en ilginç şarapları ise tek bir üzümü yüzde yüz saf haliyle yorumlayanlar. Ornellaia’nın İtalyan Petrus’u olarak tanınan Masseto’su dünyanın en meşhur Merlot şaraplarından. En yakın rakibi Le Macchiole’nin Messorio’su da yine olağanüstü bir Merlot. Le Macchiole’den Paleo ise Cheval Blanc ayarında eşi bulunmaz bir Cabernet Franc, saf Syrah olan Scrio da tek üzümle sivrilen Bolgheri yıldızları arasında.

Super-Toskana ekolü özellikle Chianti ve Brunello gibi gelenekçi ve sıkı kanunlarla baskı altında tutulan bölgelerde ardı arkası kesilmeden çıkarılan harmanlarla sıkça suiistimal edilen bir kategori. Sonu “aia” ile biten yüzlerce kof IGT şarabı var. Sassicaia ve Ornellaia gibi anıtsal yücelikte Bolgheri kırmızıları ise bambaşka bir ligde oynayan, İtalya’yı dünya şarapçılığı nezdinde zirveye taşıyan çağdaş klasikler.
Yazının Devamını Oku