Sinirbilimden siyasi dersler

Obama'dan popüler dizi senaristlerine, işi iletişime dokunan herkesin yolu ister istemez psikolojiye ve sinirbilime çıkıyor. Peki Türkiye'deki siyasi partiler bunun farkında mı?

Haberin Devamı

ABD Başkanı Obama dün gece Jimmy Kimmel Live! programında son zamanların modasına uydu.

Obama, şu videoda görülebileceği gibi, sosyal medyada kendisi hakkında sarf edilen olumsuz ifadelerden bir seçkiyi okudu.

Ünlülerin kendileri hakkındaki hakarete varan tweet'leri müzik eşliğinde okuduğu müstehzi videolarla başlayan bu modaya, her ne kadar epey "yumuşak" örnekleri seçse de bir ABD Başkanı'nın katılması anlamlı.

Hayır, sadece eleştirilere karşı hoşgörülü bir siyasi kültürü sergilediği için değil...

Haberin Devamı

Obama bu tercihiyle, ABD halkıyla -ve özellikle gençlerle- doğrudan temas kurma becerisini, daha ilk seçim kampanyasından beri kaybetmediğini de göstermiş oldu.

Anayasa profesörlüğüne uzanan hayatı boyunca aslında hemen her zaman "seçkin" sınıfa mensup olmuş bir siyasetçinin, yani ten rengi siyah olsa bile köküne kadar "beyaz" bir başkanın, üstelik artık "topal ördek" iken bile bu beceriyi sergileyebilmesi, insan psikolojisine hakim, uzun vadeli bir stratejinin ürünü.

7 Haziran seçimleri öncesinde Türkiye'deki partiler de bu durumdan ders çıkarabilir.

Özellikle de, Obama'nın kampanya ekibi ve Ali Taran ile çalışacak ana muhalefet partisi CHP ile kaydadeğer bir çıkış yakalayan HDP...

* * *

Elbette, Türkiye ile ABD bambaşka siyasi sistemlere ve demografik yapılara sahip ülkeler.

Örneğin ABD'de en güçlü politikacılar bile seçim kampanyalarında küçük taşra kasabalarının belediye meclislerinde 50-60 vatandaşın sorularını yanıtlamaktan gocunmaz. Aksine, kampanyanın belkemiği bu buluşmalardır.

Haberin Devamı

Biz ise parti liderlerinin canlı yayında vaatlerini anlatıp birbirleriyle tartıştığı günleri dahi neredeyse unuttuk.

Uzun süredir Türk siyasi hayatını domine eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan "İşte gazetecilik" diyebileceğimiz türden soruları kabul etmiyor, bu soruları sorabilecek isimleri uzak tutuyor.

Erdoğan'ın -ve onu izleyen Davutoğlu'nun- mitingleri, vatandaşla birebir iletişimi amaçlamıyor. 1930'ların siyasi gövde gösterileri türünden monologlar olarak tasarlanıyorlar.

Peki nasıl oluyor da, CHP hala "halktan kopuk" diye eleştirilebilirken, bu tercihlere karşın uzun iktidarı boyunca AKP halkla temasını koparmamış sayılıyor?

Bunun cevabı, aslında ABD'de de çok farklı olmayan bir dinamikte gizli.

* * *

Haberin Devamı

House of Cards dizisinin şu an yayında olan yeni sezonunda, ABD Başkanı, istihdam politikasını halka daha iyi anlatmak için bir kitap yazdırmaya karar verir. Çarpıcı bir tercih yapıp bir bilgisayar oyunu yazarını seçer. Yazar onu sürekli takip edip kitap için notlar alır.

Fakat sonuçta yazar, kitapta istihdam politikasından tek kelime dahi bahsetmez. Sadece başkanın hayatından anektotlara yer verir, karşılaştığı zorluklara rağmen hiç yılmamasını anlatır.

Başkan taslağı görünce çok şaşırdığında, yazar -tam aklımda kalmasa da- mealen şöyle bir cevap verir: "Hiçbir seçmen bir siyasetçiye belirli politikalar için oy vermez. Onlar bir lidere ve liderin hikayesine oy verir."

Haberin Devamı

ABD'de bile durum böyleyken, buna zemin sağlayan daha fazla toplumsal şarta sahip Türkiye'de her siyasi oluşumun eninde sonunda bir "lider partisine" dönüşmesi şaşırtıcı değil.

Bizim için asıl sorun bundan sonrasında:

ABD'de lideri dengeleyen kurumlar var. Sistem, daha 17. yüzyılda, vatandaşla birebir iletişimi asla koparmayan ve medyaya her zaman hesap veren liderin kazanacağı şekilde tasarlanmış.

Biz ise demokrasi kervanını yolda düzdüğümüzden, 19. yüzyıldan beri, değişen günlük koşullara bağlı olarak iki adım ileri, bir adım geri şeklinde ilerliyoruz. O yüzden, "liderin hikayesini" seçme nedenlerimiz, ABD'den çok farklı.

Hürriyet Sosyal yazarı, New York Üniversitesi istatistik uzmanı Doç. Dr Selçuk R. Şirin geçen sene attığı bir tweet'te, bu nedenlerden biri olduğunu düşündüğüm konuya dikkat çekmişti.

Haberin Devamı

Kısacası 'öteki'ne güvenmeyen, ama güvendiğimiz, samimi bulduğumuz bir kişi bulunca da ona ölümüne bağlanabilen vatandaşlarız.

Aynı zamanda -futboldan siyasete- her konuda en iyisini bizzat bildiğimizi düşünür, sesimizi ne kadar yükseltirsek fikrimizin o denli güçlü olduğunu sanırız.

Bu elbette ideal bir demokratik vatandaşlık tavrı değil, ama muhalefet bu konuda ne yapabilir?

İktidarı kayıran tüm koşullara rağmen bu ülkede nasıl seçim kazanabilir?

Belki psikoloji ve sinirbilim araştırmaları onlara bilimsel bir yol gösterebilir.

* * *

"Maalasef yanılıyorsun. Söylediğin mantıklı değil. O öyle değil, böyledir. Bak nedenlerini tek tek açıklayayım..."

BBC Future'ın çok sevdiğim köşesi NEUROHACKS'te geçen yıl yayınlanan bir yazıya göre, bu tür bir yaklaşımla insanları ikna etmek, mesela başka bir partiye oy vermelerini sağlamak mümkün değil.

Yazı, bir tartışmayı kazanmanın yollarını araştıran bilimsel çalışmaları konu alıyor.


Buna göre insan en kolay, birilerinden vaaz dinlediğinde değil, çok iyi bildiğini sandığı şeyleri sorgulamasını sağlayan sorular sorulduğunda fikrini değiştirebiliyor.

İnsanı adım adım hakikate ulaştıran 2000 küsur yıllık "Sokrates tarzı soru sorma" (Socratic questioning) yöntemi, bu nedenle son 20 yılda eğitim dünyasında yeniden moda oldu.

Eğitim de, siyaset ve medya gibi temelde bir iletişim işi... Ve bir ülkede demokrasinin kalitesi, seçmen davranışının ne ölçüde "bilgi temelli kanaate" (informed opinion) dayandığıyla orantılı...

ABD gibi ülkelerde bu kamusal soru sorma işini medya yaparken, bizdeki gibi gazetecilere soru sorma hakkı verilmediği ülkelerde ise siyasi partilere daha fazla görev düşüyor.

Konuşmaktan ziyade dinlemek...

İktidar partisi bunu zaten iyi yapıyor. Yerel örgütleriyle her haneye devamlı temas ettiği gibi, bir dokunulmazlık haresi arkasındaki liderleri de sürekli o hanelere temas edenlerle --yani mesela muhtarlarla-- iletişim halinde.

Bu şartlar altında muhalefetin, yabancı kampanya uzmanları veya halkla ilişkiler sihirbazları gibi son tahlilde "paketi" tasarlayanlara değil, o paketi kime vereceklerine ve içinde ne olacağına odaklanması gerekiyor.

* * *

Bu bilgiler ışığında, HDP'nin yakaladığı çıkış şaşırtıcı değil.

Selahattin Demirtaş'ın, samimiliğine halkı ikna eden bir lider olarak sivrilmesi ve tıpkı Obama gibi daha çok gençlere, yani önümüzdeki bir değil, birkaç seçime odaklanması, müstakbel bir başarının bir sac ayağı.

HDP'nin uzun vadede başarılı olması için, Batı'daki AKP seçmenini de ikna edecek soruları sorabilmesi gerekiyor --ki şu an için o tabana odaklandıkları söylenemez.

Ana muhalefete gelince...

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu muhtemelen kendisine oy vermeyenler tarafından bile samimi bir lider olarak algılanıyordur (ben bu konuda bir araştırma görmedim).

Ancak CHP'nin yeni seçim kampanyası için Obama'nın ekibince verilen tavsiye, Türkiye'de işe yaramaz --ki bu da CHP'nin yine sandıkta başarının ikinci sac ayağından mahrum kalacağı anlamına gelir.

Yani 20 milyon seçmenin ne olursa olsun AKP'ye oy vereceğini öngörmek, dolayısıyla sadece AKP dışı seçmene ve kararsızlara seslenerek yüzde 30'ları hedeflemek, yenilgiyi kabullenmek ve gelenekselleştirmek olur.

CHP'nin 1977'de yüzde 42'ye dayandığını, ANAP'ın kendisini kayıran tüm koşullara rağmen 1995'te nasıl yüzde 40'lardan yüzde 20'nin altına düştüğünü hatırlayalım.

Bunun için, iktidara benzer şekilde muhalefetin de öncelikle, tıpkı Obama gibi, en gereksiz görünen anlarda bile halkla -özellikle gençlerle- teması kaybetmemesi ve vaaz vermek yerine onu dinlemesi gerekiyor.


Not: Vaaz veren bu yazı muhtemelen kimseyi ikna etmeyecek. E.K.

Yazarın Tüm Yazıları